Sağlık Bilimleri Enstitüsü Tez Koleksiyonu
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Güncel Gönderiler
Öğe 6 şubat 2023 depremleri sonrasında görev yapan sosyal hizmet uzmanlarının deneyimleri: Hatay örneği(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2025) Selvi, Mahir; Küçükşen, KübraBu çalışmanın amacı, 6 Şubat 2023'te meydana gelen Kahramanmaraş merkezli depremler sonrasında Hatay'da görev yapan sosyal hizmet uzmanlarının deneyimlerini incelemektir. Araştırma nitel araştıra yöntemi fenomenolojik desen ile yapılmıştır. Araştırmanın örneklemi deprem sonrası Hatay’da görev yapan 17 sosyal hizmet uzmanından oluşmaktadır. Veriler yarı yapılandırılmış görüşme formu ile Aralık 2024-Şubat 2025 tarihleri arasında yüz yüze görüşme yoluyla toplanmıştır. Araştırma sonucu elde edilen verilerin tematik analizinde MAXQDA 2020 programı kullanılmıştır. Araştırma bulguları sürece dair gözlem ve deneyimler ana teması altında ele alınmıştır. Araştırma sonucunda; sosyal hizmet uzmanları, özellikle afet bölgesindeki temel ihtiyaçların karşılanmasındaki yetersizlikler, koordinasyon eksiklikleri, psikososyal destek ihtiyacı ve kurumsal işleyişteki aksaklıklarla karşı karşıya kaldıkları, özellikle dezavantajlı gruplarla (çocuklar, yaşlılar, engelliler ve kadınlar) çalışırken daha fazla kaynak ve destek mekanizmasına ihtiyaç duydukları tespit edilmiştir. Ayrıca, kriz anlarında karar alma, vaka yönetimi, psikososyal destek sağlama ve sahada uygulanabilecek stratejilere yönelik eğitimlerin afet öncesinde artırılması gerektiği belirlenmiştir. Çalışmanın sonuçları, afet yönetiminde sosyal hizmet uzmanlarının rolünün daha iyi tanımlanması, psikososyal destek hizmetlerinin kurumsal düzeyde güçlendirilmesi ve uzmanların mesleki dayanıklılıklarını artıracak eğitim ve süpervizyon mekanizmalarının geliştirilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Araştırma sonucunda gelecekteki afet müdahalelerinde sosyal hizmet uzmanlarının daha etkin ve sürdürülebilir bir şekilde görev alabilmeleri için politika yapıcılar, akademisyenler ve uygulayıcılar için öneriler sunulmuştur.Öğe Total diz artroplastili hastaların ağrı düzeyi, ödem ve drenaj miktarına soğuk uygulamanın etkisi: Randomize kontrollü çalışma(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2025) Gök, Fatma; Yüksel, Serpil; Ateş, AliEn sık uygulanan eklem cerrahilerinden biri olan total diz artroplastisi (TDA) sonrası erken dönemde hastalar şiddetli ağrı, kanama ve diz ödemi gibi sorunlar yaşayabilmektedir. Bu araştırmada, soğuk uygulamanın TDA sonrası ağrı düzeyi, ödem ve drenaj miktarı üzerindeki etkisini belirlemek amaçlandı. Prospektif, paralel, iki kollu (soğuk uygulama, kontrol) randomize kontrollü çalışma (RKÇ), Karaman Eğitim ve Araştırma Hastanesi Ortopedi Kliniği’nde gerçekleştirildi. Araştırma kapsamına 15 Ocak 2024-30 Haziran 2024 tarihleri arasında bu klinikte TDA uygulanan, 18 yaş ve üzeri 68 hasta alındı. Her bir kola 34 hasta atandı. Hastalar, hasta yakınları ve klinik çalışanları kol atamasına körlendi. Araştırma öncesi etik kurul onayı ve kurum izni alındı. Kontrol kolundaki hastalar klinikteki rutin tedavi ve bakımı aldı. Soğuk uygulama kolundakilere ise rutin tedavi ve bakıma ek olarak jel pedler ile soğuk uygulama yapıldı. Soğuk uygulamaya, TDA sonrası hasta ameliyathaneden kliniğe gönderildiğinde başlandı ve iki gün devam edildi. Bu uygulama günde sekiz saat, her saat başı 20 dakika yapıldı. Tüm hastaların ağrı düzeyi TDA sonrası anestezinin etkisi geçtiğinde 6., 24., 48. saatlerde ve drenaj miktarı TDA sonrası 2., 6. ve 24. saatlerde değerlendirildi. Diz çevresi, TDA öncesi ve TDA sonrası 24. ve 48. saatlerde ölçüldü. Araştırma verileri “Tanıtıcı Özellikler Formu”, “Görsel Kıyaslama Ölçeği” ve “Cerrahi Girişim Sonrası Takip Formu” ile toplandı. Veri analizinde, tanımlayıcı istatistikler, Bağımsız örneklem t testi, Ki-Kare testleri, Tekrarlı ölçümler varyans analizi ve Bonferroni testi kullanıldı. Tüm hastaların TDA sonrası 6. ve 24. saatlerde ağrı düzeyi benzer olup (p>0,05), 48. saatte ise soğuk uygulama kolundakilerin ağrı düzeyi anlamlı olarak daha düşüktü (t=2,648; d=0,642; p=0,010). TDA sonrası ilk 24-48. saatler arasında opiod uygulanan hasta oranı da soğuk uygulama kolunda (kontrol=%97,1; soğuk uygulama= %41,2) daha düşüktü (χ²=22,322; p<0,001). Soğuk uygulama kolundaki hastaların hemovak drenaj miktarı TDA sonrası 1. saatten 24. saate kadar anlamlı olarak azaldı (d=0,642, p=0,010). Kontrol kolu ile kıyaslandığında soğuk uygulama kolundakilerin TDA sonrası 48. saatte patellasının 10 cm proksimali (d=0,933, p<0,001), orta hattı (d=0,842, p=0,001) ve distal çevresi ölçümleri (d=0,863, p<0,05). Sonuç olarak araştırma bulguları literatüre soğuk uygulamanın TDA kaynaklı ağrıyı, opioid tüketimini, drenaj miktarını ve diz çevresi ödemini azaltmada etkili olduğuna dair kanıt temelli bilgi sağladı. Bu bulgular, TDA sonrası erken dönemde soğuk uygulamanın etkili bir farmakolojik olmayan tedavi yöntemi olduğuna dikkati çekmektedir. TDA sonrası soğuk uygulamanın kullanımına yönelik protokollerin oluşturulması ve bu hastalara tedavi ve bakım uygulayan tüm sağlık profesyonellerinin farkındalığının artırılması önemlidir. Aynı hasta grubunda soğuk uygulamanın etkisinin araştırıldığı yeni çalışmalar ile bu uygulamanın kanıt düzeyinin artırılmasına gereksinim vardır.Öğe 12 haftalık izokinetik direnç egzersizinin prediyabetli kadın bireyler üzerindeki etkilerinin araştırılması(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2025) Özdamar, Mustafa; Solak Görmüş, Zülfikare Işıkİzokinetik direnç egzersizi (İDE) farklı açısal hızlarda dinamometre kullanılarak uygulanabilen etkili ve güvenilir bir egzersiz yöntemidir. Egzersiz dünyada hızla artan diyabet hasta popülasyonunu gelişimini engellemek ve azaltmak için etkili bir reçete olarak kullanılmaktadır. Önlenemeyen prediyabetin ilerleyen zaman içinde her açıdan yüksek maliyetli tip 2 diyabet hastalığına dönüşmesi üzücü bir durumdur. Direnç temelli İDE eğitiminin prediyabetli bireyler üzerinde nasıl etkiler oluşturduğu bilinmemektedir. Etkili bir şekilde uygulanan izokinetik egzersizlerin prediyabet tanısı almış bireyler üzerinde diyabet gelişimini nasıl etkileyeceği hakkında bilgi mevcut değildir. Bundan dolayı yürütmüş olduğumuz tez kapsamında 18-45 yaş aralığındaki prediyabetli kadın bireylerin İDE eğitimi sonucunda; glikoz metabolizma