Tez Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 76
  • Öğe
    Rüptüre olmuş intrakranial anevrizmalarda woven endobridge tedavisinin etkinliğinin değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2023) Yazar, Mehmet Emin; Koç, Osman
    Amaç: Rüptüre olmuş intrakranial anevrizma nedeniyle subaraknoid kanama gelişen hastaların tedavisinde çeşitli alternatifler bulunmaktadır. Çalışmamızda woven endobridge cihazı ile tedavi edilen rüptüre olmuş anevrizması bulunan hastaların klinik sonuçlarını ve oklüzyon oranlarını değerlendirerek tecrübelerimizi sunmayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: Aralık 2015-Mayıs 2022 tarihleri arasında hastanemize intrakranial anevrizmaya bağlı subaraknoid kanama ile başvuran ve girişimsel radyoloji departmanında WEB ile tedavi edilen 41 hastaya ait 42 anevrizma çalışmaya dahil edilmiştir. Tedavi sonrası ortalama 15 ay (aralık 1-83 ay) takip edilen hastaların Manyetik Rezonans anjiyografi ve dijital subtraksiyon anjiyografisi ile oklüzyon oranları ve 1. yıl takiplerinde modifiye Rankin Skorlaması ile klinik iyileşme durumları değerlendirilmiştir. Bulgular: Araştırmaya alınan hastaların 18’i erkek, 23’ü kadın (ortalama yaş: 53; aralık: 33–83) hastaya ait rüptüre olmuş 42 anevrizma WEB ile tedavi edildi Anevrizmaların ortalama çapı 5.3 mm, çap aralığı ise 3-10 mm’dir. Boyun genişliği ortalama 3.94 mm, aralık ise 2-7 mm idi. Anevrizmaların tamamı geniş boyunluydu (4 mm ve daha geniş boyunlu ve/veya kubbe/boyun oranı≤1,6 anevrizmalar). Anevrizmaların 17’si (%40) AComA, 14’ü (%33) MCA, 6’sı (%14) baziler tepe, 2’si (%5) ACA, 1’i (%2) İCA tepe, 1’i (%2) PİCA, 1’i (%2) PComA lokalizasyonunda yerleşmişti. Tüm hastalarda cihaz başarılı bir şekilde yerleştirilmiştir. Takip incelemeleri olan 25 hastanın 23‘ünde (%92) yeterli oklüzyon tespit edilmiştir. İki hastada anevrizma kalıntısı saptanmış ve hastalara tedavi önerilmiştir. Uzun dönem takiplerinde 13 hasta hayatını yitirmiştir. 17 hastada asemptomatik bir şekilde hayatına devam etmektedir (mRS 0). 7 hastada ise iyi klinik sonuç (mRS 1-2) mevcuttur. Hastalarda tedaviye bağlı morbidite ya da mortalite saptanmamıştır. Sonuç: WEB cihazının rüptüre olmuş, geniş boyunlu anevrizmalarda akut oklüzyon oluşturması, işlem sonrası antiplatelet tedavi gerektirmemesi, kısa ve uzun dönem takiplerinde yeterli oklüzyon sağlaması, rekanalizasyon oranlarının düşük olması sebebiyle uygun anevrizmalarda efektif bir tedavi seçeneği olduğu görülmektedir. Morbidite-mortalite oranlarının düşük olması, intraoperatif rüptür ve tromboembolik komplikasyonların az görülmesi güvenli bir tedavi yöntemi olduğunu doğrulamaktadır.
  • Öğe
    Beyin Tümörlerinde İzositrat dehidrogenaz-1 Genindeki Mutasyon ileKonvansiyonel Mrg ve Mr Spektroskopi Bulgularının Karşılaştırılması
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2023) Turhan, Ersen; Aydoğdu, Demet
    Amaç: Bu çalışmada IDH1-mutant ve IDH1-wild tip olgularda Konvansiyonel MR bulguları ve MR Spekroskopi metabolitlerinden Cho/Cr ve Cho/NAA oranları arasında anlamlı farklılık olup olmadığı araştırılacaktır. Aynı zamanda IDH1-mutant ve IDH1-wild tip olguların Konvansiyonel MRG ve MR Spektroskopi bulguları arasındaki korelasyonun varlığı ortaya konabilirse tedavi protokolünün belirlenmesinde yardımcı bir yöntem olarak kullanılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Araştırmamıza Ocak 2020 – Aralık 2022 tarihleri arasında primer beyin tümörü tanısı ve IDH1 mutasyon durumu histopatolojik olarak kesinleşmiş ve pre-postoperatif olarak MR Spectroskopi tetkik edilen 24 olgu dahil edilmiştir. IDH1 mutant ve wild tip olguların Konvansiyonel MRG bulguları ile Cho/Cr ve Cho/NAA metabolitleri arasında anlamlı farklılık olup olmadığı araştırılmıştır. Bulgular: Araştırmaya alınan 24 katılımcının 13’ü (%54,2) erkek, 11’i (%45,8) kadın idi. 17 hastanın histopatolojik inceleme sonucu glioblastom (%70,8), 6 hastanın vi astrositom (%25), 1 hastanın medullablostom (%4.2) idi. Hastaların IDH1 immunogenetik inceleme sonucunun 6 sı IDH1 pozitif (%25), 18 i IDH1 wild tip (%75) olduğu görüldü. Tümörün histopatolojik inceleme sonucu WHO Grade 1 ve 2 olanlar düşük grade , WHO Grade 3 ve 4 olanlar yüksek grade olarak kabul edildi (Çalışma grubumuzda WHO grade 1 olgumuz yoktu). Tümörün tek lobda yer alması unilateral, birden çok lobda veya karşı hemisferde de yer alması bilateral kabul edildi. Tümöre ait solid dokunun total volümünün kontrastlanmasının %50 ve daha az olması yok veya ılımlı kontrastlanma, %50 üzerinde kontrastlanmasının ise belirgin kontrastlanmış olduğu kabul edildi. Tümör dokusunun çevre yapılara bası yaparak orta hatta en az 5 mm lik shift oluşturduğu zaman kitle etkisinin şiddetli olduğu, çevre yapılara herhangi bir bası etkisi olmadığı veya orta hatta 5 mm den daha az shift oluşturması durumu ise kitle etkisinin yok veya ılımlı olduğu kabul edildi. Tümöre ait periferik vazojenik ödemin tümörün lokalize olduğu lob ile sınırlı olması veya hiç olmaması durumu ödemin yok veya ılımlı olduğu, birden çok lobda veya karşı hemisferde yer alması durumunda ise ödemin belirgin olduğu kabul edildi. MRG de tümörün görüntüleme özelliklerine göre malign olduğu düşünülenler yüksek grade, benign olduğu düşünülen olgular ise düşük grade olarak kabul edildi. 24 olgunun MR Spektroskopi incelemesinde Cho/Cr ve Cho/NAA metabolitlerinin oranları ile tümörün histopatolojik grade i, büyüme paterni, tümör sınırları, sinyal intensitesi, kontrastlanması, kitle etkisi, tümöre ait periferik vazojenik ödem, konvansiyonel görünüm (benign veya malign) özelliklerine göre karşılaştırma yapıldı. Yapılan karşılaştırmalı analizde Cho/Cr ve Cho/NAA oranları ile tümöre ait belirtilen özellikler arasında anlamlı istatistiksel fark bulunmamıştır (p>0.05). 6 IDH1 mutant ve 18 IDH1 wild tip olgunun histopatolojik grade i, büyüme paterni, tümör sınırları, sinyal intensitesi, kontrastlanması, kitle etkisi, tümöre ait periferik vazojenik ödem, konvansiyonel görünüm (benign veya malign), Cho/Cr ve Cho/NAA metabolitlerinin oranlarına göre karşılaştırma yapıldı. IDH1 mutant ve IDH1 wild tip olgular arasında Cho/NAA metabolit oranları arasında anlamlı istatistiksel fark saptanmıştır (p<0,05). İki olgu grubu arasında diğer MRG bulguları açısından anlamlı istatistiksel fark bulunmamıştır (p>0.05). vii IDH1 wild tip olguların Cho/NAA oranları IDH1 mutant olgulara göre anlamlı olarak yüksekti. IDH1 wild tip olgular ve IDH1 mutant olgular arasındaki Cho/NAA oranlarını ayırt etmek için belirlenen optimal cut-off değeri 1.15 olarak saptanmıştır. Sonuç: Araştırmamız IDH1 wild tip olguların Cho/NAA oranlarının IDH1 mutant olgulara göre anlamlı bir şekilde yüksek olduğunu göstermiştir. Böylelikle MR Spectroskopi incelemede Cho/NAA oranının, IDH1 wild tip gliomaların invazif olmayan bir şekilde IDH1 mutant glioma ayrımına izin verdiği sonucuna vardık.
