Tez Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 41
  • Öğe
    Germ hücreli testis tümörü'nde mikrorna-371a-3p seviyesi ileklinik evre, patolojik risk faktörleri ve metastatik hastadaprognostik risk grupları ilişkisinin değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2021) Kılınç, Muzaffer Tansel; Göger, Yunus Emre
    GiriĢ ve Amaç: Genomun epigenetik regülasyonunda rol oynayan Mikro ribonükleikasit‟lerin (miR/miRNA) klasik serum tümör belirteçlerine göre Germ hücreli testis tümörü (GCT)‟ye daha sensitif ve spesifik olduğu saptanmıştır. Çalışmamızda GCT saptanan hastalarda tanı anındaki miR-371a-3p seviyeleri ile hastalığın klinik evresi, evre 1 hastalarda patolojik risk faktörleri ve metastatik hastalarda International Germ Cell Cancer Collaborative (IGCCCG) sınıflamasına göre prognostik gruplarla olan korelasyonu araştırmayı amaçladık. Materyal-Metod: Ocak 2019-Mayıs 2021 tarihleri arasında kliniğimizde GCT saptanan 60 hastanın ameliyat öncesi-sonrası, 40 sağlıklı katılımcının serum miR-371a-3p seviyeleri ölçüldü. GCT hastalarının preoperatif kontrastlı toraks ve abdomen tomografi (BT)‟leri çekilerek klinik evreleme yapıldı. Hastalarda patolojik risk faktörleri ve IGCCCG prognostik gruplar belirlendi. miRNA-371a-3p ekspresyon ölçümü kantitatif real time PCR ile yapıldı. Hastaların tanı anında miRNA-371a-3p düzeyleri ile evre ilişkisi, evre 1 hastalarda patolojik risk faktörleri; metastatik hastalarda ise prognostik gruplarla olan ilişki istatistiksel olarak değerlendirildi. Bulgular: Kontrol grubu ile kıyaslandığında GCT‟de tanı anında miR-371a-3p‟nin sensitivitesi % 98.3, spesifitesi % 95 olarak saptandı (AUC:0.997 (% 95 Cl 99-100) p<0.001). Tanı anında; klinik evre 1 hastalıkta ortalama 38, klinik evre 2 hastalıkta ortalama 57, klinik evre 3 hastalıkta ortalama 86 kat daha fazla eksprese edilmekteydi. Tüm evrelerdeki hastalar göz önünde bulundurulduğunda tanı anında ortalama miR-371a-3p ekspresyon düzeyi non seminom hastalarında seminom hastalarına göre 1.5 kat daha yüksekti (p:0.008). Preoperatif dönemde 21 hastada Alfa-fetoprotein (AFP), 17 hastada Beta human chorionic gonadotropin (bHCG), 12 hastada Laktat dehidrogenaz (LDH) artışı mevcuttu. Postoperatif 2. haftada 13 (% 61) hastada AFP, 11 (% 64.7) hastada bHCG, 8 (% 66.6) hastada LDH değerlerinde düşüş mevcuttu. Belirtecin ekspresyon seviyeleri hastalığın klinik evresi, primer tümör boyutu ve IGCCCG kötü prognostik grupla ilişkili idi. Evre 1 hastalıkta ise tümör boyutuyla ilişkili olup, seminom hastalarında Rete testis invazyonu ve nonseminom hastalarında Lenfovasküler invazyonla ilişkili değildi. Sonuç: miR-371a-3p klasik serum tümör belirteçlerine göre daha yüksek sensitivite ve spesifiteye sahiptir. Belirteç primer tümör boyutu, klinik evre ve IGCCCG kötü prognostik risk grubuyla koraledir.
  • Öğe
    Alt üriner sistem semptomları olan Multiple Skleroz hastalarında üriner sistem semptom skorlarının ve idrar-kan NGF düzeylerinin değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2021) Atıcı, Ahmet; Sönmez, Mehmet Giray
    GİRİŞ VE AMAÇ: Multipl Skleroz (MS) enflamasyon, demiyelinizasyon ve akson hasarı ile karakterize otoimmün bir santral sinir sistemi (SSS) hastalığıdır. Ataklarla veya ilerleyici şekilde gidebilen kronik bir hastalıktır. Multipl Skleroz hastalarında alt üriner sistem disfonksiyonu sık görülen bir bozukluktur. Tedavide birçok hedef olsa da ana amaç nörojenik detrüsör aşırı aktivitesini (NDO) yönetmek, hastaların yaşam kalitesini arttırmak ve üst üriner sistemi mesaneden kaynaklanan yüksek basınçtan korumaktır. Çalışmamızda; ilerleyici bir seyir ve heterojen semptomlar gösteren Multipl Skleroz hastalarında Nerve Growth Faktör (NGF) düzeylerini, güvenilirliği ve geçerliliği kanıtlanmış semptom skorlamaları ve rasyonel bir ölçüm yöntemi olan ürodinami ile kıyaslamayı planlandık. Alt üriner sistem semptomları eşlik eden MS hastalarında, MS süresi ve Genişletilmiş Özürlülük Durum Ölçeği (EDSS) ile mesanenin etkilenme düzeylerini gözlemlemeyi amaçladık. GEREÇ VE YÖNTEM: Aralık 2019- Aralık 2020 tarihleri arasında hastanemiz Nöroloji polikliniğe başvuran MS hastalarından alt üriner sistem semptomları (AÜSS) olan 33 hasta ve AÜSS olmayan herhangi bir sebeple Üroloji polikliniğine başvuran 20 kontrol hastası çalışmaya dahil edilmiştir. MS tanılı AÜSS olan hastalar incelenirken rutin kan ve idrar tetkikleri yapılmıştır. AÜSS olan MS hastalarına kan ve idrar tetkiklerine ek olarak rutin olarak mesane günlükleri, üroflovmetri, işeme sonrası rezidüel idrar miktarı ölçümü ve ürodinamik çalışmalar üroloji kliniğinde yapılmıştır. Dahil edilen hastalardan geçerlilik ve güvenirliği çalışmalarda gösterilmiş olan Mesane Durumunu Gösteren Hasta Algısı skoru, Aşırı Aktif Mesane Değerlendirme Formu, Urgency Şiddetini Gösteren Hasta Algısı Skoru, İnkontinans Yaşam Kalitesi Ölçeği Formu, Uluslararası İnkontinans Konsültasyon Anketi ve King Sağlık Anketi (PPBC, OAB-V8, PPIUS, I-QOL, ICIQ-OAB ve KHQ) doldurulmuştur. Hasta ve kontrol gruplarından, rutin tetkikler sırasında elde edilmiş kan ve idrar tetkikleri kullanılarak NGF düzeyleri ELISA yöntemi kullanılarak çalışılmıştır. İdrar NGF düzeyi spot idrar kreatinini kullanılarak normalize edilmiştir. BULGULAR: Çalışmamıza AÜSS bulunan 33 MS hastası, kontrol grubuna ise 20 kişi dahil edilmiştir. Hastaların yaş ortalaması 45 ± 8,1 yıl (25-60), MS süresi 8,9 ± 5,6 yıl (1- 20), ortalama EDSS düzeyi 3,15 ± 1,8 olarak ölçüldü. En sık Relapsing Remitting (RRMS) alt tipinde hasta (n=22, % 66,7) bulunuyordu. Hastaların en sık semptomu % 91,9 oranıyla urgency (ani idrara sıkışma) olarak tespit edildi. Ürodinamik çalışmada 22 (% 66,7) x hastada Detrüsör Aşırı Aktivitesi (DOA) tespit edildi. Hastaların 9’unda inkontinans görülmedi. Kontrol grubu ile yaş, boy, kilo, BMI, cinsiyet ve idrar pH düzeyleri arasında istatistiksel fark yok iken, MS ve kontrol grubunda serum NGF (serum NGF; MS= 115,9 ± 52,7 pg/ml, kontrol= 52,0 ± 35,8 pg/ml, p<0,001) ve idrar NGF/kre (idrar NGF/kre; MS= 174,1 ± 128,5 pg/ml kre, kontrol= 47,8 ± 25,7 pg/ml kre, p<0,001) oranlarında fark istatistiksel olarak anlamlı bulundu. İnkontinans görülen MS hastalarında idrar NGF/kre oranı 197,5 ± 138,4 pg/ml kre iken, inkontinans görülmeyen MS hasta grubunda bu oran 111,6 ± 70,4 pg/ml kre olarak bulundu (p=0,02). SONUÇ: MS hastalarında, kontrol grubuna göre NGF düzeyleri idrar ve serumda artmaktadır. Hastalık süresi ve EDSS skorlarındaki artışla, hem serum hem de idrardaki NGF düzeyleri arasında korelasyon gösterilememiştir. Buna karşılık hastaların alt üriner sistemdeki semptomları arttıkça ve hastalarda inkontinansın görülmesiyle bu değer daha da artmaktadır. Sonuç olarak AÜSS görülen MS hastaların değerlendirmesinde, NGF seviyelerindeki yükselme alt üriner sistemdeki disfonksiyonun tanısında ve prognozunda değerlendirilebilecek önemli bir gösterge olabilir.
