Tez Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 26
  • Öğe
    Akne vulgaris hastalarında 577-NM PRO yellow lazer uygulamasının post-akne eritem üzerine etkinliğinin araştırılması
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2021) Karaağaç, Onur; Ataseven, Arzu
    Amaç Akne vulgaris en sık adolesanlarda ve genç erişkinlerde görülen pilosebase ünitenin kronik inflamatuar hastalığıdır. Skar, postinflamatuar hiperpigmentasyon ve post-akne eritem (PAE) gibi sekellere yol açarak bireylerde psikososyal problemlere neden olabilmektedir. PAE tedavisi için literatürde sınırlı sayıda tedavi seçenekleri tanımlanmış olup standart bir tedavi protokolü yoktur. Bu çalışmada; akne vulgaris hastalarında 577-nm pro yellow lazer uygulamasının post-akne eritem üzerine etkinliğinin araştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem Klinik olarak akne vulgaris ve post-akne eritem tanısı konulan, hali hazırda akne tedavisi almayan, 14-40 yaş aralığında 50 hasta çalışmaya dahil edildi. Ancak COVID-19 pandemisi nedeniyle 14 hasta takiplerine gelemediği için çalışma dışında bırakıldı ve çalışma 36 hasta ile tamamlandı. Hastaların rastgele seçilen yüz yarısına, tarama başlığı ile (20-24 J/cm², 44 ms, %80) ayda bir olmak üzere toplam üç seans 577-nm pro yellow lazer (QuadroStarPRO YELLOW® Asclepion Lazer Teknolojileri, Almanya) uygulandı. Diğer yüz yarısı kontrol olarak kabul edildi. Tedavi öncesi global akne skorlama sistemine göre her iki yüz yarısının akne şiddet skoru belirlendi. Hastalar son seanstan 1 ay sonrasına kadar takip edildi. Hastaların başlangıçta ve her seanstan 1 ay sonra standart dijital fotoğrafları çekildi. İki tarafsız dermatolog tarafından fotoğraflar karşılaştırılarak ve klinisyen eritem değerlendirme ölçeği kullanılarak eritem değerlendirildi. Hastalar tarafından hastanın tedavi sonucunu değerlendirme ölçeği kullanılarak değerlendirme yapıldı. Bu iki değerlendirmeye göre tedavi etkinliği belirlendi. Ayrıca tedavi bitiminde GASS göre hastaların her iki yüz yarısındaki akne skorlarındaki değişim de değerlendirildi. v Bulgular Çalışmaya katılan 36 hastanın 27’si kadın (%75) ve 9’u erkek (%25) idi. Hastaların yaşları 15-38 yıl arasında değişmekte olup ortalama 22.08±5.16 yıldı. 9 hastanın (% 25) Fitzpatrick cilt tipi II iken, 27 hastanın (% 75) Fitzpatrick cilt tipi III idi. Başlangıca göre her seanstan bir ay sonra yapılan değerlendirmede; lazer uygulanan yüz yarısında kontrol tarafına kıyasla, eritemde istatistiksel anlamlı daha büyük değişim saptanmıştır (p<0.001). Hastaların tedavi sonunda yapmış oldukları değerlendirmede istatistiksel anlamlı sonuç elde edilmiştir (p<0.001). Başlangıca göre tedavi sonunda yapılan kontrolde, GASS göre akne skorlarında gözlenen değişim bakımından lazer uygulanan yüz yarısı ile kontrol tarafı arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmamıştır (p=0.264). Sonuç Çalışmamız 577-nm pro yellow lazerin post-akne eritemde etkili ve minimun yan etki profili ile güvenli olduğunu göstermektedir.
  • Öğe
    Mikozis fungoidesli olgularda tedavi öncesi ve sonrası biyopsilerde immunhistokimyasal CD4 CD8 , matrix metalloproteinaz-9 ( MMP-9) ekspresyonunun değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2011) Tavlı, Yeliz Uçar; Mevlitoğlu, İnci
    CD4/CD8 oranının MF hastalarında yükseldiği birçok çalışmada belirtilmektedir. Dokudaki MMP düzeyindeki yükseklik ve tümör yayılımı arasında paralel bir ilişki olduğu söylenmektedir. Çalışmamızda tedavi öncesi ve sonrasında mikozis fungoides hastalarının CD4, CD8 ve tümöral invazyonun göstergesi olan MMP-9 düzeylerindeki değişiklikleri değerlendirmek amaçlanmıştır.Materyal ve Metod: Çalışmaya Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Deri ve Zührevi Hastalıklar Anabilim Dalı'nda biyopsileri alınarak plak evresinde MF patolojik tanısı konulan 32 hasta ile nonspesifik kronik dermatoz olarak tanı alan 10 kontrol hastası dahil edildi. Mikozis Fungoides tanılı hastaların tümüne 3 ay süreyle fototerapi uygulandı ve 3 ay sonunda kontrol biyopsileri alındı. 20 hastada MF lehine bulgu saptanmazken 12 hastada MF ile uyumlu bulgular saptandı. Histopatolojik inceleme için Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı'nda yeterli sayıda kesitler alınarak kontrol grupları yanı sıra tedavi öncesi ve tedavi sonrası MF'li hasta gruplarına CD4, CD8, MMP-9 immunohistokimyasal boyamalar uygulandı.Bulgular: Çalışmada tedaviden fayda görmeyenlerde epitel altı CD4/CD8 değerleri ile epitel içi MMP-9'un anlamlı yüksek olduğu gözlendi. Tedaviden fayda görenlerde epitel içi ve altı CD4/CD8 değerleri ile epitel altı MMP-9 değeri tedavi sonrasında anlamlı düşük tespit edildi.Sonuç: MF hastalarında kontrol grubuna göre CD4/CD8 ve MMP 9 düzeyleri anlamlı yüksek bulundu ve tedaviden fayda gören olgularda bu oranlarda düşme gözlendi.