  • Öğe
    Nazofarenks kanserlerinde evreleme F-18 FDG pet/BT görüntülemede volümetri̇k parametreleri-n prognosti̇k değeri
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2023) Erol, Çağlagül; Şahin, Özlem
    Amaç: Nazofarenks karsinomu (NFK) ülkemiz için non-endemik bölge olmasına rağmen, erken evrelerde bile tümörün persistan durumu, nüks ve metastaz yapma ihtimali yüksek olup, prognozu kötü olarak sonuçlanabilir. Kişiselleştirilmiş tedavi protokolü hastalık sağkalımını arttırmakla birlikte, hangi hastada daha agresif tedavi modaliteleri uygulanacağına dair henüz bir yöntem bulunmamaktadır. Bu çalışma ile, evreleme F-18 Florodeoksiglukoz (FDG) pozitron emisyon tomografi/bilgisayarlı tomografi (PET/BT)’nin volümetrik paramaterelerinin hastalığın prognozunu öngörme başarısını saptamayı amaçladık. Gereç ve yöntem: Bu retrospektif çalışmaya, histopatolojik olarak NFK tanısı alıp, Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Nükleer Tıp Anabilim Dalı’nda Mayıs 2010-Temmuz 2021 tarihleri arasında tedavi öncesi evreleme amacıyla FDG PET/BT görüntülemesi, daha sonra Radyasyon Onkolojisi Anabilim Dalı tarafından definitif tedavisi yapılan toplam 62 hasta dahil edilmiştir. Hasta dosyaları retrospektif olarak incelenerek cinsiyet, yaş, sigara-alkol kullanım durumu, tümör evresi, nodal evre, hastalığın genel evresi, histopatolojik alt tipi, lokorejyonel nüks, uzak metastaz ve sağkalıma ait bulgular kaydedildi. Evreleme FDG PET/BT görüntülemede primer lezyon ve lenf nodundan ölçülen Maksimum Standardize Uptake Value (SUVmax), Ortalama Standart Tutulum Değeri (SUVmean), Metabolik tümör volümü (MTV) ve Tümör Lezyon Glikolizis (TLG) değerleri, NTR (Nodal to tumor ratio) oranı kaydedildi. Bu parametrelerin, hastalığın nüks, metastaz durumu ve sağkalımı öngörmedeki değeri araştırıldı. Bulgular: Araştırmaya 62 hasta dahil edilmiştir. Hastaların yaş ortalaması 49,6 ± 14,1 di. Hastaların 50’si (%80.6) erkek, 28’i (%45.2) sigara içiyordu. Alkol kullanan 1 (%1.6) hasta vardı. Tümür grade’ine göre 12 hasta (%19.4) keratinize, 9 hasta (%14.5) diferansiye nonkeratinize, 41 hasta (%66.1) ise indiferansiye-non keratinize olarak raporlanmıştı. Hastaların 18’i (%29) T1 evresinde, 27’si (%43.5) T2 evresinde, 6’sı (%9.7) T3 evresinde ve 11’i (%17.7) ise T4 evresindeydi. N evrelemesine göre ise 9 (%14.5) hasta N0, 9 hasta (%14.5) iv N1, 32 (%51.6) hasta N2, 10 (%16.1) hasta N3a ve 2 (%3.2) hasta ise N3b olarak sınıflanmıştı. Tümör büyüklüğü ve lenf nodu tutulumuna göre genel olarak bakıldığında ise hastaların 3’ü (%4.8) evre 1, 11’i (%17.7) evre 2, 28’i (%45.2) evre 3 ve 20’si (%32.3) evre 4A olarak sınıflanmıştı. Volümetrik FDG PET/BT parametreleri dikkate alındığında, lenf nodu (LN) SUVmax, LN SUVmean değerleri takiplerde uzak metastazı olan hastalarda anlamlı biçimde daha yüksek saptanmıştı (her biri için p<0.05). NTR değerleri ise takiplerde uzak metastazı olmayan hastalarda olan hastalara göre anlamlı biçimde daha düşüktü (p=0.022). Genel sağkalım, lokorejyonel nükssüz sağkalım ve uzak metastazsız sağkalım analizlerinde ise PET/BT volümetrik parametrelerle anlamlı ilişkisi saptanmamıştır. Sonuç: Yeni tanı NFK hastalarında tedavi öncesi evreleme FDG PET/BT volümetrik parametrelerinin prognostik değeri olup olmadığını araştırmak için planlanan ve yürütülen tez çalışmamızda, ölçülen volümetrik parametrelerin sağkalımda anlamlı bir ilişkisi kurulamadı. Bununla birlikte uzak metastazı öngörmede metastatik lenf nodundan ölçülen SUVmax, SUVmean ve yeni NTR değerinin anlamlı ilişkide olduğu saptanmıştır. Bu parametrelerin, anatomik evreleme ile birlikte kullanılması, prognoz açısından entegre risk değerlendirmesi yapılması ve prognozu kötü hastaların tedavi klasifikasyonu açısından yol gösterici olacaktır.
  • Öğe
    Pankreas lezyonlarının biyopsi uygulamalarında transabdominal ultrasonografi kılavuzluğunda perkütan çekirdek iğne biyopsi ve endoskopik ultrasonografi kılavuzluğunda aspirasyon biyopsi sonuçlarının değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2023) Rzayev, Farrukh; Turgut, Bekir
    Amaç: Çalışmamızın amacı, 22 gauge iğne kullanılarak endoskopik ultrason kılavuzluğunda ince iğne aspirasyonunun (EUS-İİA) ve 18 gauge iğne kullanılarak transabdominal ultrason kılavuzluğunda çekirdek iğne biyopsisinin (US-ÇİB) pankreas lezyonlarının teşhisi için tanısal performanısını karşılaştırmaktı. Buradan yola çıkarak pankreas lezyon biyopsilerinin gerçekleştirileceği yöntemin seçimine katkı sağlanması amaçlanmıştır. Gereç ve yöntemler: Kliniğimizde Ocak 2019 - aralık 2022 tarihleri arasında pankreas lezyonları nedeniyle US-ÇİB ve EUS-İİA yapılan hastaların verileri retrospektif olarak değerlendirildi. İşlem yöntemi, kullanılan iğne tipleri belirtildi. Arşivdeki patoloji ve sitoloji raporları değerlendirild. Biyopsi sonuçları benign, malign ve yetersiz olmak üzere 3 gruba ayrıldı. Çalışmaya dahil edilen toplam 229 hastadan 89'una EUS kılavuzluğunda ince iğne aspirasyonu (EUS-İİA) ve 140'ına US kılavuzluğunda çekirdek iğne biyopsisi (US-ÇİB) uygulandı. Çalışmaya dahil edilen 229 hastadan 102'sinde cerrahi sonuçlarının patolojik değerlendirilmesi, metastatik lezyonlardan alınan biyopsi sonuçları ve takip bulguları vasıtasıyla tanısal doğruluğu kanıtlandı. Doğrulanan sonuçlar gerçek pozitifler ve gerçek negatifler olarak gruplara ayrıldı. Bulgular: 229 hastaya biyopsi işlemi yapıldı (US kılavuzluğunda ÇİB, n = 140; EUS kılavuzluğunda İİA, n = 89). Hastaların yaş ortalaması 66 (56-74) yıl iken %54,6’sı erkekti. Örneklerin elde edildiği lezyonların %16,6’sı 2 cm’den küçük iken %56,8’i 2-4 cm arasında ve geriye kalan %26,6’sı 4 cm’den büyüktü. Lezyonların %59,0’ı pankreasın baş-unsinat proçesinde, %24,5’i gövdesinde, %16,6’sı ise kuyruğunda idi. Lezyonların %76,9’u solid, %15,3’ü kistik ve %7,9’u kompleks idi. İncelenen örneklerin %55,5’inde biliyer dilatasyon, %44,5’inde damar invazyonu mevcuttu. Örneklerin %25,8’inde metastaz mevcut olup %22,3’ü karaciğere, %6,6’sı peritona ve %3,5’i akciğere idi. İncelenen örneklerin %86,5’i patolojik inceleme için yeterli düzeydi idi. Örneklerin patolojik sonucunun %62,0’ı malign, %24,5’i benign ve %13,5’i yetersiz numune olarak geldi. Örneklerin 198'inde biyopsi işlemi başarıyla elde edildi (US-ÇİB, n = 135; EUS- İİA, n = 63). İşlemlerin 31'inde yetersiz örnek alımı geldi (US-ÇİB, n = 5; EUS-İİA, n = 26). US-ÇİB'nin doğruluk yüzdesi, yeterlilik oranı, ve sensitivitesi (sırasıyla %92.7, %96.4 ve %90.7) EUS-İİA'nınkine göre (%83.0, %70.8 ve %74.2) yüksek iken spesifiteleri eşitti (%100). Her iki modalitenin tanı verimi (örnek alma başarısı) ve tanısal doğruluk oranları karşılatırıldı. Tanı verimi, yöntemler arasında US-ÇİB'de EUS-İİA'ya göre daha üstün bulundu (sırasıyla %96.4, EUS-İİA'da ise %70.8 P<0.001). Ayrıca lezyon boyutu, yeri ve natürüne göre gruplara ayrıldıktan sonra karşılaştırmalar yapıldı. Lezyon boyutu <2 cm ve 2-4 cm olanlarda, baş-unsinat, gövde yerleşimi olanlarda, solid ve kistik natürlü olanlarda US-ÇİB yönteminde EUS-İİA'dan daha yüksek tanı verimi alındı. Bu açıdan boyutu >4 cm olan, kuyruk yerleşimli ve kompleks natürlü lezyonlarda istatiksel fark yoktu. Tanısal doğruluk oranlarına geldikte ise US-ÇİB'nin doğru tanı koyma başarısı EUS-İİA'nundan daha başarılıydı (%92.7'e karşı %83). Sonuç: Pankreas lezyonları için US-ÇİB'nin tanısal verimi ve tanısal doğruluğu EUS-İİA'nunkinden daha üstün bulunmuştur.