  • Öğe
    Retrograd intrarenal cerrahi'de intrapelvik basınç düşürücü üreteral access sheat kullanımının etkinliğinin; Renal hasarı gösteren kim-1 biyobelirteci ile değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2020) Ecer, Gökhan; Balasar, Mehmet
    Üriner sistem taş hastalığı ülkemizde sık görülen ve üroloji pratiğinde her zaman önemini koruyan bir hastalıktır. Zaman içerisinde endoskopik aletlerin gelişimi nedeniyle minimal invaziv tedavi seçenekleri ön plana çıkmıştır. Bu minimal invaziv tedavi seçenekleri içinde en populer yöntemlerden birisi Retrograd Intrarenal Cerrahi (RIRS)'dir. RIRS esnasında intrapelvik basıncı düşürmek için 'Üreteral erişim kılıfı' (UAS) sıklıkla kullanılmaktadır. Çalışmamızda RIRS operasyonu sırasında ve sonrasında; UAS kullanılmayan, standart UAS kullanılan ve çift lümenli intrapelvik basıncı düşüren UAS (DLUAS) kullanılan hastalardaki böbrek hasarlanmasını KİM-1 (Kidney Injury Molecule 1) biyobelirteç değerlerini ölçerek karşılaştırmayı amaçladık. MATERYAL-METOD: Çalışmamızda hastanemiz üroloji kliniğine Temmuz 2019-Aralık 2019 tarihleri arasında başvuran, böbrek taşı tanısı konulup RIRS ile tedavi edilen toplam 60 hasta dahil edilmiştir. Hastalar randomize prospektif olarak UAS kullanılmayan (Grup 1), Standart UAS kullanılan (Grup 2), DLUAS kullanılan (Grup 3) olmak üzere üç gruba ayrılmıştır. Her bir grupta 20 hasta olacak şekilde gruplar randomize edilmiştir. Hastalardan preoperatif, postoperatif 4. saat ve postoperatif 14. gün kan ve idrar numuneleri alınarak idrar KİM-1 düzeyleri ölçülmüştür. Daha sonra idrar KİM-1/Cr oranları hesaplanmıştır. Araştırmada elde edilen veriler SPSS programı yardımıyla değerlendirilmiştir. BULGULAR: Çalışmamıza dahil edilen hastaların yaş ortalaması 48,2 iken, Grup 1'de 50,5; Grup 2'de 47,95; Grup 3'de 46,35 olarak bulunmuştur (p=0,68). Tüm hastaların 42'si (%70) erkek, 18'i (%30) kadındır. Ortalama operasyon süresinin 62,8 dk olduğu ve gruplar arasında istatistiksel anlamlı fark olmadığı bulunmuştur (p=0,55). Ortalama taş boyutu 14.08 mm iken, Grup 1'de 14,95 mm; Grup 2'de 14,65 mm, Grup 3'te 12,65 mm olarak ölçülmüştür (p=0,48). Taş dansiteleri ölçüldüğünde ortalama 950 HU olup, gruplarda sırasıyla 1002, 919, 929 HU olarak ölçülmüştür (p=0,57). 39 hastanın taşı sağ tarafta iken, 21 hastanın taşı sol tarafta olup gruplar arasında istatistiksel anlamlı fark izlenmemiştir (p=0,41). Hastaların preoperatif KİM-1/Cr düzeyleri arasında istatistiksel anlamlı farklılık bulunmamıştır (p=0,57). Hastalardan postoperatif 4. saat alınan idrar KİM-1/Cr düzeylerini incelediğimizde ise Grup 1'de 1,86; Grup 2'de 0,67 ve Grup 3'te 0,63 tespit edilmiş olup Grup 1'de yüksek olduğu izlenmiştir (p=0,021). Ayrıca Grup 1 ile Grup 2'yi ve Grup 1 ile Grup 3'ü karşılaştırdığımızda Grup 1'in istatistiksel anlamlı olarak daha yüksek olduğu izlenmiştir (p=0,002 ve p=0,001). Grup 2 ve Grup 3 arasında ise anlamlı farklılık bulunmamıştır (p=0,7). SONUÇ: Çalışmamız sonucunda UAS kullanılan 2 grupta, UAS kullanılmayan gruba göre KİM-1/Cr düzeylerinin belirgin olarak daha düşük olduğunu saptadık. UAS kullanımı RIRS cerrahisi sırasında intrapelvik basıncı düşürerek böbrekteki hasarlanmayı azaltmaktadır. Ancak DLUAS grubunda KİM-1/Cr değerleri standart UAS ile kıyaslandığında daha düşük olmakla birlikte iki grup arasında istatistiksel anlamlılık saptamadık.