  • Öğe
    Behçet tanısı alan hastaların paterji pozitif ve negatif alanlarının histopatolojik olarak karşılaştırılması
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2020) Temiz, Selami Aykut; Balevi, Şükrü
    Behçet hastalığı, atak ve remisyonlarla kronik bir seyir izleyen, esas patolojisi hemen her organı ve sistemi tutabilen inflamatuar bir vaskülit tablosudur. Paterji reaksiyonu, hastalık için özgün bir klinik bulgu olup tanı kriterlerinin vazgeçilmez bir elemanıdır. Literatürde yeni tanı Behçet hastalarında negatif paterji testi ile pozitif paterji testinin histopatolojisini karşılaştıran bir çalışma bulunmamaktadır. Çalışmamızda, paterji pozitif ve paterji negatif olan yeni tanı konulan Behçet hastalarımızın, paterji pozitif ve paterji negatif reaksiyon bölgelerinden aldığımız cilt biyopsilerinin histopatolojik bulgularının karşılaştırılması amaçlandı. Behçet hastalığının önemli bir bulgusu olan vaskülitin paterji histopatolojisinde sıklığının araştırılması birincil hedefti. Gereç ve Yöntem Deri ve Zührevi Hastalıkları polikliniğine başvuran ve Uluslararası Çalışma Grubu kriterlerine göre Behçet hastalığı tanısı konulan 42 paterjisi pozitif, 46 paterjisi negatif olan toplam 88 hasta değerlendirmeye alındı. Çalışmada yer alan hastalarının demografik özellikleri, başvuru şikayeti, aile öyküsü, paterji testi pozitiflik oranı ve direkt immünfloresan işleminin sonuçları not edildi. Paterji testi pozitif ve paterji testi negatif olan hastaların histopatolojilerinde vaskülit mi, vaskülopati mi olduğu tespit edildi ve iltihabi reaksiyon histopatolojik şiddetine göre bir ile üç arasında skorlandı. Histopatolojide perivasküler alandaki nötrofil, lenfosit, eozinofil ve mast hücrelerinin sayımı yapılarak yüzde olarak kaydedildi. Bulgular Çalışmaya katılan 88 Behçet hastasının 45'i kadın, 43'ü erkek hastaydı. Olguların yaş ortalaması 30,17±8,65 idi. Paterji testi pozitif 42 hastanın 23'ünde histopatolojik olarak vaskülit saptanırken, paterji testi negatif 46 hastanın 18'inde histopatolojik olarak vaskülit saptandı. Paterji testi pozitif olanlarda histopatolojisinde vaskülit görülme oranı paterji testi negatif olanlara göre istatistiksel olarak anlamlı farklı değildi (p=0,14). Çalışmamızda özellikle erkek cinsiyet ile üveit arasında ilişki sınırda anlamlı ve paterji pozitifliği ile üveit arasında da ilişki anlamlı saptanmamış olmasına rağmen histopatolojide vaskülit görülmesi ile üveit arasında anlamlı ilişki saptandı (p=0,023). Sonuç Paterji fenomeninin Behçet hastalığının tanısını koymada sensitiviteyi artırdığı ve gerçek hastaları yakalamadaki başarısının oldukça yüksek olduğu bilinmektedir. Fakat değerlendirmenin sadece klinik olarak yapılması testin yanlış pozitif veya yanlış negatif yorumlanması riskini doğurmaktadır. Çalışmamızdan yola çıkan sonuçlarla histopatolojinin paterji testinin klinik olarak şüphe oluşturan ve özellikle negatif paterji testi olan olgularda klinik değerlendirmeye katkı sağlayacağını düşünmekteyiz. Belki de paterji testinin gerçek değeri bu yaklaşımla daha iyi anlaşılabilir.
  • Öğe
    Psoriasisli hastalarda hastalığın başlangıç yaşı, aile öyküsü ve lezyon yaygınlığı arasındaki ilişki serum prolaktin düzeyleri
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2003) Taşkentli, Lale; Mevlitoğlu, İnci
    Çalışmamıza, Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Dermatoloji polikliniğine Kasım 2002 ile Temmuz 2003 tarihleri arasında başvuran 115 hasta kabul edildi. Bu hastaların 75 'i psoriasis tanısı almıştı ve diğer 40 kişi kontrol grubunu oluşturdu. Hasta ve kontrol grubundaki kişilerin yaşlan, cinsiyetleri ve serum prolaktin (PRL) düzeyleri kaydedildi. Hastalar, psoriasis başlangıç yaşı ve aile öyküsünde (AÖ) psoriasis bulunup bulunmadığı yönünden sorgulandı. Psoriasisin formu, yaygınlık derecesi ve artrit bulunup bulunmadığı kaydedildi. Psoriasis başlangıç yaşı, AÖ ve lezyon yaygınlığı arasındaki ilişki ve bununla birlikte serum PRL düzeyleri araştırıldı. 75 psoriasisli hastanın 22'sinde (% 29,3) AÖ'nde psoriasis vardı. Kontrol grubundaki 40 hastadan l'inde (% 2,5) AÖ pozitifliği vardı. Psoriasisli hastaların ailelerinin diğer bireylerinde psoriasis görülme riskinde, psoriasisli olmayan hastalara göre istatistiksel olarak anlamlı bir fark vardı. 30 psoriasisli erkek hastadan 9'unda (% 30) AÖ pozitif iken, 45 kadın hastadan 13'ünde (% 28,9) AÖ pozitifliği saptanmıştır. Psoriasisli hastalarda, AÖ pozitifliği açısından cinsiyetler arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunamadı. 75 psoriasisli hastadan 49'unda (% 65,3) erken başlangıçlı psoriasis, 26'smda (% 34,7) ise geç başlangıçlı psoriasis mevcut idi. Psoriasis başlangıç yaşı ile cinsiyet arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunamadı. Erken başlangıçlı psoriasis olgularının 21 'inde (% 42,9), geç başlangıçlı psoriasis olgularının ise l'inde (% 3,8) AÖ pozitifliği mevcut idi. Yine AÖ pozitif olan hastaların % 95,5'i erken başlangıçlı, % 4,5'i ise geç başlangıçlı idi. Erken ve geç başlangıçlı psoriasis hastalan arasında AÖ açısından istatistiksel olarak anlamlı fark vardı. 49 erken başlangıçlı psoriasis olgusunun 2 l'inde (% 42,9) yaygın seyir görülürken, 26 geç başlangıçlı psoriasis olgusunun hiçbirinde yaygın seyir mevcut değildi. Yani, yaygın seyir görülen vakalann tamamı erken başlangıçlı idi. Erken ve geç başlangıçlı psoriasis hastalan arasında lezyon yaygınlığı açısından istatistiksel olarak anlamlı fark vardı. Erken başlangıçlı psoriasis ile birlikte AÖ pozitifliği olan 21 hastadan 14'ünde (% 66,7) yaygın seyir görülürken, erken başlangıçlı psoriasisi olan ancak AÖ olmayan 28 54hastadan 7' sinde (% 25) yaygın seyir mevcut idi. Erken başlangıçlı psoriasisli hastalarda AÖ varlığında, erken başlangıçlı ancak sporadik vakalara göre yaygın seyir görülmesi anlamlı şekilde yüksekti. Psoriasisli hasta grubumuzda 3 bayan hastada serum PRL düzeyinde yükseklik tespit edildi. Kontrol grubundaki tüm hastaların serum PRL düzeyleri normal sınırlarda idi. Psoriasisli hasta ve kontrol grubunun serum PRL düzeyleri karşılaştırıldığında, hem erkek hem de bayan hasta gruplarında PRL düzeylerinde istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı.