  • Öğe
    Perianevrizmal ödemi olan intrakranial anevrizmaların endovaskülertedavi ve takip sonuçları
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2023) Ak, Büşra; Kadıyoran, Cengiz
    Amaç: Beyin MR incelemesinde çevresinde vazojenik ödemi bulunan intrakranial anevrizmaları olan hastaların endovasküler tedavi ve takip sonuçlarını sunmayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: Ocak 2010 ve Mart 2022 tarihleri arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Radyoloji Anabilim Dalı Girişimsel Radyoloji Ünitesi'nde tedavi edilen 29 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Hastaların işlem öncesi klinik durumları Modifiye Rankin Skalası ile değerlendirilmiştir. Tedavi sonrası 1. ay, 6. ay, ilk yıl ve sonraki yıllarında kontrole çağrılmışlardır. Kontroller anevrizma doluşunu değerlendirmek için MR Anjiografi ve DSA ile yapılırken, ödem takibi Kontrastsız Beyin MR ile yapılmıştır. Bulgular: Çalışmaya 15'i(%51.7) erkek, 14'ü(%49.3) kadın, yaşları 31 ile 83 arasında değişen(ortalama 58.4) 29 hasta dahil edilmiştir. Anevrizma boyutları 5 mm ile 80 mm(parsiyel tromboze) arasında (ortama çap 26.03 mm) değişmekteydi. Dahil edilen hastaların 11'inde parsiyel tromboze anevrizma mevcuttu. 5 hastada tanı anında subaraknoid kanama saptandı. Anevrizmaların yerleşim yerleri; 10 MCA bifurkasyon(%35), 5 baziller arter(%16), 4 İKA(%14), 2 oftalmik arter(%7), 1 koroidal arter(% 3.5), 1 vertebral arter(% 3.5), 1 ACA-A1 birleşim yeri(% 3.5), 1 ACom(% 3.5), 1 SSA(% 3.5), 1 PICA(% 3.5), 1 PCA-P2 birleşim yeri(% 3.5), 1 MCA M2-M3 bileşkesi(% 3.5) olarak belirlendi. 2 hastada anevrizma ile birlikte intrakranial AVM saptandı. İşlem sonrası takip süresi ortalama 21 ay, süre aralığı 1-45 ay arasındaydı. Hastaların uzun dönem takiplerinde 21 hastada Modifiye Raymond-Roy sınıflamasına göre Tip 1(%100 oklüzyon) görülürken, 4 hastada Tip 2(boyunda rezidü) oklüzyon görülmüştür. Tekrar doluş gösteren 1 anevrizma WEB, 1 anevrizma akım çevirici cihaz ile tedavi edilirken, 2 hasta tedaviye gelmemiştir. 19 hastada ödem bulguları başlangıç MR'a göre azalırken, 5 hastada stabil kaldığı ve 1 hastada geçirilen infarkta bağlı arttığı görülmüştür. Uzun dönem takiplerinde 19 hasta asemptomatik olarak yaşamına devam ederken, 10 hasta ex olmuştur. Sonuç: Perianevrizmal ödem intrakranial anevrizmaların nadir karşılaşılan bir komplikasyonu olmakla birlikte çoğu zaman hastalar bizim çalışmamızda da olduğu gibi asemptomatik olabilir veya nonspesifik baş ağrısı ile başvurabilirler. Çalışmamızın sonucunda literatürle uyumlu olarak büyük ve dev boyutlu anevrizmaların, parsiyel tromboze anevrizmaların ödem açısından riskli grupta yer aldığını düşünmekteyiz. Endovasküler tedavi hem rüptür riskini ortadan kaldırmakta hem de çalışmamızda göstermiş olduğumuz gibi perianevrizmal ödemi azaltmaktadır. Anahtar Kelimeler: İntrakranial anevrizma, perianevrizmal ödem, endovasküler tedavi, MR görüntüleme
  • Öğe
    Akciğer kanseri tanılı hastalarda tedavi öncesi evreleme amaçlı yapılan 18F-FDG PET/BT görüntüleri ile beyin metabolizmasının değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2021) Şen, Ahmet Eren; Kaya, Buğra
    Amaç: Yapılan çalışmalarda kanserli dokunun sinir hücreleri vasıtasıyla beyin ile iletişim halinde olduğu, kanserin beyin tarafından regüle edilebileceği bildirilmiştir. Kanserli hastalarda beyin görüntüleme yapılarak bölgesel metabolik değişikliklerin kanser biyolojisi hakkında fikir verebileceği düşünülmektedir. Çalışmamızda akciğer kanseri tanılı hastaların beyin PET görüntülemeleri yapılarak bölgesel metabolik değişiklikleri saptamayı amaçladık. Gereç ve yöntem: Çalışmamıza evreleme amacıyla PET/BT görüntüleme yapılan 44 akciğer kanseri tanılı hasta ve malignite tanısı olmayan 17 kişi dahil edildi. Tüm bireylerin tüm beyin ve beyin sapı dahil olmak üzere 66 farklı beyin bölgesinin SUVmean değerleri not edildi. Ayrıca bu değerler tüm beyin ve beyin sapı SUVmean değerlerine oranlandı. Tüm ölçüm ve oranların her iki grup arasında farklılık olup olmadığına bakıldı. Hasta grubunun toplam tümör yükü hesaplanarak yaptığımız ölçümlerle korelasyonuna bakıldı. Ayrıca yine bu ölçümlerin patolojik alt tiplerle ilişkisi incelendi. Bulgular: Hasta grubumuzda çoğu beyin bölgesinin SUVmean değeri anlamlı olarak düşük hesaplandı. Ancak yapılan oranlamalarda bu sayı daha azdı. Özellikle frontal lob ve bazı bölümleri, inferior temporal gyrus ve cingulat ve paracingulat gyrus oranlarında anlamlı düşüklük saptandı. Kaudat nükleus ve pallidum oranları ise hasta grubunda yüksek saptandı. TLG ile korelasyonuna bakıldığında bazal gangliyonlar, sağ insula, amigdala ve sağ hipokampus oranlarında pozitif korelasyon tespit edildi. Negatif korelasyon gösteren bölgeler ise sol frontal lob ve bazı bölgeleri, bazı temporal ve parietal lob bölgelerinin oranlarıdır. Patolojik alt tipler üzerinden yaptığımız analizde ise küçük hücreli kanser grubunda TLG, sol pallidum ve sağ precentral gyrus oranı yüksek saptandı. Cerebellum, bazı frontal, temporal ve parietal lob bölgelerinin oranları ise düşük hesaplandı. Sonuç: Çalışmamızda hasta grubunun beyin metabolizmasının birçok alanda azaldığını saptadık. Bunu tümör dokusunun beyin ile girdiği glukoz rekabeti ile ilişkili olarak yorumladık. Ancak özellikle frontal lobun hastanın depresif durumu ve bilişsel gerilemesi ile yakından ilişkili olabileceği de göz ardı edilmemelidir. Yine paraneoplastik nörolojik sendromlar gibi beyin metabolizmasını etkileyebilecek patolojiler de akılda tutulmalıdır. Hasta grubunda metabolizma oranı yüksek saptanan bölgelerden özellikle bazal ganliyonların akciğer kanseri prognozu ile yakından ilişkili olabileceğini düşünmekteyiz.