parametreleri, vücut kompozisyonu, serum kan parametreleri, kas kuvveti ve anaerobik güç parametreleri, denge fonksiyonları ve damar sağlığı göstergelerindeki değişimleri açıklamayı hedefledik. Prediyabetli kadın bireyler (n=15) üzerinde 12 hafta boyunca haftada 3 gün olacak şekilde ilerleyici olarak izokinetik egzersiz uygulandı. Toplamda 36 seansı maksimum performansla gerçekleştiren prediyabetli bireylerin sonuçları başlangıç ölçümleri ile karşılaştırıldı. Çalışmamıza endokrinoloji ve metabolizma uzman hekimi tarafından prediyabet tanısı almış kadın bireyler katıldı. Endokrinolog tarafından istenilen kan tahlilleri İDE başlangıcında ve sonunda olacak şekilde hastane ortamında alındı. Vücut yağ ve kas kompozisyonu biyoelektrik empedans analiz yöntemi kullanılarak yapıldı. Kas kuvvet testi izokinetik dinamometre ile 60°/s ve 180°/s açısal hızlarda ölçüldü. Bireylerin anaerobik güç ve performansları Wingate bisiklet ergometre ile değerlendirildi. Denge fonksiyonları izokinetik denge ölçüm sistemi kullanılarak test edildi. Endotel fonksiyonları (FMD) ve damar yapıları (KİMK) yüksek çözünürlüklü ultrasonografi yöntemi ile değerlendirildi. İstatistiksel analiz için tek yönlü repeated measurement varyans analizi ve Friedman testi kullanıldı. Sonuçlar ortalama±standart hata olarak verilmiş olup p<0,05 seviyesinde istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Uygulanan İDE eğitimi bireylerin bel, karın, kalça, sağ ve sol uyluk çevresinde azalma sağladı. Ek olarak vücut kitle indeksi (VKİ) ve yağ yüzdesi azalırken alt ekstremite kas kütlesi ve yağsız küte değerleri arttı. İzokinetik egzersiz prediyabetlilerin açlık kan glikozu (AKG) ve HbA1c değerlerini sağlıklı bireylerin seviyesine indirdi. Bunun yanında C-peptit ve HOMA-IR skorunu düşürdü. Kan analizindeki hemoglobin ve potasyum (K+) değerlerini artırmanın yanında ALT ve yağ profili parametrelerinde aşağıya doğru bir kırılma sağladı. Her iki alt ekstremite ana kas gruplarında kas kuvvetini her iki açısal hızda artırdı. Egzersiz bireylerde anaereobik güç ve performansı geliştirdi. Vücut kompozisyonu ve kas kuvvetindeki artış denge fonksiyonlarında iyileşmeye sebep olarak bireylerin postürlerini düzenledi. İzokinetik egzersiz FMD değerlerinde artış sağlayarak endotel fonksiyonlarını iyileştirdi. KİMK değerinde azalma sağlayarak damar sağlığını olumlu yönde etkiledi. Çalışma sonuçlarımız İDE eğitiminin prediyabeti önleyip glikoz metabolizmasında iyileşme sağlayabileceğini göstermektedir. İzokinetik egzersiz vücut yağlanmasını azaltıp kas kuvvet ve kalitesini artırarak vücut sağlığına katkı sağlayabilir. Doku oksijenlenmesine, endotel fonksiyonlarına ve enzimler üzerine muhtemel olumlu etkiler ortaya çıkarabilir. Tüm bunlar İDE eğitiminin prediyabetli bireylerde etkili sonuçlar ortaya çıkarmak için kullanılabileceğini göstermektedir.Öğe Arteria alveolaris superior posterior için güvenli cerrahi bölge sağlayan anatomik belirleyiciler: CBCT'ye dayalı bir çalışma(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2025) Akcan, Mustafa; Çiçekcibaşı, Aynur EmineArteria alveolaris superior posterior (AASP), sinus maxillaris (SM) lateral duvarında girişim yapılması planlanan sinüs lifting ve dental implant cerrahisi sırasında önem taşımaktadır. Damarın iatrojenik hasarı ciddi komplikasyonlara yol açabilir. Bu nedenle, cerrahi planlama sırasında AASP’nin anatomik lokalizasyonunun değerlendirilmesi kritik öneme sahiptir. Bu çalışmada, farklı sinus maxillaris pnömatizasyonlarına (SMP) sahip bireylerde AASP’nin belirli anatomik oluşumlara ve diş seviyelerine göre lokalizasyonunun tanımlanması amaçlandı. Necmettin Erbakan Üniversitesi, Diş Hekimliği Fakültesi, Ağız, Diş ve Çene Radyolojisi Anabilim Dalı arşivinde kayıtlı olan 300 hastadan, dahil edilme kriterlerine uyan 125 (72 kadın–53 erkek) hastanın CBCT görüntüleri incelendi. SM hacimleri aksiyal, koronal ve sagital kesitlerde oluşturulan 3 boyutlu model üzerinden hesaplandı ve hipoplazik, normal ve hiperplazik olmak üzere 3 farklı sınıflandırma yapıldı. Belirlenen tüm morfometrik parametreler 1. premolar (PM), 2. premolar, 1. molar (M) ve 2. molar olmak üzere toplam 4 farklı diş seviyesinde ölçüldü. Kadınlarda hipopnömatizasyon, erkeklerde ise hiperpnömatizasyon daha sık görülmüştür. Dişli ve dişsizlik durumlarının, alveolar krest ve oklüzal düzlem mesafeleri üzerinde belirgin etkileri olduğu, dişsiz olgularda damar ile bu yapılar arası ölçümlerin anlamlı derecede düşük olduğu gözlenmiştir. AASP çaplarının erkeklerde daha yüksek olduğu ancak istatistiksel anlam taşımadığı saptanmıştır. AASP konumu genellikle intraosseoz olup sağ ve sol taraflar arasında farklılıklar göstermiştir. Hiperpnömatizasyonun özellikle bukkalcusp ve AASP çapı gibi anatomik ölçümlerde artışa yol açtığı tespit edildi. Cinsiyet, yaş, dentisyon durumu ile pnömatizasyon arasındaki karmaşık ilişkiler ve anatomik yapıların bireysel farklılıkları; cerrahi sırasında meydana gelebilecek komplikasyonların önlenmesinde kritik öneme sahip olup, cerrahi öncesi komplikasyon oluşturabilecek tüm anatomik yapıların lokalizasyonları ve morfometrik morfolojik özellikleri gerekli tetkikler ile doğrulanmalıdır.Öğe D3 vitamini tedavisi alan kişilerde Klotho geni protein aktivitesinin (fibroblast büyüme faktörü 23, kalsiyum ve fosfat düzeyleri ile) miRNA 22 üzerine etkisinin araştırılması(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2025) Tattan, Abdulrahman; Gürbilek, MehmetKlotho geni proteini, miRNA 22, FGF23, kalsiyum ve fosfat; hücresel sinyalizasyon, mineral metabolizması ve kemik sağlığı üzerinde etkili önemli biyolojik parametrelerdir. Bu çalışmada, D vitamini tedavisinin klotho geni protein aktivitesi ile miRNA 22, fibroblast büyüme faktörü 23 (FGF-23), Ca ve PO₄ düzeyleri üzerindeki etkilerinin araştırılması amaçlanmıştır. Çalışmaya D vitamini eksikliği tanısı konulan 10 hasta (tedavi öncesi ve tedavi sonrası dönemleri) ve 20 sağlıklı kontrol birey dahil edilmiştir. Tedavi grubundaki hastalardan, tedavi öncesinde ve tedavinin 3. ayında kan örnekleri alınarak analiz edilmiştir. Klotho geni protein aktivitesi ve miRNA 22 seviyeleri qRT-PCR yöntemiyle ölçülmüştür. Serum Ca ve PO₄ düzeyleri fotometrik yöntemle, D vitamini elektrokemilüminesans yöntemiyle, fibroblast büyüme faktörü 23 (FGF-23) ise enzim bağlantılı immünosorbent testi (ELISA) yöntemiyle analiz edilmiştir. D vitamini eksikliği tanısı konulan