  • Öğe
    Çocukluk çağı atopik dermatitinde total IgE, eozinofili, prick ve yama testi sonuçlarının değerlendirilmesi ve önemi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2002) Şentürk, Elif; Mevlitoğlu, İnci
    Atopik dermatitin patogenezinde rol oynayabilen inhalant ve gıda allerjenleriyle prick test yapıldı. Çeşitli kontakt allerjenlerle yama testi yapıldı. Total IgE ve eozinofıli düzeyleri ölçüldü. Total IgE, eozinofili düzeyleri ve ailesel atopik mukozal hastalık ile PT- YT'i ilişkisi araştırıldı. Çalışmaya Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Dermatoloji polikliniğine Nisan 2001 ile Mayıs 2002 tarihleri arasında başvuran 75 hasta dahil edildi. Bu hastaların 50' si AD tanısı alan ve 25' i AD dışı dermatolojik problemleri olan hastalardan oluşmaktaydı. Tüm hastalara 49 allerjenle PT, 22 allerjenle YT'i yapıldı, serum total IgE ve eozinofili düzeyleri bakıldı. Sonuçlar "Ki Kare Testi " ve bağımlı gruplar için "Mc Nemar Testi " ile istatistiki olarak değerlendirildi. AD' li 50 olgunun 27'sinde (%54) PT pozitif, 22'sinde (%44) YT'i pozitif, 28'inde (% 56) total IgE düzeyi artmış, 9'unda (%18) eozinofili tesbit edilmiştir. PT pozitif olan hastaların % 70,4'ünde total IgE düzeyi yüksekti, % 29,6'sında eozinofili mevcuttu. % 29,6'smda ARK, % 1 1,1 'inde astım, % 37'sinde ailesel atopi anamnezi vardı. PT pozitifliği ile total IgE ve eozinofili düzeyleri arasında pozitif bir ilişki vardı. Ama bu ilişki kişisel ve/ veya ailesel atopi varlığı ve PT pozitifliği arasında yoktu. Çalışma ve kontrol gruplarının pozitif PT sonuçlan karşılaştırıldığında arada istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı. YT'i pozitif olan hastaların % 50'sinde total IgE düzeyi yüksekliği, % 13,6'sında eozinofili, % 22,7'sinde ARK, % 9,1'inde astım, % 40,9'unda ailede atopi hikayesi vardı. YT' i pozitifliği ile total IgE, eozinofili düzeyleri, kişisel ve/ veya ailesel atopi arasında (-) korelasyon tesbit edildi. Çalışma ve kontrol grubu pozitif YT' i sonuçları karşılaştırılmasında istatistiksel olarak anlamlı fark vardı. 6525 kişilik kontrol grubunun % 36'sında PT, % 16'sında YT'i pozitifliği, % 4'ünde total IgE yüksekliği saptanmıştır. Hiçbir olguda eozinofıli görülmemiştir. Çalışma ve kontrol grubu total IgE yüksekliği ve eozinofıli düzeyleri karşılaştırıldığında sonuçlar istatistiksel olarak anlamlı bulundu. Çalışma grubunda total IgE düzeyi yüksek olan hastaların % 57,1 4'ünde, eozinofilisi olanların % 55,56'smda kişisel ve/ veya ailesel atopik mukozal hastalık vardı. İstatistiksel olarak saf AD'lilere göre AD'ye ek olarak kişisel ve/ veya ailesel atopik mukozal hastalığı olan grup arasında total IgE ve eozinofili düzeyi açısından anlamlı fark yoktu.
  • Öğe
    Behçet hastalığında serum östradiyol, dehidroepiandrosteron sülfat, total testosteron, serbest testosteron seviyeleri
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 1997) Poyraz, Huriye; Mevlitoğlu, İnci
    Çalışmamızda Behçet hastalarında serum E2, TTes, STes, DHEA-S düzeyleri incelendi. Kadın hasta grubuna ait E2 64.7036 ± 52.022, TTes 0.4572 ± 0.358, STes 2.0729 ± 2.094, DHEA-S 120.4321 ± 86.318; kadm kontrol grubuna ait aynı değerler sırasıyla 120.0036 ± 105.916, 2.2307 ± 3.606, 2.6050 ± 2.001, 213.3929 ± 136.895 bulundu. Hasta ve kontrol grubu karşılaştırıldığında serum E2, DHEA-S, TTes, STes düzeylerinin ortalamaları hastalarda kontrol grubuna göre düşük bulunmakla birlikte; hastaların TTes hariç diğer hormon düzeyleri normal sınırlar içinde tesbit edilmiştir. Kadın hastaların E2, DHEA-S, TTes düzeylerinin kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı derecede düşük bulunduğu, ancak, STes düzeyleri arasında anlamlı fark bulunmadığı saptandı (p=0.017, p=0.004, p=0.015, p=0.335). Erkek hasta grubuna ait E2 31.1409 ± 16.426, TTes 4.6368 ± 2.595, STes 23.3436 ± 9.385, DHEA-S 213.8136 ± 1 1 1.982; erkek kontrol grubuna ait aynı değerler sırasıyla 44.9545 ± 15.521, 6.3459 ± 2.799, 19.9714 ± 10.130, 258.6136 ± 133.078 bulundu. Hasta ve kontrol grubu karşılaştınldığmda serum E2, DHEA-S, TTes, düzeylerinin ortalamaları hastalarda kontrol grubuna göre düşük STes düzeyinin ise yüksek bulunmasına rağmen, hastaların 4 hormonun serum düzeylerinin de normal sınırlar içerisinde olduğu tesbit edilmiştir. Erkek hastaların E2, TTes düzeylerinin kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı derecede düşük bulunduğu, ancak DHEA-S, STes düzeyleri arasında anlamlı fark bulunmadığı saptandı (p=0.006, p=0.042, p=0.234, p=0.259).
  • Öğe
    Rekürran aftöz stomatitde serum demir, total demir bağlanma kapasitesi, B 12 vitamini ve folik asit düzeyleri
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 1998) Özkardeş, Ayfer Kaya
    Rekürran aftöz stomatit oral kavitenin en sık rastlanılan ülseratif hastalığıdır. Her hasta muhtemel sebepler yönünden araştırılmalıdır. Demir, B12 vitamini, folik asit eksiklikleri ve total demir bağlama kapasitesindeki artış predispozan faktörler olabilir. Bu çalışmada, rekürran aftöz stomatiüi 64 hasta ve kontrol grubu olarak 38 kişi serum demir ve total demir bağlama kapasitesi, 42 kişi serum B 12 vitamini ve folik asit yönünden tarandı. Serum demir düzeyi hasta grupta % 57.8 ve kontrol grubunda % 31. 5 düşük bulundu. Total demir bağlama kapasitesi hasta grupta % 9.3 ve kontrol grubunda % 5.2 artmış bulundu. Serum B12 vitamin düzeyi hasta grupta % 21.8 ve kontrol grubunda % 7.1 düşük bulundu. Serum folik asit düzeyi hasta grupta % 3.1 ve kontrol grubunda % 2.3 düşük bulundu.