  • Öğe
    Biyokimyasal nüksü olan prostat kanseri hastalarının yeniden evrelemesinde gGA-68 PSMA PET/BT'nin değeri
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2021) Aydın, Zeynep; Şahin, Özlem
    Amaç: Günümüzde prostat kanserinde (PK) Galyum-68 prostat spesifik membran antijeni (Ga-68 PSMA) pozitron emisyon tomografi/bilgisayarlı tomografi (PET/ BT) görüntüleme, tüm dünyada giderek yaygınlaşmaktadır. Hastane içi sentez yapabilen jeneratör ve sentez modülleri sayesinde prostat kanseri gör unt ̈ ulemesinde standart hale gelmek ̈ ̈uzeredir. Bu ̧ calı ̧sma ile Ga-68 PSMA PET/BT’nin biyokimyasal n ̈uksü olan prostat kanserli hastalarda yeniden evrelemedeki ba ̧sarısının, psa kinetikleri ve histopatolojik parametrelerle kıyaslanarak saptanması ama ̧clanmı ̧stır. Gereç ve yöntem: Ocak 2018 ile Ekim 2020 tarihleri arasında Nükleer Tıp Bölümünde Ga-68 PSMA PET/BT çekilen erkek hastaların kayıtları taranarak yeniden evreleme için başvuran hastalardan biyokimyasal nüksü olan hastalar tespit edildi. Bu hastaların arşiv kayıtları taranarak PSA kinetikleri, primer tedavi modaliteleri ve biyopsi sonuçları kaydedildi. Hasta görüntüleri tekrar değerlendirilerek PSMA PET/BT’de lokal nüks, lenf nodu, kemik ve diğer organ metastazları değerlendirildi. Bulgular: Çalışmamızda, 73 kişilik biyokimyasal nüks tanılı yeniden evreleme hasta grubunda 61 hastada rekürrens ile uyumlu artmış PSMA tutulumu izlenmiş olup, Ga-68 PSMA PET/BT, biyokimyasal rekürrens görülen prostat kanser tanılı hasta popülasyonunda ( ortalama PSA 2,42 ng/mL, range 0,2- 24,14 ng/Ml) nüks bölgesinin tespitinde % 83,5’lik pozitiflik oranıyla yüksek performans göstermiştir. RP grubunda % 70,5'lik bir pozitiflik oranı gözlemledik. Saptama oranı, serum PSA düzeyi arttıkça artıyordu (PSA 2 ng/ml'nin üzerindeyken elde edilen en yüksek saptama oranı % 92 idi). Bulgularımız RT grubunda serum PSA 2-3,3-5 ve >5,0 seviyeleri için sırasıyla % 95,2, % 90 ve % 100 Ga-68 PSMA PET/BT pozitiflik oranı saptandı. Ga-68 PSMA PET/BT’de patolojik bulgu saptanmayan hastalar ile patolojik bulgu iv saptanan hastalar arasında; PSA değerleri, PSA hızları, Gleason Skoru/Grade’i ve HT alıpalmama durumları anlamlı farklılık göstermektedir (sırasıyla p:0.049, p:0,048). Sonuç: Ga-68 PSMA PET/BT biyokimyasal nüks olan hastalarda rekürrens alanını yüksek doğrulukta tespit edebilmektedir. Yeniden evrelemede PSMA ekspresyonunun serum PSA seviyeleri ve Gleason skoru ile korele olduğu ve rekürrensin saptanması ile ilişkili olduğu sonuçlarına varılmış olup, Ga-68 PSMA PET/BT incelemesinin hasta yönetimine belirgin katkı sağlayabileceği öngörülmüştür. Ancak bulguların daha geniş serilerde prospektif çalışmalar ile desteklenmeye ihtiyacı vardır
  • Öğe
    Bt eşliğinde transtorasik akciğer biyopsilerinde koaksiyel sistem, değişik çaplarda iğne ve otolog pıhtı kullanımının tanı ve komplikasyonlara etkisi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2021) Korkmaz, Bünyamin; Bakdık, Süleyman
    Retrospektif olarak dizayn edilen bu çalışmanın amacı transtorasik akciğer biyopsilerinde farklı çapta biyopsi iğnesi kullanılmasının, nonkoaksiyel sistem kullanımının, koaksiyel sistem kullanımının ve otolog kan pıhtısı ile yapılan parankim yamasının tanı ve komplikasyon oluşumuna etkisini ortaya koymaktır. Gereç ve Yöntem; 2015-2020 tarihleri arasında, BT kılavuzluğunda, plevra geçilerek transtorasik biyopsi yapılan 510 hastanın (340 erkek, 140 kadın, ortalama yaş 63,2) verileri değerlendirildi. Teknik uygulamaya ve kullanılan iğne çapına göre hasta grupları oluşturuldu. Hasta gruplarımız 17G koaksiyel iğne ve içerisinden geçebilen 18G tam otomatik biyopsi iğnesi ile plevranın sadece 18G tam otomatik biyopsi iğnesi ile geçildiği (101 lezyon), 17G koaksiyel iğne ve içerisinden geçebilen 18G tam otomatik biyopsi iğnesi ile plevranın koaksiyel sistem ile geçildiği (98 lezyon), 19 G koaksiyel iğne ve içerisinden geçebilen 20G tam otomatik biyopsi iğnesi ile plevranın koaksiyel sistem ile geçildiği (171 lezyon), 19G koaksiyel iğne ve içerisinden geçebilen 20G tam otomatik biyopsi iğnesi ile plevranın koaksiyel sistem ile geçildiği ve işlem sonrası otolog kan pıhtısının enjekte edildiği (91 lezyon) ve 17G koaksiyel iğne ve içerisinden geçebilen 18G tam otomatik biyopsi iğnesi ile plevranın koaksiyel sistem ile geçildiği ve işlem sonrası otolog kan pıhtısının enjekte edildiği (49 lezyon ) hastalardan oluşmaktadır. Bu gruplarda biyopsinin etkinliği, tercih edilen yöntemlerin tanı ve komplikasyonlara olan etkileri taranmıştır. Bulgular; Başlıca komplikasyonlar parenkimal trakt kontüzyonu (%57,8; 370 girişimin 170'i), pnömotoraks (%24; 510 girişimin 124'ü), tüp gerektiren pnömotoraks (%6,4; 510 girişimin 33'ü) ve hemoptizidir (%14; 510 girişimin 75'i). Girişimlerimizden sadece bir tanesinde hemotoraks gelişti. Hava embolisi ve ölüm meydana gelmedi. En yüksek pnömotoraks oranları otolog kan pıhtısı kullanmamayla (p value;0.004, OR;0.39, CI; 2.01 - 8.28), 18G nonkoaksiyel iğne kullanımı (p value; <0.001, OR;4.08 , CI; 0.21- 0.74), 19G koaksiyel iğne (p value; 0.001, OR;2.92 , CI; 1.52 -5.60), arka ve yanal yaklaşım ((p value; 0.015, OR;2.09 , CI; 1.15-3.78) ve (p value; 0.015, OR;2.46 , CI; 1.18-5.12)), iğne yolunda amfizem varlığı (p value; <0.001, OR;2.93 , CI; 1.69-5.08) ve plevral geçiş-örnek sayısının ≥3 oluşuyla ((p value; 0.011, OR;20.37 , CI; 2.0- 206.8 ) ve (p value; 0.037, OR;1.88 , CI; 1.04 -3.40 )) ilişkilidir. Yüksek oranda, tüp gerektiren pnömotoraks 17G iğne kullanımına karşın 19G koaksiyel iğne kulanımı (p value;0.005, OR;6.01, CI; 1.71-21.05) ve plevral geçiş-örnek sayısının ≥3 oluşuyla ((p value; 0.005, OR;28.8, CI; 2.8-296.1) ve (p value; <0.001, OR;4.2, CI; 1.82-9.94)) ilişkilidir. Parenkimal trakt kontüzyonu gelişimi 18G ve 19G iğne kullanımıyla karşılaştırıldığında 17G iğne kullanımı trakt kontüzyonu ile ilişkilidir ((p value; <0.001, OR;0.33, CI;0.18-0.63) ve (p value; <0.001, OR;0.35, CI; 0.20-0.63)). Parenkimal trakt kontüzyonu varlığı pnömotoraks yokluğu ile ilişkilidir (p value; <0.001, OR;0.31, CI;0.19-0.50). Sonuç; Otolog kan pıhtı kullanımı ucuz ve kolay ulaşılabilir pnömotoraks gelişimini belirgin azaltan bir yöntemdir. 17G iğne kullanımı 18G iğne ve 19G iğneye kıyasla daha yüksek oranda parenkimal trakt kontüzyonuna neden olmaktadır. Bunun bir sonucu olarak parenkimal trakt kontüzyonu yaparak pnömotoraks oranlarını azaltmaktadır. 17G koaksiyel iğne kullanımı 18G nonkoaksiyel ve 19G koaksiyel iğneye kıyasla daha az oranda pnömotoraks gelişimiyle ilişkilidir. 17G koaksiyel iğne kullanımı 19G koaksiyel iğne kullanımına kıyasla daha düşük oranda tüp gerektiren pnömotorak gelişimine neden olmaktadır. Plevral geçiş sayısı ve örnek saysısında artış pnömotoraks ve tüp gerektiren pnömotoraks gelişiminde artışa neden olmaktadır. İğne yolunda amfizem varlığı pnömotoraks gelişimini artırmaktadır. Abahtar kelimeler; Biyopsi, 17 Gauge, 18 Gauge, 19 Gauge, koaksiyel sistem, otolog pıhtı, pnömotoraks, akciğer kontüzyonu
  • Öğe
    Prostat kanserli olgularda ölçülen adc ve suvmax değerlerinin histopatolojik evre, perinöral invazyon ve kemik metastazı ile ilişkisinin araştırılması ve karşılaştırılması
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2021) Ataş, Abdullah Enes; Kerimoğlu, Ülkü