  • Öğe
    Primer monosemptomatik enürezis noktürna tedavisinde Tolterodin'in etkinliği
    (2009) Yılmaz, Kamil; Yılmaz, Kadir
    Monosemptomatik primer enürezis noktürnalı 38 hasta çalışmaya dahil edildi. Tüm hastalarda fiziki ve labaratuar incelemeler sonucunda, organik patolojiler ekarte edilerek tedavi öncesi ürodinamik ve klinik değerlendirme yapıldı. Tüm hastalara 3 ay süresince, 2 mg/gün oral tolterodin tedavisi verildi. 3 aylık tedavi sonrası tekrar ürodinamik ve klinik değerlendirme yapıldı.Tedavi öncesi ürodinamik değerlendirmede instabil mesane (mesane kapasitesi düşüklüğü ve / veya detrüsör instabilitesi) tespit edilen 30 hastanın (%79), tedavi sonrası ürodinamik değerlendirmesinde 15 hastaya (%40) gerilediği görüldü.Tedavi öncesi (mesane kapasitesi düşüklüğü ile olabilen) detrüsör instabilitesi saptanan 22 hastanın (%58), tedavi sonrasında 7 hastaya (%18) gerilediği görüldü. Bu 22 hastanın 17'sinde (%77) klinik olarak anlamlı yanıt alındı.Tedavi öncesi (detrüsör instabilitesi ile olabilen) düşük mesane kapasitesi saptanan 26 hastanın (%68), tedavi sonrası 10 hastaya (%26) gerilediği görüldü. Bu 26 hastanın 21'inde (%81) klinik olarak anlamlı yanıt alındı.Tedavi öncesi sadece mesane kapasitesi düşük olan 8 hasta (%21) varken, tedavi sonrası mesane kapasitesi düşük olan 1 hasta (%2,6) saptanması anlamlı bulundu (p<0,05).Tedavi öncesi sadece detrüsör instabilitesi olan 4 hasta (%10,5) varken, tedavi sonrası 1 hasta (%2,6) saptanması anlamlı bulundu (p<0,05).Tedavi sonrası ürodinamik değerlendirmede ortalama maksimum mesane kapasitesinin anlamlı olarak arttığı ve ortalama maksimum detrüsör basıncı değerlerinin, tedavi öncesine göre olarak anlamlı olarak azaldığı gözlendi.Anstabil mesaneli hastalarda tedavi öncesi değerlendirmede ortalama 2,25 olan haftalık ıslak gece sayısının, tedavi sonrası haftada ortalama 1,12 ıslak gece sayısına anlamlı olarak gerilediği gözlendi (p<0,05).Sonuç olarak ürodinamik olarak normal olmayan 19 hastada (%64); ürodinamik olarak normal olan ve normal olmayan toplam 26 hastada (%68) anlamlı klinik yanıt alındı.Bu çalışmada enürezis noktümalı çocuklarda tolterodin tedavisine klinik ve ürodinamik olarak anlamlı yanıt alındı, yan etkilerinin az ve tolere edilebilir olduğu görüldü.
  • Öğe
    Varikosel ile infertilite arasındaki ilişki ve varikoselektominin bu ilişkiye etkisi
    (1986) Yılmaz, Kadir
    Bu çalışmamızda, kliniğimize infertilite şikâyeti ile başvuran vakalardan varikoseli mevcut olan 44 hasta inceleme ye alınmıştır. Vakalarımızda varikosel ile infertilite arasındaki mü nasebeti ve operasyonun bu ilişki üzerine olan etkisi araş tırıldı. Hastalarımızın tamamına yüksek ven ligasyonu (High Li gation) tekniği ile cerrahi müdahele uygulandı. Varikoselektomi operasyonundan sonra 9 hastamızın eşle rinde hamilelik tespit edildi. 44 vakalık bu çalışmamızda varikoselin büyük veya kü çük oluşunun cerrahi müdahele yönünden kontrendikasyon teşkil etmeyeceğini ve varikoselin subfertilite veya sterili te sebebi olabileceğini yüksek ven ligasyonu ile spermiogramda meydana getirdiği kötü etkilerin giderilebileceği tespit edildi.
  • Öğe
    Kronik böbrek yetmezliğinde erektil disfonksiyon prevelansı ve diyaliz hastalarında Sildenafil Sitrat'ın etkinliği
    (2000) Yıldız, Mustafa; Karalezli, Giray
    Erektil disfonksiyon; seksüel ilişki için gerekli olan olan penil ereksiyonun başlatılmasında, sağlanmasında, devamında yetersizlik olarak tanımlanır ve kronik böbrek yetmezliği olan hastalarda daha sık görülen bir patolojidir. Sildenafil; psikojenik, vasküler, nörojenik erektil disfonksiyon tedavisinde son zamanlarda ilk seçenek olarak kullanılmaktadır. Çalışmamızda kronik böbrek yetmezliği nedeniyle diyaliz tedavisi alan hastalarda erektil disfonksiyon prevelansım ve bu hastalarda sildenafîlin etkinliğini araştırdık. Çalışma kriterlerine uyan 35 hemodiyaliz 15 periton diyalizi hastası alındı.Hastalann hemoglobin, üre, albumin, total ve serbest testesteron, FSHLH,PTH sonuçlan, yaş, diyaliz süreleri ve kronik renal yetmezliğin etyolojisi kaydedildi.Hastalann beck depresyon skalası ile depresyon dereceleri, doppler ultrasonografi ile penil kan akımları tespit edildi. Hastaların tamamına Erektil Fonksiyon Değerlendirme Formu(HEF)'undan 1,2,3,4,5,15. sorulardan oluşan erektil fonksiyon alam doldurtularak skor 25 ve altmda olanlar erektil disfonksiyon olarak kabul edildi. Tedaviyi kabul eden 30 hastaya(20 hemodiyaliz, 10 periton) cinsel ilişkiden 45'dk önce 25mg'dan başlayarak alman cevaba göre lOOmg'a kadar sildenafil verilerek etkinliği ve yan etkileri kaydedildi. İstatiksel analizde: Mann Whitney U test, Students test, Pearson korelasyon test, Chi-Sguare test ve linear regresyon analizi kullanıldı. IIEF skorlamasına göre hemodiyaliz ve periton diyalizi hastalarında erektil disfonksiyon sırasıyla (%71),(%80) bulundu. Bütün hastalarda IIEF skoru ile penil kan akımı ve serbest testesteron arasında pozitif korelasyon(p=0.000,r=0.706 p=0 28,r=0.311), aynı zamanda IIEF skoru ile yaş,yaş ile penil kan akımı arasında negatif korelasyon(p=0.001 r=~0.461, p=0.001 r=- 0.469)bulundu. Hemodiyaliz hastalarında da IIEF skoru ile penil kan akımı, ve Kt/v ve serbest testesteron arasında pozitif korelasyon bulundu(r=0.790,r=0.445,r=0.400).Aym zamanda IIEF skoru ile yaş, penil kan akımı ile yaş arasında negatif korelasyon bulundu(r=-0.475, r=-0.562).Periton diyalizi hastalarında herhangi bir korelasyon yoktu. Sildenafil tedavisi öncesi ve sonrası ITEF skorlan;hemodiyaliz hastalarında 8.10±5.54 'den 23.7G±9.61'e periton diyalizinde 9.90±3.87'den 21.60±10.18'e yükseldi. Sildenafile cevap her iki gurupta da %60 olarak bulundu. 56Tedavi sonrası bütün hastalarda IIEF skoru ile penil kan akımı arasında pozitif korelasyon mevcuttu(r=0.7025). Cevapsız hastalarda cevap veren hastalara göre penil kan akımı daha düşüktü.Lineer regresyon analizine göre penil kan akımı sildenafile cevapta etkili faktör olarak görüldü. Yan etki olarak iki hastada baş ağrısı, iki hastada dispeptik yakınmalar görüldü. Sonuç olarak; erektil disfonksiyon kronik renal yetmezlikte sık görülen bir patoloji olup, tedavisinde sildenafil etkili, tolere edilebilir, noninvaziv bir tedavi olarak kullanılabilir.