  • Öğe
    Psöriasis hastalarında obezite ilişkili melanokortin 4 reseptör gen mutasyonunun araştırılması ve bunun hastalığın başlangıç dönemi ve hastalık şiddeti ile ilişkisinin incelenmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2019) Özdemir, Aslıhan; Özer, İlkay
    Bu çalışmada psöriasis vulgarisli hastalarda obezite ile ilişkilendirilmiş melanokortin 4 reseptör gen mutasyonu olup olmadığı araştırılarak, bu mutasyonun psöriasisin başlangıç dönemi ve eşlik eden ek hastalıklar ile ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlandı. Gereç ve Yöntem Deri ve Zührevi Hastalıkları polikiliniğine başvuran, histopatolojik ve/veya klinik olarak psöriasis vulgaris tanısı konmuş olan 101 hasta çalışmaya dahil edilerek hastalarda melanokortin reseptör geni mutasyon analizi yapıldı. Çalışmada yer alan psöriasis hastalarının dermografik özellikleri, ek sistemik hastalıkları, bel ve kalça çevresi, vücut ağırlığı, boy uzunluğu, vücut kitle indeksi değerleri kaydedildi. Bulgular Çalışmaya katılan 101psöriasis vulgaris hastasının 50'si kadın 51'i erkek idi. Yaş ortalamaları 41,99±12,60 idi. Hastaların medyan VKI değeri 28,2±5,27 bulundu. Çalışmada yer alan 101 hastanın 6'sında melanokortin 4 reseptör gen mutasyonu saptandı. Mutasyon saptanan hastaların 5(%83)'i erken başlangıçlı, 1(%17)'i geç başlangıçlıpsöriasis grubundaydı. Erken ve geç başlangıçlı hastalar arasında mutasyon görülme sıklığı anlamlı düzeyde farklı bulunmadı (p=0,84). Geç başlangıçlı psöriasis hastalarında diyabet, hipertansiyon ve hiperlipidemi görülme sıklığı erken başlangıçlı gruba göre anlamlı düzeyde yüksek bulundu (sırası ile p=0,001, p=0,01, p=0,039) Sonuç Sonuçlarımız melanokortin 4 reseptör mutasyonunun görülme sıklığının erken ve geç başlangıçlı hastalar arasında farklı olmadığını gösterdi. Melanortin 4 reseptör gen mutasyonun psöriasis gelişimde ve progresyonunda rolünün ortaya konabilmesi için daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.
  • Öğe
    Psoriazis vulgaris hastalarında kontakt duyarlılık
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2006) Kucur, Meliha Kısa; Enderoğlu, Hüseyin
    Psoriazis, keskin sınırlı, eritemli plak veya papüller üzerinde yerleşmiş parlak, sedefi beyaz skuamlarla karakterize, genellikle simetrik yerleşimli, kronik inflamatuar bir deri hastalığıdır. Etyopatogenezi kesin bilinmeyen hastalığın genetik bir zeminde endojen ve ekzojen ajanların tetikleyici etkisiyle, özellikle de antijen sunan hücreler aracılığı ile T hücre aktivasyonu ve T hücrelerinin farklılaşmasındaki sapma ile ortaya çıktığı ileri sürülmektedir. Alerjik kontakt dermatit ise T hücre aracılı geç tip aşırı duyarlılık sonucu oluşan klinik bir tablodur. Önceden duyarlanılmış olan allerjen bir madde ile tekrar karşılaşıldığında gelişir ve yama testi, hastalığın tanısında yardımcı bir yöntem olarak kullanılmaktadır. Her iki hastalığın etyopatogenezinde de T lenfositleri ve Langerhans hücrelerinin rol alması, psoriaziste sağlam deriye uygulanan fiziksel ve kimyasal travmalarla lezyon oluşabilmesi, lezyonların süresi, hastalığın prognozu, kaşıntının şiddeti ve bazı psoriazis hastalarının tedaviye dirençli olması gibi nedenler altta yatan ve hastalığı başlatan ya da alevlendiren kontakt bir allerjen bulunabileceğini düşündürmektedir. Bu verilere dayanarak 35' i kadın, 15' i erkek 50 psoriazis hastasına ve 21 'i kadın, 14'ü erkek 35 kontrol olgusuna Avrupa standart serisi ile yama testi uygulanarak kontakt duyarlılık oranları karşılaştırıldı. Verilerin istatistik değerlendirmesi için Ki-kare, t test ve beklenen frekansın 5 'ten küçük olduğu dört gözlü tablolarda Fisher'in kesin Ki-kare testi kullanıldı. Psoriazisli hasalarda pozitiflik oranı %40 iken kontrol grubunda bu oran %31,4 idi (p=0,419). Hastalık süresi 5 yıldan uzun olanlarda ise 5 yıldan kısa olanlara göre daha yüksek oranda duyarlılık saptandı (p=0,038). Psoriazisli hastalarda en sık potasyum dikromata duyarlılık saptanırken kontrol grubunda en sık saptanan allerjen nikeldi. Psoriazisli hastalar ile kontrol grubu arasında kontakt duyarlılık açısından anlamlı bir fark saptanamamışken hastalık süresi 5 yıldan uzun sürenlerde yüksek oranda yama testi pozitifliğine rastlandı. Bu durum, bu hastaların yenilere göre çok daha çeşitli tedaviler almasına bağlandı. Literatürde, kullanılan topikal ilaçların da kontakt duyarlanma oluşturarak tedaviye direnç gelişmesine neden olabileceği bildirilmektedir. Bu nedenle seçilmiş hastalara 53psoriazis tedavisinde kullanılan ilaçlan da içeren genişletilmiş serilerle yama testi yapılması ve hastaların saptanan allerjenlerden sakınması tedaviye yardımcı olabilir.
  • Öğe
    Behçet hastalığında HLA-B51 pozitifliği ile klinik bulgular, paterji reaksiyonu ve hastalık başlangıç yaşı arasındaki ilişkileri
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2006) Kaya, Esengül; Mevlitoğlu, İnci
    Behçet hastalığı (BH), ülkemizin de dahil olduğu ipek yolu coğrafyasında sık görülen kronik, multisistemik bir hastalıktır. Hastalığın patogenezine ilişkin çalışmalarda genetik duyarlılık suçlanmış olmakla birlikte HLA-B51 dışında bir ilişki günümüze kadar gösterilememiştir. BH'mn farklı kişilerde farklı seyretmesi ve klinik bulguların intermitant olması nedeniyle hastalığın multigenetik olduğu düşüncesine varılmıştır. Bu çalışmada da HLA-B51 pozitifliğinin klinik bulgular üzerindeki etkisini araştırmak amaçlandı. BH'ı olan 60 hastanın dermatolojik ve oftalmolojik muayeneleri yapılarak HLA-B51 antijen tayini ve paterji testi istendi. Klinik bulgular, paterji testi, şikayetlerin başlangıç yaşı ile cinsiyet ve HLA-B51 antijeni arasındaki ilişkiler incelendi. Ayrıca 100 sağlıklı kişide HLA-B5 1 antijeni tayini yapıldı. Erkeklerde cilt tutulumu kadınlara oranla daha yüksek gözlendi. HLA-B51 antijeni oram hasta grubunda sağlıklı kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde daha yüksek tespit edildi. HLA-B51 antijeninin şikayetlerin başlangıç yaşma etkisi olmadığı görüldü. HLA-B51 pozitifliği ile paterji pozitifliği arasında ilişki tespit edilemedi. Cinsiyetle HLA-B5 1 arasında ilişki yoktu. Klinik bulgular ile HLA-B51 antijeni arasındaki ilişki incelendiğinde ise sadece cilt tutulumu anlamlı ilişki gözlendi. Elde edilen sonuçlarla HLA-B51'in etyopatogenezde önemli bir yeri olduğu bazı klinik tutulumlar üzerinde etkisinin olabileceği ancak prognoz üzerinde belirgin etkisinin olmadığı düşünüldü.