    Bu çalışmada, prostat kanseri evrelemesinde kullanılan Ga-68 PSMA PET/BT ve Multiparametrik Prostat MRG incelemeleri olan prostat kanserli olgularda, görüntüleme yöntemlerinden elde edilen kantitatif değerlerin, histopatolojik evre, perinöral invazyon ve kemik metastazı ile ilişkisi araştırılarak, hastalığın agresifliğini öngörme düzeyinin tespit edilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmada; Eylül 2018 – Aralık 2020 tarihleri arasında histopatolojik tanısı kesinleşmiş, tedavi öncesi evreleme için PET/BT ve MRG çekilmiş prostat kanserli 81 olguda, elde edilen kantitatif değerler, hastalığın seyrini belirleyen diğer faktörler ile karşılaştırılmıştır. Elde edilen ADC ve SUVmax değerlerini kullanarak; hastaların histopatolojik evresi, perinöral invazyon, kemik metastazı bulgularını karşılaştırarak, bu kantitatif değerlerin, hastalar için prognostik açıdan prediktif değerinin olup olmadığı araştırılmıştır. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 81 erkek hastaların Gleason ISUP evreleri sırasıyla, %7.41'i (n=6) evre 1, hastaların %14.81'i (n=12) evre 2, hastaların %14.81'i (n=12) evre 3, hastaların %13.58'i (n=11) evre 4, hastaların %49.38'i (n=40) evre 5 prostat kanserine sahiptir. Hastalardan 51'inde (%62.9) perinöral invazyon var iken, 30'unda (%37) perinöral invazyon yoktur. Hastalardan 50'sinde (%61.7) kemik metastazı yok iken 31 hastada (%38.2) kemik metastazı tespit edilmiştir. Hastalardan yapılan ölçümlerde; ortalama ADC 0.49±0.11 mm²/sn, ortanca SUVmax değeri 11.47 (4.8-89.76), ortanca SUVmax/ADC oranı 24.08 (7.15-280.5), ortanca prostat volümü 53 (16-150) ml, ortanca serum PSA düzeyleri 33.64 (0.44-860.9) ng/ml, ortanca serbest PSA düzeyleri 4.56 (0.02-50) ng/ml, ortanca PSA dansitesi 0.56 (0.01-53.8) olarak hesaplanmıştır. ADC dışındaki parametreler normal dağılıma uymamaktadır. ADC ölçümleri arasında gözlemci içi uyum için sınıf içi korelasyon katsayısı (ICC) 0.816, gözlemciler arası uyum için ICC 0.879 bulunmuştur (iyi derecede güvenilir). ADC, SUVmax, SUVmax/ADC parametreleri ISUP evrelemesine göre karşılaştırıldığında istatistiksel anlamlı farklılık bulunmadığından (p>0.05), hastalar evre 1-2 (erken evre), evre 3-4-5 (ileri evre) şeklinde gruplandırılmıştır. Erken ve ileri evre grupları arasında ADC değerleri için istatistiksel anlamlı farklılık saptanmadı (p=0.1854). SUVmax, SUVmax/ADC, PSA, serbest PSA, PSA dansite değerleri için istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmıştır (p=0.000132, p=0.0002717, p<0.0001, p<0.0001, p=0.000154). Erken ve ileri evre grupları arasındaki cut-off değerleri SUVmax için 8.09, SUVmax/ADC için 16.29, PSA için 25.32, serbest PSA için 2.93, PSA dansitesi için 0.495 olarak belirlenmiştir (Sırasıyla AUC=0.797, 0.783, 0.825, 0.864, 0.794). Perinöral invazyon varlığının parametrelerin tümüyle arasında istatistiksel anlamlı bir ilişki bulunmamaktadır (p>0.05). Kemik metastazı varlığının ADC, SUVmax, SUVmax/ADC oranı için yapılan karşılaştırmalı analizde anlamlı istatistiksel fark bulunmamıştır (p>0.05). Kemik metastazının varlığı ile PSA ve serbest PSA değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmıştır (p=0.0036, p=0.001554). Kemik metastazı için cut-off PSA değeri 27.97, serbest PSA değeri 3.85 olarak saptanmıştır (AUC=0.693, 0.710). ISUP evre 2 ve evre 3 olan hastalar için ADC, PSA, serbest PSA, PSA dansite değerleri arasında anlamlı farklılık saptanmadı (p>0.05). Evre 2 ve 3 hastaların SUVmax ve SUVmax/ADC değerleri arasında istatistiksel anlamlı fark saptanmıştır (p=0.02726, p=0.01706). Evre 2 ve 3 arasında cut-off değerleri SUVmax için 12.91, SUVmax/ADC için 24.4 olarak belirlenmiştir (AUC=0.774, 0.778). Orta ve yüksek riskli hastalar için ADC, SUVmax, SUVmax/ADC ölçümleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmıştır (p=0.03311, p=0.00652, p=0.002199) Orta ve yüksek risk grupları arasında cut-off değerleri ADC için 0.55, SUVmax için 8.09, SUVmax/ADC için 16.29 olarak belirlenmiştir (AUC=0.673, 0.721, 0.749). Sonuçlar: Çalışmamızın sonucunda, hastaların evrelemesi için yapılan Ga-68 PSMA PET/BT ve multiparametrik prostat MRG tetkiklerinden elde edilen kantitatif ölçümlerin, prognoz açısından kullanılabileceği sonucuna ulaşılmıştır. Tüm parametreler arasında PSA ve serbest PSA değerleri, hastalığın evresi ve kemik metastazını belirleme açısından halen kullanılan en önemli parametredir. Prostat kanseri odaklarının tespitinde en duyarlı görüntüleme yöntemi PSMA PET uygulamaları ile korele edildiğinde mpMRG'de indeks lezyonun ayırt edilmesi daha kolay hale gelmektedir. Yüksek riskli olguları belirlemede cut-off değeri ADC için 0.55, SUVmax için 8.09, SUVmax/ADC oranı için 16.29 olarak tespit edilmiştir (AUC=0.673, 0.721, 0.749). SUVmax ve SUVmax/ADC ölçümlerinin prostat kanserinin erken ve ileri evresini ayırabilmede PSA ve serbest PSA değerleri kadar duyarlı olduğu anlaşılmaktadır. SUVmax ve SUVmax/ADC oranının aynı zamanda ISUP evre 2 ve evre 3 olan hastaları ayırmada da başarılı olduğu ortaya konmuştur. Bu olguların ayrı evre ve ayrı risk grubunda değerlendirilmesinin gerekliliğini göstermektedir. Bu çalışmada, perinöral invazyon varlığının tüm parametrelerden bağımsız bir prognostik faktör olduğu gösterilmiştir. ADC ve SUVmax ölçümlerinin yanında, SUVmax/ADC oranı da prostat kanserinin biyolojik davranışını gösterme açısından prognostik faktör olarak gelecek için ümit vaat etmektedir. Anahtar kelimeler: Prostat kanseri, manyetik rezonans görüntüleme, pozitron emisyon tomografi
  • Öğe
    28-40 haftalar arasındaki normal ve komplike gebelerde doppler ultrasonografinin yeri
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2001) Yüceaktaş, Ayşe; Karaköse, Serdar
    Renkli Doppler ultrasonografi, gebelik komplikasyonlannın teşhisinde non- invaziv ve etkili bir yöntemdir. Çalışmamızda normal gebelerin umblikal, uterin ve fetal middle serebral arterlerdeki Doppler indekslerinin gösterdikleri gestasyonel yaşa bağlı değişimler saptanarak komplike gebe grup verileri ile kıyaslamak amaçlandı. Gestasyonel yaşı 28-39 haftalar arasında olan 50 normal, 50 komplike gebede rutin obstetrik değerlendirmenin yanı sıra,renkli Doppler ultrasonografi ile umblikal, uterin ve fetal middle serebral arterlerden RI ve S/D oranları ölçüldü. Normal gebelerde gebeliğin ilerlemesi ile Rı ve S/D oranlarının düştüğü saptandı. Bu değerler aynı gestasyonel yaştaki komplike gebeler ile kıyaslandığında umblikal ve uterin arter RI ile S/D oranında yükselme saptanmıştır. Fetal middle serebral arterde ise Rl'inde anlamlı fark bulunmamakla birlikte S/D oranında hipoksinin erken dönemlerinde hafifçe düşme izlendi. Normal gebeler ile komplike gebelerdeki umblikal arter, uterin arter reziditivite indeksi ve S/D oranları ile fetal MCA S/D değerleri arasında anlamlı istatistiksel fark saptanırken (P<0,05), fetal middle serebral arterde RI değerinde anlamlı fark gözlenmedi (P>0,05). Komplike grubu oluşturan gebelerde, fetal distres nedeniyle, fetal ve perinatal ölüm insidansının arttığı belirlendi. Perinatal prognozda istenmeyen durumların, ortaya çıkabilecek komplikasyonların erken tesbitinde umblikal ve uterin arter RI ve S/D oranlarının en etkin parametreler olduğu gözlendi. Fetal middle serebral arter ölçümlerinin ise tek başına değerlendirmelerde yetersiz olmakla beraber umblikal ve uterin arter ölçümleri ile beraber değerlendirilmesinin uygun olduğu kanısındayız.