  • Öğe
    99m Tc-MAG3 sintigrafi ile tek taraflı böbrek taşı olan hastalarda gövde duruşu ve böbrek kan akımının ilişkisi
    (2005) Yasin, Mehmet; Arslan, Mehmet
    Üst üriner sistem taş hastalıklarında, oluşabilen böbrek fonksiyon bozukluklarının değerlendirilmesinde, radyonüklid yöntemler güvenilir ve noninvazif metod olarak kullanılmaktadır. Çalışmamızda, tek taraflı böbrek taşı olan hastalarda pozisyon (sağ yan ve sol yan yatar pozisyonda) değişikliklerinin böbrek kan akımı (ERPF) üzerine etkisinin 99mTc-MAG3 ile belirlenmesi amaçlandı. Çalışmaya, tek taraflı sağ böbrek taşı olan 11, tek taraflı sol böbrek taşı olan 11 olmak üzere toplam 22 hasta ile herhangi bir renal patolojisi bulunmayan 10 olgu (kontrol grubu) dahil edildi, 'fek taraflı sağ böbrek taşı olan 11 hastanın 6'sı kadın 5'i erkek idi. Hastaların yaş ortalaması 45,5'idi. Hastaların 7'sinde yan ağrısı, 2'sinde sadece idrarda yanma şikayeti vardı. Ağrı şikayeti olanlardan 2'sinde hematüri eşlik etmekteydi. Tek taraflı sol böbrek taşı olan 1 1 hastanın 5'i kadın 6'sı erkek idi. Hastalanıl yaş ortalaması 40,81'idi. Hastaların 6'sında yan ağrısı, 2'sinde kolik ağrı ve bulantı şikayeti vardı., Hasta ve kontrol grubundaki tüm olgulara, sağ yan yatar pozisyonda, en az 2 gün sonra sol i yan yatar pozisyonda olmak üzere iki defa 99mTc-MAG3 dinamik böbrek sintigrafisi uygulandı. 99mTc- j MAG3 çalışmalarımızda, elde edilen renogram eğrileri üzerinden her bir böbreğin PI, ERPF, SF, tmax, t1/2 değerleri hesaplandı. Sağ böbrekler altta iken, tek taraflı sağ böbrek taşı olan hasta grubunda kontrol grubuna oranla ÇRPF değerlerinde anlamlı azalma, üstte iken de ERPF' sinde anlamlı azalma bulundu. Ancak sağ böbrekler üstte iken azalma anlamlı derecede daha belirgindi. Sol böbrekler altta iken, tek taraflı sol böbrek taşı olan hasta grubunda kontrol grubuna oranla RPF değerlerinde anlamlı azalma, üstte iken de ERPF 'sinde rölatif bir azalma bulundu. Tek taraflı taşı olan hastalarda, taşlı böbrek altta veya üstte iken kontrol grubuna oranla ortalama kan akımında azalma ve ekskresyon fazında uzama bulunması, sağda veya solda bulunan üst üriner sistem taşlarının böbrek kan akımınında azalmaya ve ekskresyon fonksiyonunda uzamaya fiden olduğunu göstermektedir. Kontrol grubunda, sağ ve sol yan yatar pozisyonda, sağ ve sol böbrekler altta iken kan akımında anlamlı derecede artma, üstte ise anlamlı derecede azalma bulundu. Kontrol grubunda sağ ve sol yan yatar pozisyonda, sağ ve sol böbrekler altta iken kan akımında anlamlı derecede artma, üstte ise anlamlı derecede azalma bulunması, pozisyon (değişikliğine bağlı oluşan kan akımı farklılığının yer çekimin etkisi sonucu olabileceğini düşündürmektedir. Pozisyona bağlı kan akımı değişikliği yer çekiminin kan akımına direkt etkisine bağlı olabilir ancak böbreğin pozisyon değişikliği de (repositioning) bu etkiden sorumlu olabilir.Tek taraflı böbrek taşı olan hastalarda, yan yatar pozisyonda hem altta bulunan böbreğin kan akımında azalma ve ekskresyon fonksiyonunda uzama bulunması, hem de üstte bulunan böbreğin kan akımında azalmanın ve ekskresyon fonksiyonunda uzamanın daha belirgin olması, hastalığın erken dönemlerinde dahi böbrek fonksiyon bozukluğuna yol açtığım göstermektedir. Tek taraflı böbrek taşı olan hastalarda, 99mTc-MAG3 çalışması ile böbrek fonksiyon bozukluk düzeyinin ayrıntılı ve kantitatif olarak ölçülmesi mümkün olmaktadır. Tek taraflı böbrek taşı olan hastalarda, 99mTc-MAG3 çalışması ile böbrek fonksiyonların kantitatif ölçümleri ile doğru zamanda cerrahi müdahale karan verilmesi sonucu düzelemez böbrek fonksiyon kayıplarının önlenebileceği kanaatine varılmıştır.
  • Öğe
    Mesane tümörlerinin lokalizasyonu ile müsküler invazyon ilişkisi
    (2012) Topbaş, Emrah; Gürbüz, Recai
    Mesane tümörlerinin, mesane içerisindeki yerleşimlerinin; davranış biçimleriyle ilişkisini sorgulamak ve tümörün invazifliği açısından bir öngörü oluşturabilmek amaçlanmıştır.GEREÇ VE YÖNTEMOcak 2000 ? Ağustos 2011 tarihleri arasında, Konya Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi Üroloji Kliniğinde ?Ürotelyal Karsinom? tanısı almış, toplam 1248 hastanın verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Yaş, cinsiyet, odak, lokalizasyon, tümör derecesi ve müsküler invazyon parametreleri kaydedildi ve her lokalizasyonun ayrı ayrı ?Müsküler İnvazyon? karakteri üzerindeki etkileri değerlendirildi.BULGULAR20 ? 86 yaş aralığındaki, 1080'i (%86.5) erkek, 168'i (%13.5) kadın, toplam 1248 hastanın yaş ortalaması 65.8 idi. 50-75 yaş grubunda 969 (%77.6) hasta mevcuttu. %64,9 olguda Tümör Yüksek Dereceli, %35,1 olguda ise Düşük Dereceli idi. Tek odaklı tümör sıklığı %44,2 iken; çok odaklı tümör sıklığı %55,8 idi. Tüm olguların %45,2'sinde müsküler invazyon mevcutken, %54,8'inde yoktu. Tek odaklı tümörlerin %30,4'ünde müsküler invazyon söz konusu iken; %69,6'sında müsküler invazyon yoktu. Çok odaklı tümörlerin %56,9'sında müsküler invazyon söz konusu iken; %43,1'inde müsküler invazyon yoktu (p<0.01).Sağ ve sol yan duvar tutulumları sırasıyla; %34,1 ve %37,2 olup, tümörün en sık tuttuğu lokalizasyonlardı. Ön duvar ve kubbeyi tutan olgular toplamın %0.8'ini oluşturmakta olup, tümörün en az tuttuğu lokalizasyonlardı.Her iki yan duvar ve ön duvarda yerleşimli tümörlerin, derece ve müsküler invazyon bakımından istatistiksel anlamlı farklılıkları saptanmadı. Arka duvarı tutan tümörlerin %71,9'u yüksek dereceliydi (p<0.05). Mesane kubbesini tutan olguların %53,3'ü düşük dereceli olup, %73,3'ünde de müsküler invazyon görülmedi (p<0.01). Trigon tutulumu olan olgularda %73,2 tümör yüksek dereceli, %53,7 müsküler invazyon pozitifti (p<0.05). Mesane boynu tutulumu olan olguların %87,6'sı yüksek dereceli olup, %82,9'unda müsküler invazyon pozitifti (p<0.01). Mesane lümenini tamamen dolduran tümöral kitle saptanan olguların %75,4'ünde tümör yüksek dereceli olup, %59'unda müsküler invazyon pozitifti (p<0.01).SONUÇMesane tümörleri en sık yan duvarları tutmaktadır. Arka duvardan kaynaklanan tümörler sıklıkla yüksek derecelidir. Mesane kubbesinden kaynaklanan tümörler, düşük dereceli tümörler olup, müsküler invazyon yapma ihtimalleri belirgin biçimde düşüktür. Trigon ve bilhassa mesane boynunu tutan tümörlerin büyük çoğunluğu ile mesane lümeninin tümüyle tümöral kitle ile dolu olduğu olgular yüksek derecelidir ve müsküler invazyon çok sıktır.Bu çalışmayla vurgulanan ve müsküler invazyonla ilişkisi ilk defa araştırılan ?Tümör Lokalizasyonu? olgusunun, ileriki yıllarda mesane tümörü değerlendirmesine dair kılavuzlarda bir risk faktörü olarak yerini alması, literatüre çok büyük ve önemli bir katkı olacaktır.Anahtar Kelimeler: ürotelyal karsinom, lokalizasyon, tümör derecesi, müsküler invazyon