  • Öğe
    Psoriasis vulgarisli hastalarda lunula yokluğu
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2011) Kaplan, Meltem; Mevlitoğlu, İnci
    Psoriasiste tırnak tutulumu %10-55 gibi değişen oranlarda bildirilmiştir. Tırnak psoriasis şiddet indeksi (NAPSI) tırnak matriks ve yatak bulgularını değerlendirmektedir fakat lunula tutulumu hakkında bilgi vermemektedir. Psoriasis vulgarisli hastalarda lunula tutulumu hakkında literatürde herhangi bir çalışma yoktur. Bizim çalışmamızda psoriasis vulgaris, alopesi areata ve normal sağlıklı bireylerden oluşan 3 grupta tırnak matriks ve yatak tutulumu ile lunula boyları arasındaki ilişki incelendi. Her bir gruba 100'er adet vaka alındı. Tırnak ve lunula boyları digital dermoskopi cihazıyla milimetrik olarak ölçüldü. Veriler istatistiksel olarak analiz edildi. Buna göre; tüm el tırnaklarında tırnak boyu arttıkça lunula boyu da orantılı biçimde artmaktaydı. Erkeklerde lunula boyları kadınlarınkinden yüksek bulundu. Sağ ve sol ekstremiteler arasında ise lunula boyları bakımından fark yoktu. Vaka grupları arasında el 1. parmak hariç tüm el parmaklarında ise en düşük lunula boy median değeri sağlıklı bireylerdeydi. Matriks skoru tüm vaka gruplarında en düşük sağlıklı bireylerde saptandı. El 1 ve 2. parmaklar dışındaki tüm parmaklarda ise en yüksek matriks skoru psoriasis grubundaydı. Matriks skoru cinsiyetler ve sağ-sol ekstremiteler arasında farklı değildi. Psoriasis vulgarisli hastalarda el 1.ve 2. parmak dışında diğer parmaklarda matriks skoru artarken lunula boyları da artmaktaydı. Tüm gruplar arasında yatak skoru en yüksek olan psoriasis vulgarisli hastalardı. Alopesi areata ve sağlıklı bireylerde ise skorlar benzerdi. Yatak skoru cinsiyetler ve sağ-sol ekstremiteler arasında farklı değildi. Alopesi areatalı hastalarda matriks ve yatak skoru arttıkça lunula boyları artmamaktaydı. Bu verilere göre; psoriasis vulgariste lunulanın öne doğru büyümesi, tırnakta matriks tutulumunun bir bulgusu olarak değerlendirilmelidir. Alopesi areata ve sağlıklı bireylerde lunula boyunun matriks tutulumu ile kuvvetli bir ilişkisinin olmaması, psoriasisteki matriks tutulumu ile lunula boyunun artışı arasındaki ilişkiyi destekler niteliktedir. Psoriasis vulgariste lunula boyunun artmasının prognostik önemi ve tedaviyle olan ilişkilerinin belirlenmesi, açısından ileri çalışmaların yapılmasına ihtiyaç duyulmaktadır.
  • Öğe
    Psoriasisli hastalarda serum adenozin deaminaz düzeyleri
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 1998) Hoşgör, Özgür; Endoğru, Hüseyin
    Bu çalışmada psoriasis patogenezinde primer rol oynadığı düşünülen T hücre aktivasyonunun nonspesifik markın olarak kabul edilen ADA'nm serum düzeyleri ölçülerek hastalığın takibinde kullanılabilecek bir markır olup olmayacağı araştırıldı. 43 plak, 5 guttat, 4 nümüler ve 1 eritrodermik psoriasisli, toplam 53 hastada ve 30 sağlıklı kişide serum ADA düzeyleri çalışıldı. Psoriasisli hastalarda serum ADA değerleri kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulundu. Serum ADA değerleri ile PASI skoru, cinsiyet, aile öyküsü, tırnak tutulumu, kaşıntı varlığı ve köbner pozitifliği arasında ilişiri bulunamadı. Psoriasis hastalarında serum ADA düzeyinin yüksek olması etyopatogenezinde öne sürülen T lenfosit aktivasyonunun primer rol oynadığı görüşünü desteklemektedir. Araştırmamız hem ADA'nın psoriasis için nonspesifik bir markır olabileceğini göstermiş hem de etyolojisi henüz bilinmeyen hastalığın asıl orijinine yönelmede yol gösterici bir çalışma olmuştur.
  • Öğe
    Metotreksat, siklosporin ile tedavi edilen psoriasisli hastalarda psoriatik tırnak değişikliklerinin NAPSI ile takip edilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2009) Gümüşel, Munise; Özdemir, Mustfafa
    Metotreksat ve siklosporin eskiden beri psoriasis tedavisinde kullanılan iki ajandır. Her iki ilacın tırnak psoriasisi üzerine olan etkinlikleri için yapılan çalışmalar sınırlıdır. Özellikle literatürlerde her iki ilacın tırnak psoriasisi üstüne olan etkinliğini NAPSI skalası ile takip edip karşılaştıran bir çalışma bulunmamaktadır. Çalışmamızda metotreksat ve siklosporin tedavilerinin psoriatik tırnak üzerine olan etkinliklerinin karşılaştırılmasını amaçladık. 34 psoriatik tırnak değişikliği olan psoriasis vulgarisli hasta çalışmamıza alındı. Hastaların demografik ve klinik özellikleri kaydedildi. İlaçlar hastalara randomize olarak verildi. İlaçların etkinliği NAPSI skoru ile kör bir gözlemci tarafından değerlendirildi. Veriler istatistiksel olarak analiz edildi. Metotreksat alan hastaların NAPSI skorunda başlangıca göre azalma %46.2 iken, siklosporin alan hastaların %38.5'ti. Metotreksat ve siklosporin tedavisinin psoriatik tırnak üzerine olan etkinlikleri NAPSI skoru ile karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı. Metotreksat grubunda el matriks skorunda, ayak matriks skorunda ve el yatak skorunda anlamlı azalma saptanırken, ayak yatak skorunda anlamlı azalma tespit edilmedi. Siklosporin grubunda el matriks skoru ve ayak matrix skorunda anlamlı azalma saptanmazken, el yatak ve ayak yatak skorunda belirgin azalma saptandı. Her iki tedavide psoriatik tırnak bulguları üzerine etkinlik sağlamaktadır. Bununla birlikte metotreksat hem matriks hem de yatak bulguları üzerine etkili bulunurken, siklosporin sadece yatak bulgularına etkili olarak saptandı. Bundan dolayı psoriatik tırnak için metotreksat tedavisinin daha uygun bir seçenek olduğunu düşünüyoruz. Yatak tutulumuna bağlı klinik bulgusu fazla olan hastalarda siklosporin tedavisinin kullanılabileceğini öneriyoruz.