  • Öğe
    Diffüz infiltratif akciğer hastalıkları, amfizem, bronşektazide yüksek rezolüsyonlu bilgisayarlı tomografi ve konvansiyonel bilgisayarlı tomografi bulgularının karşılaştırılması
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 1997) Yeşeri, Mustafa; Açıkgözoğlu, Saim
    Bu çalışmada klinik, laboratuvar ve akciğer radyografisi ile diffüz infiltratif akciğer hastalığı amfizem ve bronşektazi tanısı konan veya ön tanısı olan hastalarda YRBT uygulandı. Tüm hastalara önce 10 mm kesit kalınlığında konvansiyonel BT incelemesi gerçekleştirildi. Daha sonra 2 mm kesit kalınlığında, 25 mm kesit aralığında, 1,8 sn'lik tarama süresinde kemik algoritmi kullanılarak YRBT tekniği gerçekleştirildi. İncelemeye alman 71 hastanın 35'i diffüz infiltratif akciğer hastalığı, 26'sı bronşektazi ve 10'u ise amfizem vakasıydı. Çalışmamızda bu hastalıklara ait YRBT bulgularını tanımladık, konvansiyonel BT ve YRBT'nin birbirine katkılarını araştırdık. Çalışmamızda diffüz infiltratif akciğer hastalıklarına ait tanımlanan YRBT bulgularının ancak % 63 u konvansiyonel BT ile izlendi. Amfizemde bu oran % 80, bronşektazide % 76 idi. Çalışmanın tamamı ele alındığında ise kon vansiyonel BT'nin YRBT'de tespit edilen bulguların % 67'sini gösterebildiği görüldü. Aynı zamanda konvansiyonel BT'de de görülebilen bulguların görüntü kalitesi YRBT'de daha yüksekti ve bulguların tanımlaması daha kolay yapıldı.. Sonuç olarak YRBT akciğer parankiminin detaylı gösterimi ile konvansiyonel BT'de elde edilemeyen bulguları sunabilmekte ve bunun sonucunda da yaygın parankimal akciğer hastalıklarının tesbit ve izleniminde oldukça etkin bir yöntem olmaktadır.
  • Öğe
    İnfertilitede manyetik rezonans histerosalpingografinin etkinliği
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2003) Yalınkılıç, Ertuğrul; Karaköse, Serdar
    KHSG ve MRHSG incelemenin, infertilite tanısı almış olgularda, infertilitenin tubal, uterin, overyan ve paraoveryan nedenlerinin değerlendirilmesindeki yeri araştırıldı. İnfertilite tanısı almış 35 olgunun tümünde MRHSG ve kHSG yapıldı. KHSG' de 27 olguda bilateral fallop tüp açıklığı tespit edilirken, MRHSG çalışmasında 25 olguda tüp açıklığı izlenebildi. 4 olguda sol, 4 olguda sağda olmak üzere toplam 8 olguda tek taraflı tüp tıkanıklığı, kHSG ve MRHSG incelemelerinde tespit edilebildi. KHSG' de tüpler açık izlendiği halde MRHSG' de 1 olguda sağda, 1 olguda solda olmak üzere 2 olguda tüp kapalı durumdaydı. 5 olguda konjenital uterin anomali tespit edildi. 1 olguda uterus septus, 1 olguda unikornuat uterus, 1 olguda T-uterus görünümü ve 2 olguda uterus bikornus görünümü mevcuttu. Unikornuat uterus izlenen 1 olguda MRHSG incelemesinde rudimenter horn izlenmedi. KHSG' de 1 olguda uterus kornu düzeyinde düzensizlik ve 1 olguda tamamen normal olan toplam 2 olgunun MRHSG incelemesinde endometriozis tespit edildi. Ayrıca MRHSG' de 4 olguda PCOS, 2 olguda overyan kist, 1 olguda sol over lojunda endometrioma ve 5 olguda myom izlenirken, bu patolojiler kHSG incelemesinde saptanamadı. Uterus kavite patolojilerinde ve tubal açıklığının tespitinde rutin olarak kHSG kullanılmaktadır. Ancak uterin myometrial patolojilerin, uterin konjenital anomalilerin, overyan ve paraoveryan patolojilerin tespitinde kHSG yetersiz kalmaktadır.MRHSG ise uterusun iç konturunun, dış konturunun, myometrium tabakasını, overyan ve paraoveryan patolojiler ile birlikte uterin kavite konturlarının ve tüp açıklığının rahatlıkla değerlendirilmesine olanak verir. Ayrıca yüksek yumuşak doku rezolüsyonu ve multiplanar görüntüleme tekniği ile infertilite etyolojisinin tespitinde MRHSG etkindir. Gold standart olan kHSG'ye bu avantajları nedeniyle MRHSG'nin en ideal alternatif olabileceği kanısındayız.
  • Öğe
    Epiforalı hastaların değerlendirilmesinde dijital substraksiyon makrodakriyosistografi ve manyetik rezonans dakrisistografi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2004) Yalınbaş, Hatice Savaş; Ödev, Kemal
    Bu çalışmanın amacı; epiforalı hastalarda dijital substraksiyon dakriyosistografı (DSM) ile tear-drop ve intrakanaliküler kontrast madde verilerek yapılan manyetik rezonans dakriyosistografı (MRD)'nin sonuçlarını karşılaştırmaktır. Epiforalı toplam 38 hastanın her iki gözüne, Gd-DTPA içeren solüsyonla MRD-td ve MRD-cn ve suda eriyen iyotlu kontrast madde kullanarak DSM incelemeleri yapıldı. Kanülasyon için galaktografı kanülü kullanıldı. Kontrast maddenin LDS'deki pasajı her üç yöntemle de incelenerek sonuçlar karşılaştırıldı. DSM ile 76 LDS'nin toplam 33 'ünde çeşitli seviyelerde obstruksiyon saptandı. MRD-cn ve MRD-td ile de 33 LDS'nin tamamında obstruksiyon gösterildi. MRD-cn ile 76 LDS'nin 2 'sinde, MRD-td ile de 76 LDS'nin 6'sında yalancı pozitif sonuç izlendi. MRD imajlarda çevre dokulara ait ek bilgiler elde edildi. Çalışmamız sonucunda; radyasyon içermemesi, viskoz kontrast maddeye ihtiyaç duymayışı ve çevre yumuşak dokular hakkında ek bilgiler vermesi nedeniyle epiforalı hastalarda MRD'nin ilk kullanılabilecek radyolojik yöntem olduğunu düşünmekteyiz. MRD'nin yeterli bilgi sağlayamadığı olgularda ise gold standart DSM kullanılabilir.