hastalara, damla formunda D₃ vitamini preparatı verilmiştir. İlk 8 hafta boyunca haftada 50.000 IU yükleme dozu uygulanmış, ardından 6 hafta boyunca günde 1.500 IU idame dozuna geçilmiştir. Çalışmada kontrol grubuna ait klotho geni protein aktivitesi (1,04±0,31) ile tedavi öncesi grup (0,80±0,21) karşılaştırıldığında, kontrol grubunda anlamlı derecede yüksek bulunmuştur (p=0,021). Tedavi sonrası dönemde ise klotho geni protein aktivitesi (1,09±0,19), tedavi öncesi döneme kıyasla istatistiksel olarak anlamlı düzeyde artmıştır (p<0,05). Benzer şekilde, tedavi sonrası grup kontrol grubuyla (1,73±1,67) karşılaştırıldığında da anlamlı bir artış gözlenmiştir (p<0,05). H-FGF-23 serum düzeyleri, tedavi sonrası grupta (104,35±80,34) tedavi öncesi gruba (144,55±77,85) göre anlamlı şekilde azalmıştır (p<0,001). Kontrol grubu (343,18±476,9) ile karşılaştırıldığında da tedavi sonrası grubun H-FGF-23 düzeyinde anlamlı azalma gözlenmiştir (p<0,05). Serum PO₄ düzeyi de kontrol grubunda (3,62±0,32) tedavi öncesi gruba (3,19±0,56) göre anlamlı olarak yüksek bulunmuş (p<0,05), ayrıca tedavi sonrası dönemde PO₄ düzeyi (3,57±0,59) tedavi öncesi döneme göre anlamlı olarak yükselmiştir (p<0,001). Sonuç olarak, D vitamininin klotho geni protein aktivitesini, miRNA 22 ekspresyonunu, serum Ca ve PO₄ düzeylerini artırdığı, FGF-23 seviyelerini ise azalttığı belirlenmiştir. Bu parametrelerin D vitamini tedavisiyle normal değerlere ulaşma mekanizmalarının ve aralarındaki etkileşimlerin daha iyi anlaşılması için ileri düzey çalışmalara ihtiyaç vardır. Elde edilen bulgular, bu parametrelerin D vitamini ile birlikte hastaların klinik değerlendirmesinde biyobelirteç olarak kullanılabilmesi için bir öneri niteliği taşımaktadır.Öğe Blastocystis hominis'in kolorektal kanserler ile ilişkisinin araştırılması(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2025) Musawa, Yaser Ali Hussein; Esenkaya Taşbent, FatmaBlastocystis hominis dışkı incelemelerinde karşılaşılan en sık parazit olarak bildirilmektedir. Kommensal mi yoksa patojen mi olduğu son yıllarda çokça tartışılan parazit, literatürde farklı hasta gruplarında araştırılmıştır. Sağlıklı bireylerde oldukça yaygın bulunmasından dolayı insan mikrobiyatasının bir ögesi olduğunu ileri süren çalışmaların yanı sıra son yıllarda patojen potansiyelini araştıran çalışmalar da dikkat çekmektedir. Bu çalışmada; kolorektal kanserler ile B. hominis enfeksiyonu arasındaki ilişkinin araştırılması amaçlandı. Çalışmaya toplamda 70 kolorektal kanser tanılı hasta ve 30 sağlıklı kontrol bireyi dahil edildi. Dışkı örneklerinde mikroskobik inceleme ve gerçek zamanlı kantitatif PZR (RT-qPZR) kullanılarak B. hominis varlığı araştırıldı. B. hominis pozitif bulunan örneklerde Oxford Nanopore yeni nesil dizileme yöntemiyle alt tip tayini ve biyoinformatik analiz yapıldı. Ayrıca hasta ve kontrol grubu serumlarında, sistemik inflamasyon sitokinlerinden tümör nekroz faktörü-alfa (TNF-α) düzeyleri araştırıldı. Mikroskobik incelemede çalışma grubunun %28,6’sında, kontrol grubunun %20’sinde B. hominis pozitifliği saptandı. RT-qPZR sonuçları daha yüksek duyarlılık gösterdi; çalışma hastalarında %42,9 ve kontrol grubunda %66,7 oranında B. hominis pozitifliği tespit edildi. Gruplar arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p=0,029). Alt tip analizlerinde ST1, ST3, ST5, ST7 ve ST9 izolatları tespit edildi. Her iki grupta da en sık tespit edilen alt tip ST3 oldu. Alt tip dağılımları irdelendiğinde, kolorektal kanser hastalarına özgü herhangi bir alt tip öne çıkmadı. TNF-α pozitifliği yalnızca kolorektal kanser grubunda tespit edilmiş olup sağlıklı kontrollerin tamamında TNF-α negatif bulundu. Ancak B. hominis pozitifliği ile TNF-α pozitifliği arasında anlamlı bir ilişki gözlenmedi. Sonuç olarak, bu çalışmada B. hominis sıklığı kolorektal kanser hastalarında, sağlıklı kontrollere göre anlamlı oranda düşük bulundu ve parazitin TNF-α aracılığıyla inflamasyonu artırıcı bir etkisi tespit edilmedi. Çalışma sonuçları, B. hominis’in kommensal bir protozoon olabileceği görüşünü desteklemektedir. Kontrol grubunun sınırlı örnek sayısı, bu çalışmanın istatistiksel gücünü etkileyebilecek temel bir kısıtlılık olarak öne çıkmaktadır. Özellikle alt tipler arası etkileşimler ve uzun vadeli immünolojik tepkiler açısından daha büyük hasta gruplarını kapsayan ileri prospektif çalışmaların yapılması gerekmektedir.Öğe Afet kaygı ölçeği geliştirme çalışması(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2025) Tekin, Fatih Cemal; Durduran, YaseminBu çalışmada kişilerin afet kaygılarının ölçülerek afet kaygısı yüksek kişilerin tespit edilmesi ve bu kişilerde afet kaygısı ile ilişkili nedenlerin ortaya çıkartılarak, afet kaygısını azaltmak ve istenilen düzeye çekmek açısından çözüm yolları bulmak için kullanılabilecek Afet Kaygı Ölçeği’nin geliştirilmesi amaçlanmıştır. Metodolojik türde tasarlanan bu çalışmada, 22 maddeden oluşan aday ölçeğinin güvenirlik analizi ve Açıklayıcı Faktör Analizi için 300, Doğrulayıcı Faktör Analizi için 300 olmak üzere toplam 600 kişilik örneklem büyüklüğü hedeflendi. Ölçek, maddeleri “1: Hiçbir zaman, 2: Çok Nadir, 3: Bazen, 4: Çoğu zaman, 5: Neredeyse her zaman” aralığında cevaplanan, 5’li Likert tipinde tasarlandı Çalışma madde havuzunun oluşturulması, yüzeysel geçerlik, kapsam geçerlik, pilot çalışma, veri toplama, güvenirlik ve geçerlik sınaması ile diğer istatistiksel analizler sonrasında raporlama aşamaları takip edilerek yürütüldü. Güvenirlik ve geçerlik aşamaları tamamlandıktan sonra “Afet Kaygı Ölçeği” 18 maddeden oluştu. Düşünsel ve tepkisel olmak üzere 2 alt boyutu vardı. Düşünsel alt boyut 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9 numaralı ölçek maddeleri, tepkisel alt boyut ise 1, 10, 11, 12, 13, 14, 15, 16 17, 18 numaralı ölçek maddeleri ile temsil edilmekteydi. Ölçeğin Cronbach’s Alpha değeri 0,917 iken, düşünsel alt boyutunun Cronbach’s Alpha değeri 0,909 (CR=0,92 AVE=0,53) ve tepkisel alt boyutunun Cronbach’s Alpha değeri 0,899 (CR= 0,90 AVE= 0,52)’du. Ölçekte ters kodlanan soru bulunmamaktaydı. Ölçekten alınabilecek en düşük puan 18, en yüksek puan 90’dı. Bu çalışmada soyut bir kavram ve özel bir kaygı türü olan afet kaygısının ölçülmesi amacıyla ölçüm aracı geliştirilmiştir. Yapılan analizler sonucunda “Afet Kaygı Ölçeği” olarak isimlendirilen bu ölçeğin maddelerinin ayırt edicilik gücüne sahip olduğu, duyarlı, tutarlı ve kararlı sonuçlar elde ettiği, yüksek güvenirlik derecesine sahip olduğu, kabul edilebilir ve iyi uyum geçerlik seviyesinde olduğu sonucuna varılmıştır. Afet Kaygı Ölçeği’nden katılımcıların aldıkları puanlar 18’e yaklaştıkça afet kaygısının azaldığı, 90’a yaklaştıkça afet kaygısının arttığı yönünde yorum yapılması uygundur.