  • Öğe
    Transrektal prostat biyopsisinde lokal anestezi: randomize vaka kontrollü çalışma
    (2007) Taşpınar, Bülent; Yurdakul, Talat
    Bu çalışmada , inrarektal lidokain jel ve intrarektal lidokain jel ileperiprostatik alana enjekte edilen uzun etkili lokal anestetiklerin transrektalultrasonografi eşliğinde yapılan prostat biyopsisi sırasında ve sonrasında etkinliğinideğerlendirdik.Metotlar: Mayıs 2006-Ağustos 2006 tarihleri arasınada transrektal prostat biyopsisiyapılan toplam 100 hasta, her biri 25 kişiden oluşmak üzere 4 gruba randomize edildi.Biyopsi öncesi; grup 1'e lokal anestezi verilmedi, grup 2'ye intrarektal %2 lidokain jel,grup 3'e intrarektal %2 lidokain jel ve prostat tabanı ile vezikülo seminalis bileşkesine%0.25 bupivakain, grup 4'e intrarektal %2 lidokain jel ve grup 3'teki aynı periprostatikalana %0.25 ropivakain verildi. Biyopsi sırasında ve sonrasındaki ağrı seviyesi 10skalalı vizüel analog scale (VAS) ile değerlendirildi.Sonuçlar: Grup 1 ve 2 arasında ağrı skorlarında fark yoktu. Grup 3 ve 4'tekihastalar biyopsi sırasında (VAS1) ve biyopsiden 1 saat sonraki (VAS2) skorlarıaçısından kontrol ve intrarektal lidokain jel grubuna göre belirgin düşük VASskorlarına sahipti.Sonuç: İntrarektal lidokain jel ile periprostatik uzun etkili lokal anestetik ajanlarınkombinasyonu prostat biyosisi sırasındaki ağrıda belirgin azalma sağladı, buna karşılıkintrarektal lidokain jel uygulanımı ağrıda istatistiksel olarak anlamlı azalma sağlamadı.
  • Öğe
    Varikoselin cerrahi tedavisinde retroperitoneal yüksek inguinal varikoselektomi ile inguinal mikroskopik varikoselektomi yöntemlerinin karşılaştırılması
    (2000) Taşkapu, Hakan Hakkı; Gürbüz, Recai
    Erkek infertilitesinin düzeltilebilir en önemli nedeni olan varikoselin zararlı etkilerini geri döndürebilmek için gerekli olan kural en ideal tedavi yöntemini seçmektir. Varikosel tedavisinde; retroperitoneal yüksek inguinal varikoselektomi(Grup-l) ile inguinal mikroskopik varikoselektomi(Grup-2) tekniklerinin semen parametreleri, serum hormon seviyeleri ve komplikasyonlar yönünden bulgularım karşılaştırarak ideal tekniği bulmayı araştırdık. 9.2. Materyal ve Metod: Skrotal fizik muayene veskrotal RDUSG ile varikosel tanısı konan ve yaş ortalaması 27.6 ±6.1 olan 41 erkek hasta çalışmaya alındı. Hastaların 20 tanesine retroperitoneal yüksek inguinal varikoselektomi ve 21 tanesine ise inguinal mikroskopik varikoselektomi yapıldı.Tüm hastaların hem preoperatif hem postoperatif 3. aydan sonra semen parametreleri ve serum hormon seviyeleri tesbit edildi ve skrotal RDUSG yapıldı. Semen parametrelerinin ve serum hormon seviyelerinin karşılaştırılmasında Mann Whitnay U testi (corrected z) ile Wilcoxon Signed Ranks testi ve rekürrens sonuçlarının karşılaştırılmasında ise McNemar testi ile ki-kare testi kullanılarak istatistiki değerlendirmeler yapıldı. 9.3. Bulgular: Semen parametlerinde her iki grup içindeki değişimler istatistiki yönden anlamlılık göstermedi (p> 0.05). Gruplar arasında da istatistiki fark yoktu (p> 0.05). Serum hormon seviyelerinde ise hem grup içindeki hem de gruplar arasındaki preoperatif ve postoperatif değişimlerde istatistiki fark saptanmadı (p> 0.05). Her iki gruptaki nüks bulguları grup içinde anlamlı iken (p<0.05) gruplar arasında anlamlı bulunmadı. (Nüks oram; Grup-1 'de % 35, Grup -2'de % 33.3) (P= 0.59). 9.3. Sonuç: İnguinal mikroskopik varikoselektomi, varikosel tedavisinde diğer tekniklere göre hem uygulama yeri hem de uygulama şekli nedeniyle postoperatif semen parametrelerinde ve serum hormon düzeylerinde daha fazla düzelme sağlaması ve daha düşük nüks ve komplikasyon oranlan nedeniyle tercih edilmesi gereken bir yöntemdir.
  • Öğe
    Akut renal kolik tedavisinde diklofenak sodyum, metilprednizolon ve alfa blokör tedavilerinin karşılaştırılması
    (2009) Sümer, Alpay; Gürbüz, Recai
    Akut renal kolik tedavisinde diklofenak sodyum, metilprednizolon ve alfa blokör tedavilerinin karşılaştırılmasının yapıldığı çalışmamızda, Ekim 2008 ? Ocak 2009 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Üroloji Polikliniği ile Acil Servisine başvuran ve renal kolik tanısı alan, 30 hasta değerlendirildi. Hastalara tedavi öncesi renal kolik semptom skoru ve sayısal derecelendirme skoru uygulandı. Çalışmaya alınan hastalar 10'ar kişilik 3 gruba ayrıldı. Birinci gruba tek başına diklofenak sodyum 75 mg. (im), ikinci gruba diklofenak sodyum 75 mg. (im) ile prednizolon 16 mg. (oral) ve üçüncü gruba ise diklofenak sodyum 75 mg. (im) ile alfa blokör 10 mg. (oral) tedavisi verildi. Değerlendirme periyodu boyunca hastalara ek hiç bir medikasyon uygulanmadı. Tedaviye yanıtı 5, 10, 15, 20 ve 30. dakikalarda değerlendirildi. Çalışmamızın sonucuna göre; tedaviye yanıt açısından gruplar arası kıyaslamada istatistiksel açıdan anlamlı bir fark saptanmadı. Hastalardan alfa blokör ve diklofenak sodyum tedavisi verilen grupta, tek başına diklofenak sodyum verilen ve diklofenak sodyum ile prednizolon verilen gruplardan farklı olarak, taş düşürme oranı yani spontan taş pasajı istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p=0.001).