  • Öğe
    Pulmoner vasküler patolojilerinin tanısında radyolojik yöntemlerin etkinliğinin karşılaştırılması
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2004) Yakut, Zeynep İlerisoy; Ödev, Kemal
    Pulmoner damarların patolojileri geniş bir spektrum içerir. Pulmoner vasküler tanı yaklaşımında amaç; akciğer grafısi, toraks BT, MR anjiografi ve embolili hastalarda ilaveten sintigrafinin tanı değerini tartışmak ve yüksek duyarlılık ve özgüllüğe sahip maliyeti uygun, hastaya mümkün olduğunca zarar vermeyen radyolojik yöntemi belirlemektir. Çalışmamızda pulmoner vasküler patolojisi olan yaşları 4 ay-83 yaş arasında değişen 36 hasta; akciğer grafısi ve toraks BT, 34 hasta MR anjiografi ile değerlendirildi. Bunlara ilaveten emboli düşünülen 9 hastanın 7 'sine ventilasyon-perflizyon sintigrafı tetkiki ilave edildi. 3 hastaya da DSA yapıldı. 9 PE hastamızın ikisinde Behçet hastalığı ve pulmoner arterlerinde trombüsle beraber anevrizma mevcuttu.Bunlardan 2 'sinde masif emboli vardı. 1 olguda septik emboli mevcuttu. 3 hastamızda pulmoner AVM, 3 hastamızda pulmoner arter agenezisi, 1 hastada izole pulmoner arterde anevrizma, 1 olguda Behçet hastalığına bağlı olarak,pulmoner arterde anevrizma, 5 hastada pulmoner hipertansiyon, 2 hastamızda harap akciğere bağlı pulmoner arter hipoplazisi, 2 hastamızda pulmoner artere dıştan bası, 1 olguda BOOP'a bağlı pulmoner arter hipoplazisi vardı. 9 hastada Mac Leod sendromu olup pulmoner arterleri etkilenen tarafta hipoplazik görünümde idi. Akciğer grafısi ilk başvurulacak yöntem olmakla beraber tanı koyduruculuğu sınırlıdır. Çalışmamızda akciğer grafi ile ancak 21 hastaya tanı konuldu (% 58). Ventilasyon-perfüzyon sintigrafisi duyarlılığı yüksek, ancak özgüllüğü düşük bir tanı yöntemidir. V/Q sintigrafisi PE şüphesi taşıyan olguların yarısından fazlasında belirsiz sonuç vermekte ve tanı için ek inceleme yöntemleri gerekmektedir. Çalışmamızda 9 emboli hastasının 7 'sine sintigrafı tetkiki yapıldı ve 5 hastaya sintigrafi ile emboli tanısı konuldu. Sintigrafinin BT'ye göre duyarlılığı % 66 idi. Ayrıca MR anjiografiye göre sintigrafinin duyarlılığı % 85.7 özgüllüğü % 66.7 idi. Ancak literatürle kıyaslamak için çalışmamızdaki pulmoner embolili hasta sayımız yetersizdi. Toraks BTyı 5 mm'lik kesitlerle segmental düzeye kadar pulmoner vasküler ağacı göstermede % 100 başarılı bulduk. BT incelemede subsegmental damarları akciğer penceresinde inceledik, böylece toraks BT ile parankime ait patolojiler de saptadık. Tüm hastalarımıza tanıyı toraks BT ile koyduk. MR anjiografi ile BT' de koyduğumuz tanıları destekledik. MR anjiografinin pulmoner emboli ve diğer pekçok vasküler patolojilerde kullanımı diğer tanı yöntemlerine göre yenidir ve rutine girmemiştir. Hastalarımızın bir 76kısmı nefes tutamayacak kadar dispneikti ve çoğunluğunda kardiyopulmoner patoloji mevcut olduğundan optimal görüntü elde edemedik. Pulmoner arter ve ven süperpozisyonu sıklıkla karşılaştığımız bir problemdi. Ancak pulmoner AVM, pulmoner hipertansiyon, pulmoner arter hipoplazisi, pulmoner arter anevrizması gibi patolojilerde tanı koymada MR anjiografiyi % 100 başarılı bulduk. Santral pulmoner emboliler hariç, segmental, subsegmental düzeydeki embolilerde MR anjiografi ince kesit BT'den üstün değildir. Ancak pulmoner vasküler yapıların seyrini, dallanma paternini, göstermede BT'den üstündür. AVM tanısında BT'den daha detaylı bilgi verir. Çalışmamızda MR anjiografinin BT'ye göre duyarlılığını % 91.6 olarak bulduk. Sonuç olarak; toraks BT pulmoner vasküler patolojileri değerlendirmede tam değeri yüksek, kolay uygulanabilen ve komplikasyonu olmayan, noninvaziv yöntemdir. BT'nin MR anjiografi ile kombine edilmesi konvansiyonel anjiografiye ihtiyacı büyük oranda azaltmaktadır.
  • Öğe
    Sigmoid divertikülitte radyolojik yöntemlerin karşılaştırılması
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2005) Uğur, Sabiha; Ödev, Kemal
    Sigmoid divertikülit sensitivitesi yüksek, güvenilir bir tanıya ihtiyaç gösteren ve perforasyon, abse oluşumu ve peritonit gibi hayatı tehdit edici tipik komplikasyonları ı olan ciddi bir hastalıktır. Çalışmamızda, cerrahi olarak sigmoid divertikülit tanısı almış 56 hastalık seride, ultrasonogram, bilgisayarlı spiral tomografi ve kontrastlı kolon incelenmesi gibi radyolojik tanı yöntemleri karşılaştırılmıştır. Bu tanı yöntemleri, güvenilir ve kesin bir şeklide tanıya götürmesi, ekonomik olması, hastaya fazla bir yük getirmemesi, ayırıcı tanı yapılmasında faydalı olması ve tedavi konseptine katkı sağlaması açısından değerlendirildi. Divertikül kolon duvarında gözlenen keseleşmelerdir. Burada, lokalize enflarnasyon sonucu diverikülit gelişir. Divertiküloz ise divertiküiierin yaygın olarak gözlenmesidir. En sık batılı endüstri ülkelerinde gözlenmektedir. Çalışmamızdaki hastaların yaş ortalaması 60,5 idi. 25 kadın, 31 erkek vardı. Hastaların üçünde komplikasyon olarak örtülü perforasyon görüldü. Uitrasonografinin sensitivitesi % 64, tek kontrastlı(iyot içerikli) kolon incelemesinin sensitivitesi % 77, bilgisayarlı spiral tomografinin sensitivitesi ise %78 olarak tespit edildi. Çift kontrastlı(bariumlu) kolon grafiss sensitivitesi yeterli hasta olmadığı için değerlendirilemedi. Ultrasonografı açıklanamayan sol alt karın ağrılarının açıklanmasında kullanılabilecek iyi bir tarama yöntemidir. Ekonomik olması ve radyasyona maruz 49kalınmaması bir avantajdır. Bilgisayarlı spiral tomografi ise hem divertikülit tanısının konmasında, hem komplikasyonların belirtilmesinde, hem de ayırıcı tanıda ve tedavi konseptinin belirlenmesinde güvenilir bir şekilde kullanılabilir. Tek kontrastlı kolon grafisi ise enflamasyonun ve yayılımının, özellikle darlıkların tespitinde faydalıdır. Çift kontrastlı kolon grafisi akut bir divertikülit atağı sonrasında kolon genel olarak değerlendirmek açısından faydalıdır.
  • Öğe
    Kafa tabanı kitlelerinde manyetik rezonans görüntüleme
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2003) Şükür, İsam; Ödev, Kemal
    Bu çalışmada kafa tabanı lokalizasyonunda kitle düşünülen 27 olgunun MRG bulguları histopatolojik sonuçlar ile birlikte değerlendirdik. 27 olgunun 6'si Minenjiom, 5'i Hipofiz makroadenom, 3'u Schwannom, 2'si Kordoma, 2'si Kraniofaranjiom, 2'si Epidermoid kisti, 2'si Düşük Grade'li Glial Tümör, 2'si Yüksek Grade'li Glial Tümörler ve l'i Paget Hastalığı oluşturmaktadır. MRG tanı doğruluk oranı %100 'dir. Ayrıca MRG multiplanar inceleme yapabildiği ve yumuşak doku patolojilerine olan yüksek duyarlığı nedeniyle kitlenin değerlendirmesinde ve kitlenin çevre yumuşak dokuya etkisini göstermesinde net bilgiler vermektedir. Bu çalışmada MRG ile kitlenin değerlendirmesinden daha ziyade kitlenin çevre dokuya etkisinin MRG bulguları cerrahi girişimin sonuçları ile karşılaştırıldı ve MRG 'nin üstünlüğü net bir şekilde görülmüştür.