Öğe Epigallokateşin gallat'ın Ishikawa endometriyal kanser hücrelerindeki apoptozis üzerine etkileri(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2025) Koç, Tuğba; Cüce, GökhanBütün dünyada ölüm sebeplerinin başlıcaları arasında kanser yer almaktadır. Kadınlarda en sık görülen jinekolojik malignite olan endometriyum kanseri, genç yaşlarda bile artan morbiditeye sahiptir. Bunun yanı sıra yayılma ve ilerleme mekanizması hala araştırılmaya muhtaçtır. Bu sebeple endometriyum kanserinin tanı ve tedavisinde yeni yaklaşımların geliştirilebilmesi amacıyla yapılan çalışmalar son yıllarda artış göstermekte ve elde edilen veriler önem kazanmaktadır. Son yıllarda yapılan çalışmalarda; bitkisel kaynaklı besinlerin ve bu besinlerin aktif bileşenlerinin, kanser tedavilerine ek olarak kullanımı ve kansere karşı etkileri üzerine yeni yaklaşım arayışları artmıştır. Epigallokateşin gallat anti-kanser, antioksidan vb. etkileri olan bir polifenoldür. Bu sebeple Epigallokateşin gallatın anti-kanser etkisinin moleküler mekanizmasının aydınlatılmasına yönelik yoğun çalışmalar yapılmaktadır. Epigallokateşin Gallat (EGCG)’ın Ishikawa hücreleri üzerindeki etkileri kapsamlı analizlerle değerlendirilmiştir. Epigallokateşin gallatın sitotoksik etkisinin değerlendirildiği MTT testi sonucunda; Epigallokateşin gallatın IC50 dozu belirlenmiş ve sonraki deneylerde bu doz kullanılmıştır. Epigallokateşin gallatın IC50 dozunda hücre canlılığında anlamlı bir azalma gözlenmiştir. İmmünohistokimyasal boyamada; IC50 dozu uygulanan grupta Bax ve P53 ekspresyonunda anlamlı bir artış, Bcl-2 ekspresyonunda ise anlamlı bir azalma olduğu görülmüştür. Bu durum; Epigallokateşin gallatın pro-apoptotik etkisini ortaya koymaktadır. DAPI ile yapılan immünofloresan boyamada; Epigallokateşin gallatın IC50 dozunun uygulandığı grupta boyanan hücre çekirdeklerinin sayısında, kontrol grubuna kıyasla istatistiksel olarak anlamlı bir azalma görülmüştür. Yara iyileşme (wound healing) testi sonuçları, Epigallokateşin gallatın hücre göçünü belirgin şekilde inhibe ettiğini ortaya koymuştur. TUNEL boyaması sonuçlarına göre; pozitif boyanan hücre sayısı, Epigallokateşin gallatın IC50 dozu grubunda anlamlı bir artış göstererek Epigallokateşin gallatın apoptoz indükleyici etkisini desteklemiştir. Biyokimyasal analizlerde; Epigallokateşin gallat uygulamasının Total Antioksidan Seviyesi (TAS)’ nin kontrol grubuna kıyasla anlamlı şekilde artırdığı (p<0,05) görülmüş ancak sodyum, potasyum ve klorür gibi elektrolit seviyelerinde istatistiksel olarak anlamlı bir değişiklik gözlenmemiştir. Çalışmamızda; insan endometriyal hücre hattı olan Ishikawa hücrelerinde Epigallokateşin gallatın antioksidan etki gösterdiği, apoptozisi indüklediği, hücre proliferasyonunu baskıladığı ve hücre göçünü azalttığı görülmüştür. Bu sonuçlar; Epigallokateşin gallatın endometriyum kanser tedavisi için umut verici bir yaklaşım olma ihtimalini güçlendirmektedir. Epigallokateşin gallat ile daha fazla çalışma yapılması; endometriyum kanser tedavisinde yeni yaklaşımların elde edilebilmesinde ve klinik açıdan da anlamlı bilgi birikimi sağlanmasında etkili olacaktır.Öğe Cinsiyet tahmininde kullanılan os coxae parametrelerinin birliktelik sıklığının belirlenmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2025) Özçat, Gülfer; Uysal, İsmihan İlknurÇalışmanın amacı, cinsiyet tahmini için güvenilir bir anatomik yapı olarak kabul edilen os coxae ile ilgili bilgileri derlemek ve anatomi laboratuvarında bulunan tek taraflı os coxae’ların cinsiyet tayinini sağlamak ve etiketlemektir. Bu çalışma, Necmettin Erbakan Üniversitesi “İlaç ve Tıbbi Cihaz Dışı Araştırmalar Etik Kurulu” nun onayı (Onay sayısı:2024/4811) ile Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı kemik koleksiyonunda bulunan yetişkin bireylere ait os coxae’lar üzerinde gerçekleştirildi. Bütünlüğü bozulmuş-kırık kemikler (10 adet) dışlandı ve 40 adet os coxae çalışmaya dahil edildi. Yedi adet morfolojik (crista phallica, sulcus preauricularis, facies auricularis kabarıklığı, foramen obturatum şekli, foramen obturatum tuberkülü, tuberculum ilacum belirginliği) ve 12 adet morfometrik (os coxae yükseklik-genişlik; facies auricularis uzunluk-1, uzunluk-2, açı; symphysis pubica yükseklik-genişlik; inc. ischiadica major genişlik, derinlik, açı; acetabulum vertikal-transvers çap) parametre belirlendi. Morfolojik değerlendirme gözlemsel, morfometrik ölçümler dijital kumpas ve gonyometre ile yapıldı. Yedi morfolojik parametrenin cinsiyet tayininde güvenilir olduğu bilinen en az dördü birlikte ise o kemik erkek/kadın olarak tanımlandı. Tek başına güvenilir olmayan üç özellik birlikteyse cinsiyet belirsiz kabul edildi. Bu sınıflamanın sağlaması morfometrik verilerin işlenmesi ile yapıldı. Sırasıyla foramen obturatum tuberkülü (%67,5), crista phallica (%62,5), facies auricularis kabarıklığı (%60), sulcus preauricularis (%57,5), tuberculum ilacum belirginliği (%57,5) gözlendi. Foramen obturatum %57,5 oval-yuvarlak, %42,5 üçgen şekilliydi. Facies auricularis, %65 L, %25 V, %5 C şeklinde ve %5 belirsiz şekilliydi. Morfolojik parametrelerin birlikteliğine göre os coxae’lar 19 grupta değerlendirildi. Os coxae’ların 25’i erkek, 11’i kadın ve 4’ü belirsiz olarak tanımlandı. Cinsiyetleri belirlenen os coxae’ların morfometrik verilerinin karşılaştırılmasında, os coxae yüksekliğinin, facies auricularis uzunluk-2 ve symphysis pubica yüksekliğinin istatistiksel olarak anlamlı (p0,05). Cinsiyet tahmininde pek çok özelliği ile güvenilir olduğu bilinen os coxae ile ilgili güncel literatür bilgilerine ulaşılmış olup anatomi kemik koleksiyonundaki kemikler etiketlendiğinden lisans ve lisansüstü öğrencilerin bu kemikle ilgili cinsiyete göre farklılıkları daha iyi ayırt edebilecekleri kanaatindeyiz.