  • Öğe
    Empotanslarda venöz kaçakların farmakokavernozografi ile belirlenmesi
    (1990) Sututan, Veli
    1989-1990 yıllarında S.Ü. Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalı'na empotans şikayeti ile müracaat eden 15 hastanın 9 tanesine farmakokavernozografi, 5 tanesine perfüzyon farmako- kavernozografî uygulandı. Bir hastaya 80 mg intrakavernöz papverin yapıldı. Fakat cevap alınamadığı için, kaver- nozografî yapılamadı. Hastaların birinde yapılan farmakokavernozografi ve perfüzyon farmakokavernozografi sonucunda, venöz kaçak tespit edildi. Ayrıca empotans şikayeti ile gelen bu hastaların kanlannda, prolaktin, total testosteron, FSH, LH seviyelerine bakıldı. Bir hastada total testosteron seviyesinde düşüklük (52,7 ng/ di) bulundu. İki hastanın proloktin seviyesi, hastalarda bulunan ortalama prolaktin seviyesinden yüksek çıkmıştır (sırasıyla 19,2 ng/ml ve 28,6 ng/ml). FSH seviyelerinde istatistiki anlamda önemli farklılık bulunmuştur. Diğer değerlerde önemli bir farklılık bulunamamıştır. Daha sonra kontrol grubunun kanlannda prolaktin, total testosteron, FSH, LH bakıldı ve hasta grubu ile karşılaştırıldı, önemli bir farklılık gözlenemedi. Hasta ve kontrol gruplarının fossa navikularis ve sublingual ateşlerine bakıldı. Anlamlı bir sonuç bulunamadı. Empotansta venöz kaçakların tespitinde farmakokavernozografinin önemli bir yeri olduğu ve iyi bir tanı yöntemi olabileceği kanaatine varıldı.
  • Öğe
    Halothane ve spinal anestezinin transuretral rezeksiyonlarda (T U R) kanama üzerine olan etkisinin karşılaştırılması
    (1986) Sönmez, Celal
    Araştırmamız TUR ameliyatı uygulanan 25 hasta üze rinde yapıldı. 10 hastaya spinal anestezi, 15 hastaya ha lo thane anestezisi verilerek kanama miktarları karşılaştı rıldı. İstatistik! olarak değerlendirilen veriler, tablolar halinde bulgular bölümünde sunuldu. Degerlend irmelere göre s pinal anestezinin halothane anestezisine oranla, kanama Mik tarını önemli derecede azalttığı tesbit edildi. Kaynaklar gözden geçirildiğinde çalışmamız ile ilgi li çok az araştırmaya rastlandı. Araştırmacıların vardığı so nuçlar kendi bulgularımızla karşılaştırıldı. Sonuçlarımızın, benzeri çalışmaların çoğu ile paralellik gösterdiği anlaşıl dı. Sonuç olarak, spinal anestezinin TUR cerrahisinde se çilecek en uygun anestezi metodlarından biri olduğu anlaşıl dı.
  • Öğe
    Taşa bağlı üst üriner sistem obstrüksiyon tedavilerinin sintigrafik değerlendirilmesi
    (2000) Selçuk, Alaaddin; Arslan, Mehmet
    Günümüzde üst üriner sistem taşlarının tedavisinde cerrahi ve ESWL önemli bir tedavi yöntemidir. Radyonuklid çalışmalar, takibinde kolay uygulanabilen noninvaziv, güvenilir tetkiktir. Biz çalışmamız da üst üriner sistem taşlarına yapmış olduğumuz tedavileri sintigrafîk açıdan değerlendirdik. Kliniğimizde üst üriner sistem taşı tespit edilen ortalama 43,5 yaşında olan 20 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Taşların 11' i pelviste, 9' u üreterde idi. Tedavi olarak 12' sine ESWL 8' ine Açık Cerrahi uygulandı. Hastalara tedavi öncesi Tc 99 m- DTP A, Tc 99 m- DMSA, tedavinin erken döneminde Tc 99 m - DTPA, ve tedavinin tamamlanmasından 2 ay sonra Tc 99m-DTPA ve Tc 99m - DMSA yapıldı. Etkilenen ve sağlam böbreklerin glomerüler fîltrasyon hızı ( GFR), maksimum konsantrasyon zamanı ( Tmax), eksresyon zamanı ( t Vı), perfuzyon indeks oranı (PI), splite fonksiyon oranı kantitatif olarak değerlendirildi. Sonuç olarak etkilenen böbrek GFR düzeyi ortalama tedavi öncesi ( 27,69 ± 12,72 ml/dk) iken tedavi sonrası; erken dönemde ( 28,17 ± 12,25 ml/dk) geç dönemde ise ( 33,28 ± 13, 97 ml/dk) bulundu. Buradaki artış istatistiksel açıdan anlamlıydı ( p< 0,05). Tedavi öncesi t 14 düzeyi (18, 49 ± 6,33 dk) iken tedavi sonrası; erken dönemde (12, 78± 4,35 dk), geç dönemde ise ( 9,32± 3,82 dk) bulundu. Tüm çalışmalarda azalma anlamlı idi (p<0,05). t Vı düzeyindeki azalma obstrüksiyonun ortadan kaldırıldığını ve tedavi yöntemlerinin efektif olduğunu gösterdi. Etkilenen böbreğe ait Tmax, splite, PI' de rölatif değişiklikler olmasına rağmen istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı (p>0.05). Sağlam böbreğe ait tüm değerlerde çalışma öncesi ve sonrasında anlamlı farklılık yok idi.(p>0.05). ESWL ile Açık Cerrahi grup karşılaştırıldığında GFR ve 1 1/2 düzeylerinde iki grup arasında farklılık mevcut idi(p<0.05). ESWL çalışma grubunun GFR değerlerindeki artışın daha iyi olması; fonksiyon kayıplarının açık cerrahi grubuna göre daha az olmasına bağlı idi. Böbrek ve ureter taşlarının sintigrafîk değerlendirilmesinin karşılaştırılmasında ise önemli farklılık tesbit edilmemiştir (p>0.05). Sonuç olarak; taşa bağlı obstrüktif böbrek hastalıklarında, tedavi öncesi ve tedavi sonrası renal fonksiyonların takibinde radyonuklid çalışmalar; bir ürolog için güvenilir, kolay uygulayabileceği bir tetkiktir.