  • Öğe
    Parotis bezi kitlelerinin ayırıcı tanısında difüzyon ağırlıklı görüntülemenin konvansiyonel manyetik rezonans görüntülemeye katkısının araştırılması
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2016) Şugüler, Erdoğan; Emlik, Ganime Dilek
    Parotis bezi kitleleri ayırı tanısında Difüzyon Ağırlıklı görüntüler ile elde ettiğimiz ADC değerlerinin konvansiyonel MRG'ye katkısını araştırmayı amaçladık. Kapsam: Temmuz 2012 ile mayıs 2016 tarihleri arasında Boyun MRG ile difüzyon ağırlıklı MR incelemesi yapılmış ve parotis bezinde kitle tespit edilmiş olan olgular retrospektif olarak çalışmaya dahil edilmiştir. Gereç ve Yöntem: 1.5 Tesla MR cihazı ile konvansiyonel boyun MRG ve Difüzyon Ağrılıklı Görüntüleme gerçekleştirildi. Kitleler patolojik tanılarına göre 4 gruba ayrıldı (pleomorfik adenom, whartin tümörü, karsinomlar, malign lenfomalar). Kitlelerin ortalama ADC değerleri ile patolojik tanıları karşılaştırıldı. Grupların ortalama ADC değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık görüldü (p<0,01) Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 41 olguda ortalama ADC değerleri; malign grupta yer alan 17 karsinom vakasında 0.83± 0.14 mm2/sn.; 8 malign lenfoma vakasında 0.56 ± 0.06 mm2/sn idi; Benign grupta yer alan 9 pleomorfik adenom vakasında 1.61 ±0.41 mm2/sn.; 7 warthin tümörü vakasında 0.82 ±0.1 mm2/sn olarak hesaplandı. Pleomorfik adenom olgularının ortalama ADC değerleri diğer kitlelerden anlamlı düzeyde yüksek bulundu (p=0.001). Ayrıca malign lenfoma olgularının ortalama ADC değerini karsinomlara göre istatistiksel olarak anlamlı derecede düşük bulundu (p<0.05). Ancak whartin tümörü ile malign tümörlerin ortalama ADC değerleri arasında önemli bir farklılık izlenmedi ( p>0.05 ). Sonuç: Difüzyon ağırlıklı MRG'nin parotis kitlelerinin ayırıcı tanısında konvansiyonel MRG'ye katkısının olduğunu ve rutin inceleme protokollerine eklenmesi gerektiğini düşünüyoruz.
  • Öğe
    Malign akciğer lezyonlarının benign akciğer lezyonlarından ayırımında difüzyon MR'da adc değerinin rolü
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2016) Şimşek, Cihan; Açıkgözoğlu, Saim
    Bu çalışmanın amacı akciğerin malign ve benign lezyonlarının ayırımında Aparent Diffusion Coefficients (ADC) değerininin ve difüzyon ağırlıklı görüntülemenin (DAG) rolünü değerlendirmektir. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 112 lezyona sahip 77'si erkek 15'i bayan totalde 92 hasta alındı. Hastaların 77'si erkek 15'i kadındı. Hastaların yaşı 13-83 arasında değişiyordu. Hastalara 1.5T MR cihazı ile akciğer incelemesi yapıldı. Echo planar sekans ile b değeri 50 s/mm2 ve 800 s/mm2 alınarak difüzyon ağırlıklı görüntüler elde edildi ve ADC haritası oluşturuldu. Görüntüler hasta bilgilerinden habersiz birbirinden bağımsız iki radyolog tarafından değerlendirildi. ROİ 2 cm2 olarak belirlendi ve lezyonlardan ADC ölçümü yapıldı. Daha sonra hastaların histoplatolojik tanıları tespit edildi. Tanılar malign ve benign olarak sınıflandı. Verilerin istatistiksel analizi SPSS (versiyon 16,6) programı ile yapıldı. İkili grup karşılaştırmalarında non-parametrik Mann-Withney U testi kullanılarak yapıldı. Malign ve benign lezyon ayrımında eşik değer hesaplamak için receiving operating curve (ROC) analizi yapıldı. İstatistiksel anlamı fark için p değeri 0.05'ten küçük olarak belirlendi. Bulgular: Malign lezyonların ortalama ADC değeri 0,98±0,28 x 10-3 mm2/s (ortalama ± standart deviasyon), benign lezyonların ise ortalama ADC değeri 1,84±0,5 x 10-3 mm2/s (ortalama ± standart deviasyon) olarak bulundu. Malign ve benign lezyonların ortalama ADC değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (p<0.001). 1.43x10-3 mm2/s cut-off değeri ile malign ve benign lezyonları %94 duyarlılık ve %85 özgüllükle ayırt ettiği saptandı. Sonuç: Biz çalışmamızda ADC ölçümü yaparak malign ve benign lezyonların ayırımını yüksek duyarlılık ve özgüllükle yapabildik. Sonuç olarak ADC ölçümünün toraks lezyonlarının karakterizasyonunda rutin görüntüleme yöntemlerini tamamlayıcı bir araç olabileceği katine vardık. Anahtar kelimeler: Akciğerin benign ve malign lezyonları, Difüzyon ağrılıklı görüntüleme (DAG), ADC, b değeri
  • Öğe
    Diyabetik retinopatide renkli doppler ultrasonografi kullanımı
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2002) Sevgili, Mehmet; Açıkgözoğlu, Saim
    Doppler USG'nin diabetik retipatide kullanımı son zamanlarda uygulama alanına girmiştir. Bununla beraber diabetik retipati tanısı koymaktan ziyade diabetik retipatili hastalarda hastalığın seyrini takip etmekte faydalı olmaktadır. Bizim yaptığımız çalışmada da nonproiferatif ve proliferatif diabetik retinopatili hastalarda doppler USG'den başarılı veriler elde ettik. Bu basan doppler hız değerlerinden daha ziyade açıdan bağımsız verilerde istatiksel olarak daha anlamlıydı. Yaptığımız çalışmada da kontrol grubu nonproliferatif diabetik retinopati ve proliferatif diabetik retinopatili grupları bir bir arasında ve grupları kendi içlerinde sağ ve sol gözler arasında karşılaştırdık. Gruplar arası karşılaştırmada hız değerlerinde değişiklikler izlenmekte birlikte acıdan bağımsız değişkenlerdeki değişiklikler istatiksel olarak daha anlamlıydı. Sonuç olarak yaptığımız çalışmada diabetik retinopati tanısı almış hastalarda hastalığın seyrini takip etmede doppler USG faydalı bilgiler edinmemizi sağlamıştır.
  • Öğe
    Çoçukluk yaş grubunda patolojik boy kısalığı olan olgularda mrg ile hipofiz yükseklik ve volümünün duyarlılıklarının karşılaştırılması
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2010) Saklan, Şeyma; Sakarya, M. Emin
    Patolojik boy kısalığı çocukluk yaş grubunda sık rastlanan bir durumdur. Patolojik boy kısalığı olan hastalarda hipofize yönelik MR incelemede hipofiz bezi boyutları ölçülmesi tanıya katkı sağlamaktadır.Biz bu çalışmamızda patolojik boy kısalığı olan prepubertal ve pubertal dönem çocuklarda hipofiz bezi boyutları ve hacmini hesaplayarak sadece boyut ölçümünün tanıya katkısını, prepubertal ve pubertal dönemde hangi hipofiz boyutunun tanıda daha değerli olduğunu ve prepubertal ve pubertal dönemde hipofiz boyutlarının yaşa bağlı olarak değişimini araştırmayı amaçladık.GEREÇ VE YÖNTEM:Çalışmamıza hasta grubundan 101, kontrol grubundan 60 hasta olmak üzere 161 hasta dahil edildi. Bunlardan 81 hasta pubertal, 80 hasta prepubertal dönemden idi. Bu hastaların çekilen hipofiz MR'ları retrospektif olarak incelendi ve hipofiz yüksekliği, hipofiz ön-arka çapı, hipofiz genişliği ölçülerek hipofiz volumü hesaplandı.BULGULAR:Çalışmamızda prepubertal ve pubertal dönemde hipofiz ölçümlerinin hasta grubunda kontrol grubuna göre anlamlı olarak düşük olduğu bulundu.Prepubertal dönemde hipofiz ön-arka çapının ve hipofiz hacminin pubertal dönemde ise hipofiz yüksekliğinin ve hipofiz hacminin patolojik boy kısalığı tanısında daha değerli olduğu görüldü.Çalışmamızda ayrıca pubertal dönemde hipofiz yüksekliği ve hipofiz hacminin yaşa bağlı olarak değiştiği ve her yaş için kesim noktaları dikkate alınarak yapılan ölçümlerde hipofiz yüksekliği ve hacminin duyarlılık ve özgüllük değerlerinin tek kesim noktası alındığı duruma göre artığı görüldü.SONUÇ:Patolojik boy kısalığı tanısında , prepubertal dönemde hipofiz ölçümlerinden hipofiz ön-arka çapı, pubertal dönemde ise hipofiz yüksekliği ölçülerek hipofiz hacmi hesaplanmadan da tanıya katkı sağlanabilir. Ayrıca pubertal dönemde hipofiz hacmi ve yüksekliğinin yaşla korelasyon göstermesi klinisyenin bu dönemde yaşı dikkate alması gerektiğini vurgulamaktadır.