Öğe Çocuğu yoğun bakımda yatan annelerin ölüme karşı tutumları ile spiritüel iyi oluşları arasındaki ilişki(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2025) Sarıtaş, Merve; Köse, SemraBu çalışma, çocuğu yoğun bakımda yatan annelerin ölüme karşı tutumları ile spiritüel iyi oluşları arasındaki ilişkiyi ve etkileyen faktörleri incelemek amacıyla tanımlayıcı ve ilişki arayıcı türde yapıldı. Araştırma, Aralık 2023- Mayıs 2025 tarihleri arasında Ankara ilinde hizmet veren bir şehir hastanesinin çocuk yoğun bakım ünitelerinde araştırmaya dahil edilme kriterlerine uyan annelerle yapıldı. Araştırmanın örneklemi, evreni belirtilen hastanenin yoğun bakımında en az yedi gündür yatan 249 çocuğun annelerinden oluştu. Araştırma için etik kurul onayı ve kurum izni alındıktan sonra araştırma verileri “Anne ve Çocuk Bilgi Formu’’, “Ölüme Karşı Tutum Ölçeği’’ ve “Spiritüel İyi Oluş Ölçeği’’ ile yüzyüze toplandı. Veriler IBM SPSS Statistics Standard Concurrent User V 26 istatistik paket programında değerlendirildi. Araştırma verilerinin değerlendirilmesinde; tanımlayıcı istatistikler, Cronbach's Alpha katsayısı, Bağımsız Örneklem t Test, Varyans Analizi (ANOVA) Bonferroni testi, Pearson korelasyon katsayısı, doğrusal regresyon analizi kullanıldı. p<0,05 düzeyi istatistik olarak anlamlı kabul edildi. Araştırmaya katılan annelerin %34,5’inin 30 yaş altı olduğu, %38,2’sinin ortaokul mezunu olduğu, %81,5’inin herhangi bir işte çalışmadığı ve çocuğunun öleceğini ara sıra düşünenlerin oranı %38,2 olduğu tespit edildi. Çocukların %51,4’ünün 5 yaş altı olduğu, %65,1’inin sistem hastalıkları sorunu olduğu, %15,7’sinin travma/kaza nedeniyle yattığı ve %4,4’ünün ise genetik bir sorun nedeniyle yatış endikasyonunun olduğu saptandı. Ölüme karşı tutum ölçeği toplam puan ortalaması 123,33 ± 19,88 olduğu ve annelerin ölüme karşı tutumunun negatif olduğu bulundu. Spirütüel iyi oluş ölçeği toplam puan ortalaması 118,57 ± 10,93 olduğu ve annelerin spirütüel iyi oluş durumunun yüksek olduğu saptandı. Annelerin ölüme karşı tutum ölçeğinde; 31-35 yaş aralığında olanların, eğitim durumu ilkokul mezunu olanların ve çocuğun ölümünü hiç düşünmeyenlerin ölüme karşı tutum puanlarının yüksek olduğu tespit edildi. Spiritüel iyi oluş ölçeğinde ise; medeni durumu evli olanların, eğitim durumu ilkokul mezunu olanların, herhangi bir işte çalışmayanların, geliri giderinden az olanların, yoğun bakımdaki çocuğu 5 yaş altında olanların, kendi ölümünü ara sıra düşünen ve çocuğunun ölümünü çok seyrek düşünen spiritüel iyi oluş puanlarının yüksek olduğu tespit edildi. Ölüme karşı tutum toplam puanı ile spirütüel iyi oluş toplam ve alt boyut puanları arasında pozitif yönlü istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulundu (p<0,05). Çalışmada annelerin ölüme karşı olumsuz tutumunun olduğu ve bunun spirütüel iyi oluş düzeyini arttırdığı sonucu elde edildi. Bu sonuçlar doğrultusunda çocuk yoğun bakım ünitelerinde annelerin ölüme karşı tutumlarının negatif olabileceği dikkate alınarak, bu süreçte olan annelerin bütüncül yaklaşımla desteklenmesi önerilir.Öğe İntramüsküler enjeksiyon kaynaklı ağrı ve anksiyetenin azaltılmasında el tutmanın etkisi: Randomize kontrollü çalışma(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2025) Akbulut, Melike; Su, Serpilİntramüsküler enjeksiyon sırasında uygulanan el tutma yönteminin ağrı ve anksiyete üzerine etkisini belirlemektir. Ön test-son test, paralel grup randomize kontrollü deneysel tipte olan çalışma T.C. Sağlık Bakanlığı Konya Şehir Hastanesi yetişkin acil serviste yürütüldü. İntramüsküler enjeksiyon tedavisi için enjeksiyon birimine başvuran 104 gönüllü hasta ile 20 Temmuz 2024-10 Eylül 2024 tarihleri arasında gerçekleştirildi. Hastalar blok randomizasyon yöntemi ile müdahale (n=52) ve kontrol (n=52) gruplarına atandı. Çalışmanın verileri Tanıtıcı Özellikler Formu, Sayısal Ağrı Skalası ve Durumluluk Kaygı Ölçeği ile toplandı. Sayısal verilerin karşılaştırılmasında Bağımsız Örneklem t testi, kategorik verilerin karşılaştırılmasında ise kikare kullanıldı. Gruplarda değişkenlerin izlem zamanlarına göre karşılaştırılması karışık düzen varyans analizi ile değerlendirildi. Analizlerde ana etkilerin karşılaştırılmasında Bonferroni düzeltmesi uygulandı. Araştırma öncesi etik kurul onayı, kurum izni ve katılımcılardan bilgilendirilmiş onam alındı. Müdahale grubu işlem sonrası ağrı puan ortalamaları 0,63±1,03; kontrol grubunda işlem sonrası ağrı puan ortalamaları 1,42±1,73 olarak bulundu. Tüm örneklemde ağrı skor ortalaması 1,03±1,47 puan olarak saptandı. Müdahale grubunun son test ağrı puan ortalaması kontrol grubundan istatistiksel olarak anlamlı bir şekilde düşük olduğu belirlendi (p<0,05). Müdahale grubu işlem öncesi ön test durumluluk kaygı ortalaması 44,56±6,51 puan, son testte ise 46,79±5,12 puan olarak saptandı. Kontrol grubu işlem öncesi ön test durumluluk kaygı ortalaması 46,79±5,12 puan, son testte ise 45,44±6,23 puan olarak belirlendi. Ölçüm zamanlarında durumluluk kaygı ortalamasının gruplar arasında istatistiksel olarak benzer olduğu görüldü (p>0,05). Müdahale ve kontrol grubunda son testte alınan durumluluk kaygı ortalamasının ön testten istatistiksel olarak yüksek olduğu belirlendi (p<0,05). Müdahale grubunda 2,23±5,43 birim, kontrol grubunda 1,77±4,68 birim artış görülürken iki grupta meydana gelen değişimin istatistiksel olarak benzer olduğu saptandı (F=0,215, p=0,664). İntramüsküler enjeksiyon işlemi sırasında uygulanan el tutma yönteminin ağrı düzeyini azaltmada etkili bir yöntem olduğu bulunurken, anksiyete düzeyini azaltmada etkili olmadığı belirlendi. Bu sonuçlar doğrultusunda intramüsküler enjeksiyon kaynaklı ağrıyı azaltmak amacıyla el tutma yönteminin kullanılması önerilmektedir.Öğe Çocukluk çağı aşılarını teşvik etmeye ve aşı tutumlarını etkilemeye yönelik sağlık inanç modeline dayalı bir müdahalenin randomize kontrollü çalışması(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2024) Dengiz, Kübra Sultan; Hisar, FilizBu çalışmanın amacı Sağlık İnanç Modeli'ne dayalı müdahale alan gruplardaki gebelerin, standart bakım alan gruptaki gebelere göre çocukluk çağı aşılarını teşvik etmeye ve aşı tutumlarını etkilemeye yönelik etkisini belirlemek amacıyla prospektif, tek merkezli, üç gruplu paralel tasarımda, ön test-son test randomize kontrollü çalışma olarak yapılmıştır. Çalışma grubu, en az 18 yaşında olan, 28.gebelik haftasını tamamlayan, 38.gebelik haftasını tamamlamamış olan, gebe ve eşi cep telefonu sahibi olan, Konya il merkezinde ikamet eden ve Türkçe konuşan gebelerden oluşmuştur. Araştırmaya, %95 güç ile veri kayıpları göz önünde bulundurularak 54 kişi alınmıştır. Randomizasyonda altılı bloklar kullanılmıştır, araştırmacı ve denekler