  • Öğe
    Behçet hastalığının aktif ve inaktif fazında serum solubl interlökin-2 reseptör ve interlökin-8 düzeyleri
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2002) Ekinci, Zeynep Olcay; Endoğru, Hüseyin
    Bu çalışma Uluslar arası Behçet Çalışma Grubu Kriterlerine göre belirlenen 41 Behçet hastası ile sağlıklı 25 bireyden oluşan kontrol grubunda uygulandı. Çalışmada T hücre ve nötrofil fonksiyonlarındaki değişiklikleri araştırmak amacıyla sIL-2R ile İL- 8 düzeyleri ve yanı sıra hastalık aktivitesindeki rollerini belirlemek amacıyla ESR ve CRP düzeyleri hesaplandı. Aktif, inaktif ve kontrol gruplarında immünometrik yöntemle sIL-2R sonuçlan sırasıyla 457.5 ± 399.63, 545 ± 162, 463 ± 242.8 Ü/L, IL-8 sonuçlan sırasıyla 8.4 ± 46, 4 ± 232, 15 ± 261.7 Ü/L, ESR sonuçlan milimetrik Westergeren metodu kullanılarak sırasıyla 16.5 ± 15.5, 15 ± 13, 5±7ve CRP sonuçlan nefrometrik yöntem kullanılarak sırasıyla 8.5 ± 24.49, 3.8 ± 1 6, 3.8 ± 8.8 olarak bulundu. Aktif grupta inaktif grupla kıyaslandığında ESR değerlerinde anlamlı değişiklik bulunmazken, hasta grubundaki değerler kontrollere göre anlamlı olarak yüksekti (p< 001). CRP değerlerinde aktif ve inaktif hastaların değerleri arasında veya hasta grubuyla kontrol grubunun değerleri arasında anlamlı farklılık yoktu. sIL-2R değerlerinde ne aktif ve inaktif grup arasında ne de hasta ve kontrol grubu arasında anlamlı farklılık bulunmazken, hasta grubundaki IL-8 değerleri kontrol grubundaki değerlere nazaran belirgin olarak düşüktü (p<0,01). Ancak aktif hasta grubu ile kontrol grubu arasında veya aktif hasta grubu ile inaktif hasta grubu arasında anlamlı bir farklılık yoktu. Çalışma bulgularıyla Behçet Hastalığı'nda IL-2R ve IL-8 değerlerinin ölçülmesinin tek başına hastalık aktivasyonunu belirlemede kriter olamayacağı ve hastalık etyolojisini açıklamada yeterli olmadığı ancak aynı hasta grubunda hastalığın farklı fazlarındaki değerlerin karşılaştırılmasına yönelik ileri çalışmaların daha güvenilir olabileceği sonucuna varıldı.
  • Öğe
    Akne vulgarisin anksiyete ve depresyon üzerine etkisi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2003) Dursun, Recep; Balevi, Şükrü
    Çalışmada amaç, akne vulgarism anksiyete ve depresyon üzerine olan etkisini araştırmaktı. Yaşlan 14-30 arasında değişen (ortalama 20.81), adolesan ve genç erişkin dönemi, en az ilkokul mezunu, özgeçmişinde psikiyatrik tedavi öyküsü olmayan ve son onbeş gündür psikotrop ilaç kullanmayan, akne tedavisi almamış 63 kadın, 37 erkek olmak üzere 100 akne vulgarisli hasta ve 19 kadın, 9 erkek toplam 28 aknesi olmayan kontrol grubu çalışmaya alındı. Akneli hastaların akne şiddetleri, Global Akne Sınıfla ma Sistemine (GAGS) ne göre sınıflandı. Hastalara ve kontrol grubuna Hastane Anksiyete ve Depresyon (HAD) testi yapıldı. Hastalar 6 ay boyunca her ay kontrole gelmek üzere tedaviye alındı. 6 ay sonunda hastalara ve kontrol grubuna tekrar HAD testi uygulanarak tedavi öncesi ve sonrası hastalardaki anksiyete ve depresyon durumu kontrol grubuna göre karşılaştırıldı. Akneli hastalarda anksiyete ve depresyon tedavi sonrası kontrol grubuna göre anlamlı derecede azaldı. Hastaların anksiyete ve depresyonları ile akne şiddetleri arasında korelasyon yoktu. Akneli kadın hastalarda anksiyete, erkek hastalara göre daha şiddetli idi. Depresyon, tedavi öncesi erkek ve kadın hastalarda aynı oranlarda görülür ken, tedavi sonrası kadm hastalarda anlamlı olarak azaldı. Erkek hastalarda ise bir değişiklik görülmedi. Sonuç olarak, akne vulgarism adolesan ve genç erişkin dönemindeki erkek ve kadınların anksiyeteleri üzerine olumsuz etkisi görülmüştür (sırasıyla P=0.001 ve P=0.0005). Akne vulgarism, kadınların depresyonlarına olumsuz etkisi görülürken (P=0.002), erkeklerin depresyonları üzerine bir etkisi tespit edilememiştir (P=0.055). Akne vulgaris, kadm hastaların anksiyetelerini erkek hastalara göre daha çok şiddetlendirmektedir. Akneli hastaların tedavisi düzenli olarak yapılmalı ve hastanın akne karşısındaki psikososyal durumu dikkatle takip edilmelidir.
  • Öğe
    Sıçanlarda polidioksanon ip, hyaluronik asit dolgu ve botulinum toksin-A uygulamalarının deri ve bağ dokusu ile fotoyaşlanma üzerindeki etkilerinin araştırılması
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2020) Durmaz, Koray; Dursun, Recep
    Bu projede polidioksanon (PDO) ip, hyaluronik asit (HA) dolgu ve botulinum toksin-A (BTX-A) uygulamaları tek ve kombin kullanım yoluyla değerlendirilmiş olup, deri ve derialtı dokuda oluşturdukları olumlu ya da olumsuz değişimler, kombine uygulamalarında birbirleri üzerindeki sinerjistik ya da antagonistik etkileri, ultraviolet (UV) maruziyetiyle oluşan fotohasar ve fotoyaşlanma süreçlerinde bu etkilerin nasıl değişeceği incelenmiştir. Bu sayede insan derisindeki yaşlanmada seçilecek yönteme karar verilmesi için bakış açısı oluşturulması hedeflenmiştir. Yöntem Projemizde Wistar albino sıçanlar (2-5 aylık, 200-250 g ağırlığında, erkek, 20 adet 10'arlı 2 grup) çalışmaya alınmıştır. Sıçanların bakım ve beslenmeleri Necmettin Erbakan Üniversitesi KONÜDAM Deneysel Tıp Uygulama ve Araştırma Merkezi'nde yapılmıştır. Tüm sıçanların sırt derisi 5 eşit parçaya bölünüp 1-2-3-4-5 olarak numaralandırılmış ve sırt bölgeleri tıraşlandıktan sonra uygun anestezik ajanla genel anesteziye alınmışlardır. 1 nolu alan kontrol alanı olup buraya ip'siz iğne derialtına uygulanıp çıkarılmıştır. 2.alana PDO ip uygulaması deri altında Panniculus carnosus (PC) bölgesine uygulanmıştır. 3.alana HA maddesi intradermal dolgu olarak 0.02 ml uygulanmıştır. 4.alana PDO ip uygulaması ve aynı seansta HA 0.02 ml uygulaması yapılmıştır. 