  • Öğe
    Zoladronik asitin rat böbreğine olan toksik etkilerinin araştırılması
    (2006) Sağlık, Lütfi; Sert, İ. Ünal
    Prostat kanseri yaş ile insidansı artan, androjen bağımlı bir hastalıktır. Prostat kanserlerinin%75'i 50-70 yaş arasında görülmektedir. Klinik hastalık gelişen olguların ise yaklaşık 1/5'i letalseyir göstermektedir. Mortalite oranı %2-3 civarındadır. Metastatik Prostat Adenokarsinomutanısı olan hastalarda uygulanan 'Androjen Ablasyonu' ile hastalığın kontrol altına alındığı,ancak bu durumu neredeyse hastaların tamamında androjenden bağımsız bir hastalığın takipettiği bilinmektedir. Bu hastaların %80'inde pekçok morbidite ( Patolojik kemik fraktürü, spinalkord basısı, anemi, kaşeksi, yaygın kemik ağrıları gibi) gelişebilmektedir.Günümüzde herhangi bir kombinasyon tedavi metodu ile Hormona Dirençli ProstatKanserinde sağ kalımı uzatan hiçbir faz III çalışma bulunmamaktadır. Bu durum pek çokaraştırmacıyı destekleyici ve yaşam kalitesini arttırıcı palyatif tedaviler konusunda çalışmalaryapmaya yöneltmiştir. Zoladronik asit, prostat kanseri dahil olmak üzere tüm solid tümörlerdenkaynaklanan malign kemik tutulumu olan hastalarda iskelet komplikasyonlarının azaltılmasında önemlive uzun süreli klinik yarar sağladığı gösterilen ilk bifosfonattır.Uygun dozda ve tedavi şemasında uygulandığında ve hasta monitorizasyonu yapıldığında,zoladronik asit, kemik metastazları olan hastaların tedavisinde önemli bir yaşam kalitesi artışısağlamaktadır.Zoladronik asit nefrotoksik olduğu bilinen bir ajandır.Tedavi boyunca nefrotoksisiteaçısından izlem ve tedbir alınmalıdır.Çalışmamızda Zoladronik asitin nefrotoksik etkisini araştırmayı amaçladık.Bu çalışmada Spreque Dowley cinsi ağırlıkları 250 ile 300 gr arasında değişen 20 adet erkekrat kullanıldı.Ratlar 10'arlı 2 gruba ayrıldılar.Birinci grup kontrol grubu (G-K), ikinci grupzoladronik asit (zometa) verilen zoladronik asit grubu (G-Z) idi.Nefrektomi yapıldıktan sonra tüm gruplardaki örneklerden hazırlanan patolojik preperatlarmodifiye Paller skorlamasına göre tubuler epitel düzleşmesi (0,1), fırçamsı kenar kaybı (0,1,2),sitoplazmik vakuolizasyon (0,1), hücre nekrozu (0,1,2) ve tubuler lümen obstrüksiyonu (0,1,2)açısından değerlendirildi. En yüksek skor 8 olarak değerlendirildi. Ayrıca epitelyum uzunluğu vebazal membran kalınlığı da değerlendirilmeye alındı. Zoladronik asit grubunda nefrotoksisiteyigösteren paller skoru kontrol grubuna kıyasla oldukça yüksek bulundu.Sonuç olarak zoladronik asitin böbrekte hücre nekrozu, tubuler lümen obstrüksiyonu, tubulerepitel düzleşmesi , fırçamsı kenar kaybı ve sitoplazmik vakuolizasyon yaparak nefrotoksik etkigösterdiğini belirledik.Ayrıca bazal membran kalınlaşması ve epitel boyu artışı danefrotoksisitenin diğer göstergeleri idiler.
  • Öğe
    İntraabdominal basınç artışı ve abdominal kompartman sendromunun testisler üzerine etkisi
    (2004) Parlak, Bayram; Yılmaz, Kadir
    Abdominal kompartman sendromu yeni tanınan eski bir problemdir. AKS tüm klinisyenlerinin özellikle cerrahların farkında olması gereken, potansiyel olarak fetal bir durumdur, intraabdominal basınç artışı başta böbrek, kardiak, respiratuar, gastrointestinal sistem olmak üzere bütün organ sistemlerini olumsuz etkiler. Bu durum bir çok çalışma ile ortaya konmuştur. Çalışmamızda intraabdominal basınç artışı ve abdominal kompartman sendromunun testisler üzerine olan etkilerini araştırdık. Bu çalışmada Yeni Zellanda tipi ağırlıkları 2500 ile 4000 gr arasında değişen 30 adet albino erkek tavşan kullanıldı. Tavşanlar 10'arlı 3 gruba ayrıldılar. Birinci grup karın içi basıncı yükseltilmeyen kontrol grubu (G-K), ikinci grup karın içi basıncı 20 cmHaO'ya çıkarılan G-1 grubu, üçüncü grup karın içi basıncı 40 cmH^O'ya çıkarılan G-2 grubu olarak belirlendi. Çalışmada Testiküler etkiler; dopier USG ile kan akımı ve histopatolojik incleme için de testis biopsisi yapıldı. Tavşanlar ketamin ve ksilazin hidroklorür ile anestezileri sağlandıktan sonra testiküler doppler USG ile giriş ( bazal) pik sistolik ve end diastolik testiküler kan akım hızı ölçüldü. Batın orta hattından 14 no anjioket ile periton boşluğuna hava verilerek G-1 grubunda intraabdominal basınç 20 cmhbO ve G-2 grubunda 40 cmH20'ya çıkartıldı, intraabdominal basınçlar bu seviyede tutuldu ve ikinci saatin sonunda doppler USG ile testiküler pik sistolik ve end diastolik kan akım hızı ölçüldü, takiben üçüncü saatte orşiektomi yapıldı ve sonuçlar kontrol grubu ile karşılaştırıldı. Çalışmamızı değerlendirdiğimizde Intraabdominal basınç artışının testis kan akımını etkilediğini ve 20 cmH^O intraabdominal basınçta testisin pik sistolik ve end diastolik kan akım hızında belirgin düşmeye sebeb olduğunu ve bu düşmenin 40 cmhfeO intraabdominal basınçta çok daha belirgin olduğunu gözlemledik. Ayrıca 20 cmH20 intraabdominal basınçta spermatozoa sayısında azalma başladığını ve 40 cmH20 intraabdominal basınçta bu azalmanın daha belirgin olduğunu ve her iki grupta testiste konjesyonda artış olduğunu saptadık. Bu konuda daha fazla ve daha uzun süreli deneysel ve klinik araştırmalara ihtiyaç olduğunun kanaatindeyiz.
  • Öğe
    Vezikoüreteral reflü teşhisinde ultrasonografi ve radyonüklid sistografinin değeri
    (1990) Öztürk, Ahmet; Arslan, Mehmet
    Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi üroloji Anabilim Dalına, 1989- 1990 tarihleri arasında müracaat eden ve Vezikoüreteral Reflü düşünülen 11 hasta araştırma kapsamına alındı. Bu hastalardan 6 sı bayan (54,54%), 5 i erkek (45,45%) idi. Yaşları 18 ay ile 35 yıl arasında olup yaş ortalaması 11,2 idi-Tesbit edilen reflüler Uluslararası Reflü Çalışma Komitesi'nin öngördüğü şekilde derecelen dirildi. Hastalara rutin olarak İntravenöz Ürografi, Ultrasonograf i, Direkt Voiding Sistoüretrograf i ve Radyonüklid Sistografi uygulandı.Bulgular gözden geçirilerek elde edilen sonuçlar literatür sonuçları ile karşılaştırıldı. Sonuç olarak Vezikoüreteral Reflü teşhisinde üriner Sistem Ultrasonograf isi ve Rad yonüklid Sistograf inin hassas ve güvenilir metod lar olduğu belirlendi.