körlenememiştir. Veriler, çalışmanın başlangıcında, doğum sonrası 1., 6. ve 12.ay sonunda Bilgi Formu, Aşıyla İlgili Toplum Tutumu-Sağlık İnanç Modeli Ölçeği ve Aşı Takip Formu ile yüz yüze toplanmıştır. Araştırmacı tarafından tasarlanan Sağlık İnanç Modeli' ne dayalı çocukluk çağı aşıları eğitim programı (sözlü anlatım, eğitim kitapçığı, eğitim videoları, döner levhalar) gebelere hastane ziyaretlerinde yüz yüze uygulanmış ve aynı modele dayalı kısa mesaj içerikleri eşlerine gönderilerek müdahale gruplarından birinin girişimleri gerçekleştirilmiştir. Diğer müdahale grubuna ise sadece Sağlık İnanç Modeli'ne dayalı çocukluk çağı aşıları eğitim programı uygulanmıştır. Standart bakım alan gruba herhangi bir girişim uygulanmamıştır. Ön testler gebe izlem zamanında hastanede yüz yüze toplanmış, doğum sonrası 1., 6. ve 12.ay ölçüm verileri çalışmada yer almayan, bağımsız bir anketör tarafından elde edilmiştir. Veri toplayıcı, istatistik uzmanı ve raporlanması yönünden körleme uygulanmıştır. Verilerin analizinde Ki-kare analizi, tek yönlü varyans analizi ve Robust ANOVA analizi kullanılmıştır. Araştırma öncesi etik kurul onayı, kurum izni ve katılımcıların yazılı onamı alınmıştır. Bulgular sonucunda müdahale grupları ile standart bakım alan grupta yer alan katılımcıların çocuklarının doğum sonrası 1., 6. ve 12.ayda aşılanma oranları benzer bulunmuştur. Ancak gruplara göre aşılanma oranları arasında istatistiksel olarak fark vardır (p=0,005). Buna göre standart bakım alan grubun aşılanma oranı müdahale gruplarından yüksektir. Ayrıca müdahale grupları ile standart bakım alan grubun Aşıyla İlgili Toplum Tutumu-Sağlık İnanç Modeli Ölçeği alt boyutları puan ortalamalarının doğum sonu 1.,6.ve 12.aydaki değişimi anlamlı bulunmamıştır. Tüm alt boyutların zamana göre değişim incelendiğinde; algılanan ciddiyet, algılanan duyarlılık, algılanan yarar ve sağlık sorumluluğu alt boyutlarında doğum sonrası ortalama puan değerleri ön teste göre anlamlı olarak yüksektir. Ancak doğum sonu 1., 6. ve 12.ay puanları benzerdir. Algılanan engel alt boyutunda ise ön test ile doğum sonu 12.ay ölçümleri benzerken, doğum sonu 1.ay ile 6.ay ortalama puan değerleri benzerdir. Ölçek puanlarına bakıldığında olumlu aşı tutumuna yönelik katılımcılara doğum sonu 6.ay-12.ay arasında ebeveynlerle yeniden iletişim kurulması tavsiye edilmektedir.Öğe Evde yaşayan yaşlıların diyet ile demir alımlarının bilişsel fonksiyonları, depresyon düzeyleri ve iştah durumları üzerine etkisi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2025) Ergene, Sedanur; Madalı Kafes, BernaBu çalışma, evde yaşayan yaşlı bireylerin diyet ile demir alım düzeylerinin bilişsel fonksiyonları, depresyon düzeyleri ve iştah durumları üzerine etkisini araştırmak amacıyla yapılmış kesitsel nitelikte bir çalışmadır. Çalışmaya, Eskişehir ilinde, evde yaşayan 65 yaş ve üzeri 84 gönüllü kadın ve erkek yaşlı birey katılmıştır. Çalışmada, sosyodemografik özellikler formu, antropometrik ölçümler, Geriatrik Depresyon Ölçeği Kısa Form (GDÖ-15), Basitleştirilmiş Beslenme İştahı Anketi (SNAQ), Mini Nütrisyonel Değerlendirme Formu Kısa Test (MNA-SF) ve Standardize Mini Mental Test (SMMT) ve 24 saatlik geriye dönük besin tüketim kaydı veri toplama aracı olarak kullanılmıştır. Veriler, araştırmacı tarafından yüz yüze görüşme yöntemiyle alınmıştır. Araştırmaya katılan bireylerin 51’i kadın, 33’ü erkek olup; katılımcıların yaş ortalaması 70,4±6,54 yıl olarak belirlenmiştir. Cinsiyete göre diyet demir alımları karşılaştırıldığında; kadın katılımcıların %52,9’unun ve erkek katılımcıların %33,3’ünün yetersiz demir aldığı saptanmıştır (p>0,05). Ayrıca diyet ile demir alım düzeylerinin, katılımcıların sosyodemografik özellikleri ve antropometrik ölçümleri üzerinde anlamlı bir etkisinin olmadığı belirlenmiştir (p>0,05). Günlük enerji ve besin ögesi alım miktarları değerlendirildiğinde; yeterli demir alan katılımcıların enerji, protein, karbonhidrat, yağ ve lif alımı ile mikrobesin ögelerinden E vitamini, B1 vitamini, B2 vitamini, B6 vitamini, B12 vitamini, potasyum, kalsiyum, magnezyum, fosfor ve çinko alımlarının daha yüksek olduğu saptanmıştır (p<0,05). Yeterli ve yetersiz demir alan katılımcıların GDÖ-15 VE SMTT puan ve sonuçlarının benzer olduğu ve demir alımının depresyon durumları ile bilişsel fonksiyonlarını etkilemediğini göstermektedir (p>0,05). Beslenme durumları değerlendirildiğinde yetersiz demir alan katılımcıların MNA-SF puanı (13,0±1,25) yeterli demir alan katılımcıların puanından (13,6±1,12) düşük bulunmuş ancak nütrisyon riski açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmamıştır. İştah durumları değerlendirildiğinde; yetersiz demir alan katılımcıların SNAQ puan (15,0±1,84) yeterli demir alan katılımcılardan (16,0±2,01) düşük bulunmuştur (p>0,05). Ancak demir alım düzeylerinin son 6 ay içinde en az %5 vücut ağırlığı kaybı riskini arttırmadığı saptanmıştır. Ölçek puanları arasındaki ilişki değerlendirildiğinde; yetersiz demir alan katılımcılarda GDÖ-15 ile MNA-SF ve GDÖ-15 ile SMMT arasında orta düzeyde negatif yönlü anlamlı ilişki saptanmıştır. Yeterli demir alan katılımcılarda ise GDÖ-15 ile SMMT arasında zayıf düzeyde negatif yönlü anlamlı ilişki bulunmuştur. Her iki grupta da geriatrik depresyon puanı arttıkça bilişsel puanlarının anlamlı düzeyde azaldığı belirlenmiştir. Sonuç olarak, yaşlı bireylerde yetersiz demir alımı; bireylerin beslenme durumları ve iştahını etkileyebileceğini göstermektedir. Ayrıca depresyon düzeyleri bireylerin beslenme durumları ve bilişsel fonksiyonları ile ilişkili olabileceği gösterilmiştir. Bu doğrultuda; yaşlı bireylerin düzenli beslenme taramaları yapılmalı, özellikle yetersiz demir alımı olan bireylerin iştah ve malnütrisyon düzeyleri değerlendirilmelidir. Aynı zamanda multidisipliner bir sağlık yaklaşımı ile yaşlıların sağlığı bütüncül değerlendirilmelidir.