5.alana ise PDO ip ile beraber aynı seansta HA 0.02 ml ve BTX-A 1U olarak uygulanmıştır. İkinci gruptaki 10 sıçana ise aynı işlemler yine tek seferlik uygulanıp 320-400 nm dalga boyunda UVA, 138 mj/cm2 ve 290-320 nm dalga boyu olan UVB 130 mj/cm2 haftada 3 gün olmak üzere 12 hafta boyunca uygulanmıştır. Her 2 gruptaki sıçanların genel durumu haftalık olarak kontrol edilmiştir. Uygulama bölgeleri (ip aksında) ve çevresini de kapsayan doku örnekleri, transvers kesit histolojik değerlendirme ve PCR ekspresyon analizi için 5 mm punch biyopsi işlemi ile başlangıçta, 4. ve 12. haftalarda elde edilmiştir. Histopatolojik olarak epidermis ve dermis kalınlıkları, dermisteki kollagen ve elastinin kalitatif düzeyleri ve dizilimleri, neokollagenez ve yeni elastin sentezi, yabancı cisim granulomları, fibröz kapsül yapısı, histiosit ve dev hücre formasyonu, fibroblast sayıları, inflamatuar hücreler incelenmiş ve kıyaslamalı olarak değerlendirilmiştir. Kollagen 1 (Col1A1), Kollagen-3 (Col3A1), elastin, matriks metalloproteinaz (MMP) 2 ve 9, Nüklear faktör kappa B (NF-κB), interlökin-6 (IL-6) değerleri RT-QPCR ile ölçülmüştür. İstatistiksel hesaplamalarda histopatolojik değerlendirme için SAS University Edition 9.4 programı kullanılarak yapılmış ve RT-qPCR analizi için web tabanlı "RT² Profiler™ PCR Array Data Analysis" programı kullanılmıştır. p<0.05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edilmiştir. Bulgular Çalışma 18 sıçanla tamamlanmıştır. Histopatolojik olarak solar elastoz UV alan grupta anlamlı olarak yüksek çıkmıştır. Tüm uygulama alanlarında kollajenin kalitatif düzeyi ve organizasyonu kontrol alanı olan 1. alana kıyasla yüksek bulunmuştur. UV alan deney grubunda UV almayan kontrol gruba kıyasla kollajen histopatolojik olarak daha az ve daha dezorganize saptanmıştır. PCR incelemede Col1A1 ve Col3A1 düzeylerinde UV uygulamasının etkisiyle anlamlı düşüşler gözlenmiştir. İnflamasyon ve vaskülarizasyonda kontrol alana göre materyal uygulanan alanlarda anlamlı artışlar gözlenmiştir. Histopatolojik olarak kapsül yapısı, dev hücre granülomu ve yabancı cisim reaksiyonu da madde uygulanan alanlarda gözlenmiş ve gösterilmiştir. Sonuç Çalışma neticesinde yaşlanma ve fotoyaşlanmada etkili olabilecek PDO ip uygulama, HA dolgu maddesi ve BTX-A'nın deri ve derialtı dokuda meydana getirdikleri reaksiyonlar neticesinde kollajen liflerinin organize düzenlenmesi ve ekspresyonlarını artırması gösterilmiştir. Fotoyaşlanmayı gösteren solar elastozda ve NF-KB ekspresyonunda artış, tip 1 ve tip 3 kollajen düzeylerinde ise azalış anlamlı olarak gösterilmiştir. UV uygulanan grupta (fotoyaşlanma) tek başına dolgu uygulamasının, UV almayan grupta (fizyolojik yaşlanma) ip+dolgu kombine uygulamasının kronik dönemde (12.hafta) antiaging olarak daha effektif sonuçlar getirdiği gözlenmiştir.
  • Öğe
    Akne vulgarisli hastalarda polikistik over insidansı ve hormonal değişiklikler
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 1996) Dönmez, Süleyman; Endoğru, Hüseyin
    Yaşlan 17-35 arasında değişen (ortalama 22,2), akne lezyonları beş yıldan daha uzun süredir devam eden veya menstruasyon başlangıcından en az beş yıl sonra başlayan 100 kadın hastada polikistik over insidansı araştırıldı, Bu hastalarda FSH, LH, DHEA-S, TT ve PRL hormonlarının serum düzeylerine bakıldı. Aynı zamanda akne lezyonlarının şiddeti menstrual disfonksiyon, hırsutismus bulgulan da değerlendirildi. Yaşları 18-36 arasında değişen (ortalama 24,8) akne ve androgenizasyon bulgusu olmayan 41 kadın kontrol grubu olarak alındı. Akne vulgarisli kadınlarda pelvik ultrasonografik incelemede 100 hastanın %44'ünde (44 hasta) polikistik over saptandı. Kontrol grubunda yapılan incelemede ise, 41 sağlıklı kadının %12'sinde (5 kadın) polikistik over tespit edildi. Hasta grubu ile kontrol grubunun polikistik over oranları arasındaki fark istatistiksel olarak yüksek derecede anlamlı bulundu. Akne vulgarisli hastaların FSH, LH, LH/FSH, TT ve PRL düzeylerinin, kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulunduğu, ancak DHEA-S düzeyleri arasında anlamlı fark bulunmadığı saptandı. Akne vulgarisli hastalar içinde, polikistik overli olan hastalarda LH ve LH/FSH oram polikistik overli olmayan hastaların oluşturduğu gruptan istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulundu. Çalışmamızda 100 akne vulgarisli hastada %41 oranında hirsutismus, %28 oranında menstrual disfonksiyon saptandı. Ayrıca polikistik overli olan ve olmayan akne vulgarisli hastalarda hirsutismus ve menstrual disfonksiyon oranları karşılaştırıldığında, hirsutismus oranı istatistiksel olarak anlamlı bulunurken, menstrual disfonksiyon için fark anlamlı bulunmadı.
  • Öğe
    Puva ve dar bant uvb fototerapilerinin derideki etkilerinin dermoskopla izlenmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2009) Deniz, Fatma; Balevi, Şükrü
    Dermatolojide artan sıklıkta kullanılmaya devam eden PUVA ve özellikle DB-UVB tedavilerinin dermoskopik olarak yan etkileri şimdiye kadar sadece nevüslerde incelenmiştir. Mevcut çalışmalarda ise derideki değişiklikler klinik, histolojik ve biyokimyasal olarak incelenmiştir. Bu nedenle UV ışınlarının derideki dermoskopik değişiklikleri yeterince bilinmemektedir.Çalışmamıza 30'u PUVA ve diğer 30'u da DB-UVB tedavisi alması uygun görülen ve en az 3 ay en fazla 8 ay düzenli olarak gelebilecek olanlar rastgele alındı. Bu çalışmada PUVA ve DB-UVB fototerapilerinin derideki vasküler, yapısal, papüler ve pigmentasyon değişikliklerini dermatoskopla değerlendirdik.Çalışmamızda tedaviye bağlı değişikliklerin tedavinin erken dönemlerinde başladığını ve zamanla klinik olarak belirginleşeceğini tesbit ettik. Her iki grupta da deltoidler ve skapulalar gibi güneş görmeyen alanlarda homojen blotch pigmentasyon , düzensiz blotch pigmentasyon, düzensiz granüler pigmentasyon, silik ağımsı pigmentasyon, belirgin ağımsı pigmentasyon ve lineer telenjiyektazi içeren yeni bölgelerin daha fazla oluşumu fototerapi sonucu ortaya çıktığını göstermektedir. Belirgin sulkuslar, silik sulkuslar ve romboid sulkuslar içeren yeni bölgeler PUVA grubunda deltoidler ve skapulalarda daha fazla görülmekte olup bunların oluşumunda fotokemoterapinin etkinliği rol oynamaktadır.Riski olan hastalar uzun vadede oluşacak fototerapi yan etkilerini önleyecek tedbirleri almak ve uygun tedavilerin düzenlenmesine katkıda bulunmak amacıyla dermoskopik olarak da değerlendirilmelidir. PUVA ve DB-UVB tedavilerinin kronik deri değişikliklerini ortaya koymak için daha uzun süreli ve daha geniş vaka serilerini içeren çalışmalara ihtiyaç vardır. Bu çalışmalar sonucunda fototerapinin neden olduğu değişiklikleri önleyebilecek yeni yöntemler bulunabilirse sık olarak bu tedavileri alma durumunda olan hastalar ve biz dermatologlar daha güvenli bir şekilde bu tedavileri uygulayabileceğiz.Sonuç olarak kronik değişiklikleri tesbit etmede şimdiye kadar kullanılan klinik, histolojik ve biyokimyasal incelemelere dermoskopi incelemesi de eklenerek daha ayrıntılı incelemeler yapılmalıdır. Bu çalışma bu konunun önemini ortaya koymak ve yeni çalışmalara ışık tutmak amacıyla yapılmıştır.