  • Öğe
    Retrograt intrarenal cerrahi uygulanan erişkin ve çocuk hastaların etkinlik ve sonuçlarının karşılaştırılması
    (2019) Özkent, Mehmet Serkan; Pişkin, Mehmet Mesut
    Taş hastalığı yüzyıllardan beri biliniyor olmasına rağmen günümüzde yaygınlığı çocuk ve erişkinlerde gittikçe artmaktadır. Teknolojik gelişmeler, endoskopik aletlerin minyatürizasyonu böbrek taşlarının tedavisinde retrograt intrarenal cerrahinin etkin şekilde kullanımına olanak sağlamıştır. Çocuk hastalarda bu konuda kısıtlı sayıda çalışma vardır. Çalışmamızda, retrograt intrarenal cerrahi ile tedavi edilen çocuk ve erişkin hastalardaki tam taşsızlık oranları ile komplikasyon oranlarını karşılaştırarak retrograt intrarenal cerrahinin çocuk hastalardaki etkinliğini ve güvenirliğini değerlendirmeyi amaçladık. MATERYAL-METOD: Çalışmamızda 01.01.2010 ile 01.03.2018 tarihleri arasında böbrek taşı tanısı konulup retrograt intrarenal cerrahi ile tedavi edilen hastaların dosyaları incelendi. Hastalar çocuk (18 yaş altı) (grup 1) ve erişkin (18 yaş ve üzeri) (grup2) yaş gruplarına ayrıldı. Gruplar; taş yükü, taş boyutu, taş lokalizasyonu, operasyon süresi, üreteral erişim kılıf kullanımı, intraoperatif komplikasyon oranları, tam taşsızlık oranları, postoperatif komplikasyon oranları, hastane yatış süreleri, DJ katater kullanımı açısından karşılaştırıldı. BULGULAR: Grup 1 içerisinde 55 hasta ve grup 2 içerisinde 220 hasta olmak üzere toplam 275 hasta değerlendirilmeye alındı. Hastaların ortalama yaşı 36,5 ± 20,1 (8 ay- 89 yıl) yıl olarak izlendi. Ortalama taş boyutu 14,6 ± 6,7 mm (5-47 mm) idi. Ortalama operasyon süresinin 62,9 ± 24,4 (25-170 dk) dakika (dk) olduğu görüldü. Hastanede yatış süresi 1,9 ± 2,4 (1-15 gün) gün olarak tespit edildi. Her iki grupta taş yükü, taş sayısı (tek-multipl), taş opasitesi, taraf, işlem öncesi hidroüreteronefroz derecesi ve operasyon sürelerinin benzer olduğu tespit edildi. Gruplar arasında ilk seans cerrahi sonrası tam taşsızlık oranları (grup 1 %81,8, grup 2 78,2, p: 0,554) benzer olarak bulundu. Toplam komplikasyon oranı %13,8 (grup 1 %16,4, grup 2 13,2) olup iki grup arasında fark izlenmedi. SONUÇ: Çalışmamızda böbrek taşı olan çocuk hastalarda RIRS'ın etkin ve güvenle kullanılabilecek minimal invazif cerrahi prosedür olduğunu tespit ettik. Alt pol taşı varlığının, artan taş yükünün ve birden fazla taş mevcudiyetinin hem çocuk hem de erişkin hastalar için cerrahi sonrası başarıyı etkileyen en önemli faktörler olduğunu gördük.
  • Öğe
    Venöz empotansların teşhisinde penil renkli dopler ultrasonografi ile farmakokavernozografinin karşılaştırılması
    (1997) Özeroğlu, Mehmet; Yurdakul, Talat
    Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji polikliniğine başvuran ve papavehn testi sonucu negatif olup vasküler patoloji düşünülen 53 vakaya ile birlikte kontrol grubu olarak alınan ve papavehn testi pozitif olan 7 vakaya Penil renkli doppler ultrasonogram yapıldı. Renkli doppler sonografi sonucu arteriel patoloji bulunan 23 vaka ayrıldı. Venöz patoloji belirlenen 30 vaka ile birlikte kontrol grubuna farmakokavemozometri ve farmakokavemozografi yapıldı. Kontrol grubunda Renkli doppler sonografi, farmakokavemozometri ve farmakokavemozografi sonuçları tamamen normal iken Renkli doppler sonografide venöz patoloji belirlenen 30 vakadan 27 sinde farmakokavemozometri ve farmakokavemozografi ile teşhis doğrulandı. Ancak 3 vakada venöz patoloji olmadığı belirlendi. Bu sonuçlardan hareketle, Penil renkli doppler sonografinin farmakokavemozometri ve farmakokavemozografiye göre venöz patoloji lerdeki tanısal değeri istataistiki olarak karşılaştırıldı. Sensitivitesi %100, spesifitesi %70 ve doğruluk oranı %91.89 olarak bulundu. Bu bulgular ışığında, Penil renkli doppler ultrasonografinin arteriel patolojilerin yanında venöz patolojileri de büyük doğruluk oranında gösterdiği, bu nedenle papavehn testinden sonra vasküler patoloji düşünülen olgularda ilk yapılacak işlem olduğu ancak venöz kaçak tesbit edilen vakalarda teşhisi doğrulamak amacıyla farmakokavemozometri ve farmakokavernozografinin gerekli olduğu kanaatine varıldı.
  • Öğe
    BPH nedeniyle alfa-bloker kullanmasına rağmen cerrahi tedavi yapılmak zorunda kalınan olguların patoloji spesmenlerindeki kronik prostatit insidansı
    (2011) Özdemir, Ümit; Yılmaz, Kadir
    Bu çalışmada BPH nedeniyle alfa-bloker tedavi alan ve opere edilmek zorunda kalınan hastaların, patoloji spesmenlerinde karşılaşılan kronik prostatit sıklığını araştırarak alfa-reseptör blokerlerinin kronik prostatit gelişimini önlemedeki etkisini araştırmayı amaçladık.Materyal Ve Metod: 2006 Mart - 2009 Aralık tarihleri arası Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalında BPH ön tanısı konan, alfa-bloker tedavi başlanan ve tedaviden fayda görmeyerek opere edilen 285 hasta retrospektif olarak tarandı. PSA değerleri normal sınırlarda olan, IPSS ve NIH-KPSI formları doldurulan, kronik prostatit semptomu ve bulgusu olmayan tam idrar tetkikleri ve idrar kültürleri steril olan toplam 145 hastadan 100 hasta kullandıkları alfa-bloker tedaviye göre 4 gruba ayrıldı. Tedavi almayan 45 hasta ise kontrol grubu olarak değerlendirildi. Olguların patoloji spesmenleri histopatolojik olarak değerlendirildi.Bulgular: Alfa-bloker kullanan 100 hastadan, 58 (%58) hastada BPH 42 (%42) hastada ise BPH ve beraberinde KP tespit edilmiştir. Alfa-bloker kullanan hasta grupları arasında BPH ve BPH ile beraberinde KP görülme sıklığı arasında anlamlı fark saptanmamıştır (p>0,05). İlaç kullanmayan 45 hastanın 12'sinde (%26,7) BPH, 33'ünde (%73,3) ise BPH ve beraberinde KP saptanmıştır. Alfa-bloker tedavi kullanan ve hiç tedavi kullanmayan hasta gruplarına bakıldığında alfa-bloker kullanan hastaların patoloji spesmenlerindeki KP sıklığı alfa-bloker kullanmayan hastalara göre istatistiksel açıdan anlamlı olarak düşük bulunmuştur (p<0,05).Sonuç: Prostatitlerin %90-95' ini oluşturan ve etyopatogenezi oldukça kompleks olan kronik prostatitte tedavi arayışları hala sürmektedir. Biz kronik prostatitli hastaların bir kısmında alfa-bloker tedavisinin yeri olduğunu düşünmekteyiz. Ancak alfa-blokerlerin gerçek etkinliğini gösterecek geniş olgu sayısına sahip plaseboyla karşılaştırmalı kanıt düzeyi yüksek randomize kontrollü çalışmalara ve metaanalizlere ihtiyaç bulunduğu söylenebilir.