Öğe Deprem sonrası bir lisede öğrencilerin travma sonrası büyüme ve umutsuzluk düzeyleri: Kahramanmaraş ili Pazarcık ilçesi örneği(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2025) Bakır Tuş, Dicle; Hisar, FilizBu araştırma, Kahramanmaraş ili Pazarcık ilçesinde yer alan bir lisede öğrenim gören öğrencilerin deprem sonrası travma sonrası büyüme ve umutsuzluk düzeyleri arasındaki ilişkiyi incelemek ve her değişkeni etkileyen faktörleri belirlemek amacıyla tanımlayıcı ve ilişki arayıcı olarak yapılmıştır. Evreni, Pazarcık Anadolu Lisesi’nde öğrenim gören 1007 öğrenci oluşturmuştur. Örneklem büyüklüğü, önceki benzer çalışmalardaki standart sapma değeri kullanılarak ve %95 güven düzeyiyle hesaplanmış; örnekleme 750 öğrenci dahil edilmiştir. Veriler, 2023 Kasım–2024 Ocak tarihleri arasında araştırmacı tarafından uygulanan Kişisel Bilgi Formu, Travma Sonrası Büyüme Envanteri ve Beck Umutsuzluk Ölçeği ile toplanmıştır. Verilerin analizi SPSS 22.0 programında yapılmıştır. Tanımlayıcı istatistiklerin yanı sıra Kolmogorov-Smirnov testi ile normal dağılım değerlendirilmiş; Student t testi, One Way ANOVA, Pearson korelasyon ve çoklu doğrusal regresyon analizleri uygulanmıştır. Katılımcıların yaş ortalaması 13,98±1,22 olup, %62,9’u kadındır. Öğrencilerin %82,5’inin kronik hastalığı olmadığı, %90,9’unun ise psikiyatrik danışmanlık almadığı tespit edilmiştir. Deprem sonrası, öğrencilerin %28,4’ünün evinin orta hasarlı, %14,8’inin ağır hasarlı ve %13,2’sinin yıkıldığı belirlenmiştir. Öğrencilerin %48,0’inin yakın akrabasını kaybettiği ve %80,8’inin psikolojik destek almadığı saptanmıştır. Travma Sonrası Büyüme Envanteri puan ortalaması 65,44±14,64, Beck Umutsuzluk Ölçeği puan ortalaması ise 11,33±2,26 olarak bulunmuştur. TSBÖ alt boyutları arasında, "Başkaları ile İlişkiler" en yüksek puanı alırken, "Manevi Değişim" en düşük puan ortalamasına sahiptir. Sosyo-demografik faktörler ve deprem sonrası ev hasar durumu ile TSBÖ puanları arasında anlamlı farklar bulunmuştur. Psikiyatrik hastalığı olan öğrenciler, TSBÖ'de daha yüksek puanlar alırken, yakın kayıplar yaşayanlar da daha yüksek puanlar elde etmiştir. Travma sonrası büyüme ile umutsuzluk düzeyi arasında negatif yönlü, düşük düzeyde ancak anlamlı bir ilişki saptanmıştır (r=-0,213; p<0,05). Çoklu doğrusal regresyon analizine göre, travma sonrası büyümeyi yordayan en güçlü değişkenin psikiyatrik hastalık öyküsü olduğu, bunu yakın akraba kaybı ve evin hasar durumu değişkenlerinin izlediği belirlenmiştir. Umutsuzluk düzeyini yordayan başlıca değişkenler ise evin ağır hasarlı ya da yıkılmış olması ve psikolojik destek almama durumu olmuştur. Öğrencilerin TSBÖ düzeylerinin başkalarına ilişkin değişimle daha belirgin olduğu gözlemlenmiştir. Bu bulgular, afet sonrası psikolojik destek hizmetlerinin güçlendirilmesi gerektiğini ve okullarda travma odaklı yardım programlarının yaygınlaştırılmasının önemli olduğunu göstermektedir. Psikolojik rehberlik hizmetlerinin, öğrencilerin travma sonrası yaşadıkları zorluklarla başa çıkmalarına yardımcı olabileceği vurgulanmaktadır.Öğe Palyatif bakım alan hastaların yakınlarının algılanan sosyal destek düzeylerini etkileyen faktörler(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2025) Eğerci, Havva; Günay Molu, NesibeBu araştırma, palyatif bakım kliniğinde tedavi gören hastaların yakınlarının algıladıkları sosyal destek düzeylerini ve dini başa çıkma tarzlarını belirlemek amacıyla yapılmıştır. Bu araştırma tanımlayıcı türde yapılmıştır. Araştırmanın örneklemini, Konya ili Meram Devlet Hastanesi Palyatif Bakım Kliniği’nde tedavi gören hastaların yakınları arasından gelişigüzel örneklem yöntemi ile seçilen ve araştırmaya katılmayı kabul eden 268 hasta yakını oluşturmuştur. Veriler araştırmacı tarafından oluşturulan Kişisel Bilgi Formu, Çok Boyutlu Algılanan Sosyal Destek Ölçeği (ÇBASDÖ) ve Dini Başa Çıkma Ölçeği (DBÇÖ) kullanılarak yüz yüze ve anket yöntemiyle toplanmıştır. Verilerin analizinde t-testi, ANOVA (F) testi, Bonferroni testi, Pearson korelasyon analizi ve çoklu doğrusal regresyon analizi kullanılmıştır. Araştırmada, Çok Boyutlu Algılanan Sosyal Destek Ölçeği toplam puan ortalaması 57,42±14,78 olarak belirlenmiştir. Dini başa çıkma stratejileri incelendiğinde, pozitif dini başa çıkma ortalamasının 24,63±3,53, negatif dini başa çıkma ortalamasının ise 5,26±2,25 olduğu tespit edilmiştir. Algılanan sosyal destek düzeyi ile dini başa çıkma tarzları arasında pozitif yönlü ve orta düzeyde bir ilişki saptanmıştır (p <0.05). Hasta yakınlarının algıladıkları sosyal destek düzeyi ile cinsiyet, yaş, medeni durum, yaşanılan yer, eğitim durumu, çalışma durumu ve gelir düzeyi arasında istatistiksel olarak anlamlı farklar olduğu belirlenmiştir. Ancak, algılanan sosyal destek düzeyi ile negatif dini başa çıkma stratejileri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmamıştır. Sonuç olarak, palyatif bakım hastalarının yakınlarının algıladıkları sosyal destek düzeyleri, dini başa çıkma tarzlarına göre değişiklik göstermektedir. Bu bulgular, palyatif bakım süreçlerinde hastaların yakınlarına yönelik dini ve sosyal destek programlarının önemini vurgulamaktadır. Özellikle sosyal destek, hastaların yakınlarının psikolojik iyilik halleri üzerinde belirleyici bir rol oynamaktadır ve bu destek, bakım yükünün hafifletilmesi ve mental iyi oluş düzeylerinin artırılması için kritik bir faktör olarak öne çıkmaktadır. Bu doğrultuda, palyatif bakım hizmetlerinin kapsamının yalnızca hastalarla sınırlı kalmayıp, bakım sürecine aktif olarak dâhil olan hasta yakınlarını da kapsayacak şekilde genişletilmesi; ayrıca psikososyal destek stratejilerinin bütüncül bakım anlayışı çerçevesinde temel bir bileşen olarak ele alınması gerektiği önerilmektedir.Öğe Somali Mogadişu'daki SOS hastanesinde 5 yaş altı çocuklarda malnütrisyon sıklığı ve malnütrisyon gelişiminde rol oynayan risk faktörlerinin değerlendirilmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2025) Abdullahi Abdi, Hani; Küçükkendirci, HasanMalnütrisyon, vücudun yeterli enerji, protein ve besin öğelerini alamaması sonucu ortaya çıkar. Beş yaş altındaki çocuklar, malnütrisyon riski en yüksek grup olup, dünya genelindeki çocuk ölümlerinin üçte biri yetersiz beslenmeye bağlıdır. Somali, iç savaşlar ve kuraklık nedeniyle akut malnütrisyon oranlarının yüksek olduğu ülkelerden biridir. Bu çalışmada, Somali Mogadişu’daki SOS Hastanesi’nde 5 yaş altı çocuklarda malnütrisyon sıklığı ve etkileyen risk faktörleri değerlendirilmiştir. Mart-Nisan 2024 tarihlerinde yapılan kesitsel çalışmada, 0-59 ay arasındaki 222 çocuk rastgele seçilmiş ve veriler, demografik bilgiler, sağlık durumu, beslenme alışkanlıkları ve çevresel faktörler içeren bir anketle toplanmıştır. Analizler SPSS 27 ile yapılmış, normal dağılım Kolmogorov Smirnov/Shapiro-Wilk testleriyle değerlendirilmiştir. Sayısal veriler ortalama, standart sapma ve ortanca ile, kategorik veriler frekans ve yüzdelerle, karşılaştırmalar ise Mann-Whitney U ve