  • Öğe
    Kronik spontan ürtiker tanılı hastalarda NLO, TLO, ELO, MPV, CRP ile üAS7 ilişkisinin değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2019) Cihan, Sultan Gamze; Daye, Munise
    Kronik spontan ürtiker (KSÜ), sebebi bilinmeyen, altı haftadan uzun süreli tekrarlayıcı ürtika ve/veya anjiyoödem ile karakterize mast hücre kaynaklı bir deri hastalığıdır. KSÜ etiyolojisinde nötrofil, lenfosit, eozinofil ve trombositlerin rolü henuz açıklanmamıştır. Ayrıca son zamanlarda KSÜ'nün etiyopatogenezinde inflamasyonun rolü üzerinde de durulmaktadır. Bu çalışmada KSÜ tanılı hastalar ve sağlıklı populasyon arasında nötrofil-lenfosit oranı (NLO), trombosit-lenfosit oranı (TLO), eozinofil-lenfosit oranı (ELO), ortalama trombosit hacmi (MPV), c-reaktif protein(CRP) düzeylerinin karşılaştırılması ve bu parametrelerin hastalık şiddeti ile ilişkilerinin araştırılması amaçlandı. Konuyla ilgili sınırlı sayıda çalışma mevcut olup, bunun sonucunun KSÜ patogenezinin aydınlatılmasına katkı sağlayacagı düşünülmektedir. Gereç ve Yöntem Çalışmaya Meram Tıp Fakültesi Deri ve Zührevi Hastalıkları polikliniğine başvuran herhangi bir sistemik hastalığı, otoimmün hastalığı, malignitesi, infeksiyöz hastalığı ve ilaç kullanımı olmayan 64 KSÜ tanılı hasta alındı. Kontrol grubuna ise ürtiker atağı geçirmemiş, herhangi bir hastalığı olmayan ve ilaç kullanmayan, yaş ve cinsiyet olarak KSÜ hasta grubu ile homojen 64 sağlıklı kişi alındı. Hasta ve kontrol gruplarının hemogram değerlerinden NLO, TLO, ELO hesaplandı, MPV ve CRP değeri kayıt edildi. Hasta grubunun hastalık şiddetini belirlemek için yedi günlük ürtiker aktivite skoru (ÜAS7) kullanıldı. Hasta grubu ÜAS7'ye göre şiddetli ve hafif-orta olarak 2 grupta değerlendirildi. Araştırma verilerimizin istatistiksel analizinde ''SPSS for Windows version 16.0'' yazılımı kullanıldı. Bulgular Çalışmaya alınan 64 hastanın 39'u (%61) kadın, 25'i (%39) erkekti. Yaş ortalaması ve standart sapması 36,92±10,80 yıl idi. Hastalık süresi 31,84±32,36 ay idi. KSÜ'lü hastalarla sağlıklı kontrol grubu arasında NLO, TLO, ELO, MPV, CRP değerleri karşılaştırıldı. KSÜ hastalarında NLO ve CRP değerleri anlamlı olarak yüksek, MPV değerleri ise düşük bulundu (p=0,033, p=0,001, p=<0,001), ELO ve TLO değerleri ile istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı (p=0,059, p=0,085). KSÜ hastaları ÜAS7'ye göre hafif-orta ve şiddetli olarak iki grup olarak değerlendirildiğinde TLO, ELO ve MPV değerleri ile anlamlı ilişki saptanmamış olup, NLO ve CRP düzeyleri ile istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı (p=0,038,p=<0,001). Şiddetli grupta NLO ve CRP değerleri hafif-orta gruba göre anlamlı olarak yüksekti. NLO değerleri CRP ve ÜAS7 ile zayıf korele bulundu. CRP değerleri ile ÜAS7 arasında orta şiddette pozitif korelasyon saptandı. Sonuç Çalışmamızda KSÜ'lü hastalarda NLO ve CRP değerleri yüksek ve ÜAS7 ile pozitif korele bulundu. Hastalık şiddeti ile TLO, ELO, MPV arasında ilişki saptanmadı. NLO ve CRP'nin yüksek olması KSÜ'de inflamatuar sürecin varlığını göstermektedir. Bu parametrelerin ucuz ve rutin ölçümlerde kolay ulaşılabilir olmaları sebebiyle, KSÜ'de hastalığın şiddeti ve tedaviye yanıtını değerlendirmede kullanılabilecek belirteçler olabileceği kanaatindeyiz. KSÜ'de etiyopatogenezde inflamasyonun, nötrofillerin, eozinofillerin ve trombositlerin rolünü kanda ve dokuda başka belirteçlerle değerlendiren çalışmalara ve geniş hasta serilerine ihtiyaç bulunmaktadır.
  • Öğe
    Ocak 1990-Mayıs 1993 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Dermatoloji anabilim dalına başvuran 50 eritema nodozumlu hastada etyolojik değerlendirme
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 1994) Bozkürk, Müfide
    Bu çalışmada Ocak 1990 ile Mayıs 1993 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji kliniğinde Eritema Nodozum tanısı alan 50 hasta, yaş, cinsiyet,lezyonların lokalizasyonu ve muhtemel etyoloji yönünden araştırıldı. Çalışma grubumuzu oluşturan 50 hastanın 41'i kadın, 9'u erkekti. Hastaların yaş gruplarına göre dağılımına bakıldığında Eritema Nodozum'un en sık 31-40 yaş grubunda, 2. sıklıkta 21-30 yaş grubunda görüldüğü tespit edildi. Lezyonlar incelendiğinde, 50 hastanın 38'inde bacaklarda ve bilateral, 8'inde bacaklarda ve unilateral, 4'ünde alt ve üst ekstremitelerde yerleştiği tespit edildi. 50 vakanın 22'sinde etyoloji olarak Behçet hastalığı, 10'unda ÜSYE, 9'unda idyopatik Eritema Nodozum, 5'inde ilaç reaksiyonu, 2'sinde enfeksiyon, 1 vakada tbc, 1 vakada da hamilelik bulundu. Üç yıllık süre içerisinde polikliniğimize başvuran 36.750 hastada %0.10 oranında Eritema Nodozum saptandı.