Ki-kare testleriyle yapılmıştır (p<0,05). Araştırmaya dahil edilen çocukların %57,2’si kız, %42,8’i erkek, %37,4’ü düşük doğum ağırlığıyla doğmuş ve %14,4’ü hiç anne sütü almamıştır. Annelerin %49,5’i okuryazar değil, %95,9’u çocuk beslenmesi eğitimi almamıştır. Ailelerin %80,2’sinin gelir düzeyi 200 Amerikan Doları’nın altındadır. Çocukların %87,8’i temiz suya erişememekte, %77,0’ı sağlık hizmetlerine ulaşmakta zorlanmaktadır. En sık bildirilen sağlık sorunları öksürük (%79,3), ateş (%62,6), kusma (%58,1) ve ishal (%37,4) olmuştur. Beslenme durumu; boya göre ağırlık (BGA), yaşa göre boy (YGB) ve yaşa göre ağırlık (YGA) ile değerlendirilmiş; BGA ortalaması -2,13 olup %51,4’ü zayıf, YGB ortalaması -2,15 ve bodurluk oranı %55,0, YGA ortalaması -2,69 olup %65,3’ü düşük kilolu bulunmuştur. Ki-kare testiyle yapılan analizde doğum ağırlığı, emzirme, anne eğitimi, gelir, suya erişim ile malnütrisyon türleri arasında anlamlı ilişki saptanmıştır (p<0,05). Çalışma, SOS Hastanesi’nde malnütrisyonun yaygın olduğunu ve düşük doğum ağırlığı, emzirilmeme, temiz su ve sağlık hizmetlerine erişim eksikliği, annenin eğitimsizliği ve düşük gelirle ilişkili olduğunu göstermiştir. Emzirmenin teşviki, sağlık ve su hizmetlerinin yaygınlaştırılması, kadın eğitiminin desteklenmesi ve yoksul ailelere yardımlar önerilmektedir.Öğe Ebeveynleri boşanmış bireylerin çocukluk çağı travma ve öz şefkat düzeyleri(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2025) Gürbüz, Nurgül; Tekin, Hasan HüseyinBu araştırma, 18 yaşından önce ebeveynleri boşanmış yetişkin bireylerin çocukluk çağı travmaları ile öz şefkat düzeyleri arasındaki ilişkiyi incelemeyi amaçlamaktadır. Nicel araştırma olarak kurgulanan bu araştırmada, ilişkisel tarama modeli kullanılmıştır. Araştırmanın örneklemi, Türkiye’nin farklı şehirlerinde ikamet eden, 18 yaşından önce ebeveynleri boşanmış ve çalışmaya katılmaya gönüllü olan yetişkin bireylerden oluşmaktadır. Veri toplama aracı olarak, Sosyo-Demografik Bilgi Formu, Çocukluk Çağı Travma Ölçeği (ÇÇTÖ) ve Öz-Duyarlık Ölçeği kullanılmıştır. Veriler, çevrim içi anket yöntemiyle toplanmıştır. Elde edilen veriler, IBM SPSS 26.0 programına aktarılmış ve analiz edilmiştir. Araştırma bulgularına göre, çocukluk çağı travmaları ile öz-şefkat arasında negatif yönlü ve orta düzeyde anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Bu sonuç, çocukluk çağı travma düzeyleri arttıkça öz-şefkat düzeyinin azaldığını göstermektedir. Ayrıca, çocukluk çağı travmalarının, öz-şefkat düzeyindeki değişimin %30,5’ini açıkladığı belirlenmiştir. Katılımcıların öz-şefkat düzeylerinde; cinsiyet, medeni durum, aile tipi, kardeş sayısı ve ebeveynler boşandığında çocukların bulunduğu yaş grubu gibi demografik değişkenlere göre anlamlı bir farklılık saptanmamıştır. Ancak il merkezinde yaşayan bireylerin aşırı özdeşleşme düzeyleri, ilçe merkezinde yaşayanlara kıyasla daha yüksek bulunmuştur. Ruh sağlığı sorunu bildiren bireylerin, bildirmeyenlere kıyasla öz-şefkat düzeylerinin istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha düşük olduğu tespit edilmiştir. Ebeveynleri 4-5 yaş grubunda boşanmış bireylerin, 0-1 ve 6-12 yaş gruplarına göre daha yüksek düzeyde duygusal istismar yaşadığı; kadın katılımcıların erkek katılımcılara kıyasla daha fazla fiziksel istismar bildirdiği; boşanmış bireylerin duygusal istismar, fiziksel istismar ve genel travma düzeylerinin, evli ve bekar bireylere göre, boşanmış bireylerin ise bekar bireylere göre fiziksel ihmal düzeylerinin daha yüksek olduğu belirlenmiştir. Ayrıca köyde yaşayan bireylerin çocukluk çağı travma düzeyleri ile fiziksel ve duygusal ihmal düzeylerinin il merkezinde yaşayanlara göre daha yüksek olduğu; geniş ailede yetişen bireylerin ise duygusal istismar ve fiziksel ihmal puanlarının çekirdek ailede yetişenlere göre daha yüksek olduğu saptanmıştır. Dört ve üzeri kardeşe sahip bireylerin, tek çocuk olanlara ve bir kardeşi olanlara kıyasla daha yüksek düzeyde duygusal istismar, fiziksel ihmal ve genel travma yaşadığı; ruh sağlığı sorunu bildiren bireylerin ise bildirmeyenlere göre çocukluk çağı travmasının tüm alt boyutlarında anlamlı şekilde daha yüksek puan aldığı tespit edilmiştir. Bu bulgular doğrultusunda, çocukluk çağı travmalarının bireylerin öz-şefkat düzeyleri üzerinde belirgin bir olumsuz etkisi olduğu görülmüştür. Özellikle duygusal istismar, fiziksel ihmal gibi travma türlerinin; yaşanılan yer, aile tipi ve kardeş sayısı gibi demografik değişkenlere göre anlamlı farklılık gösterdiği tespit edilmiştir. Öte yandan, öz-şefkat düzeylerinde cinsiyet, yaş, medeni durum ve aile tipi gibi değişkenlere göre anlamlı bir fark bulunmazken; ruh sağlığı sorunu bildiren bireylerin öz-şefkat düzeylerinin daha düşük olduğu belirlenmiştir.Öğe Hemşirelerin bireyselleştirilmiş bakım algısı ile hastaların öğrenim gereksinimleri arasındaki ilişki: Tanımlayıcı bir çalışma(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2025) Yeşil, Şeyma; Burucu, RukiyeBireyselleştirilmiş bakım, evrensel bir yaklaşımdır ve insanı merkeze alır. Bu sayede bireyin her türlü özel durumunu, aile ve çevresini dikkate alarak, hastalık sürecinde karar verme/ tercih etme aşamasına dahil olması sağlanır. Hastanın hastalığını yönetmesi hastaya verilecek eğitimle sağlanabilir. Verilen eğitimin bireyin öğrenim gereksinimlerini karşılayacak içeriğe sahip olması önemlidir. Bu nedenle hemşirelerin bireyselleştirilmiş bakım algısı ile hastaların öğrenim gereksinimleri arasındaki ilişkinin incelenmesi amaçlanmıştır. Tanımlayıcı ve ilişki arayıcı bir çalışmadır. Konya’ da bir üniversite hastanesinde Kasım 2023- Ocak 2024 tarihleri arasında dahili kliniklerde yatarak tedavi alan hastalar ve aynı kliniklerde çalışan hemşirelerle yürütülmüştür. Çalışmanın örneklemini 103 hemşire ve 213 hasta oluşturmuştur. Veriler Hemşirelerden; Sosyodemografik Veri Toplama Formu, Bireyselleştirilmiş Bakım Ölçeği-A-Hemşire Formu, Hastalardan; Sosyodemografik Veri Toplama Formu, Hasta Öğrenim Gereksinimleri Ölçeği kullanılarak toplanmıştır. Tüm veriler klinikte yüz yüze toplanmıştır. Veriler Statistical Package for Social Sciences 29,0 programı ile analiz edilmiştir. Yapılan tüm testlerde istatistiksel anlamlılık düzeyi p<0,05 olarak kabul edilmiştir. Çalışmaya katılan hemşirelerin yaş ortalaması 31,98±7,425 ve katılımcıların çoğu kadın (%82,5)’dır. Hemşirelerin sorumlu olduğu hasta sayısı 12,66±9,950, bireyselleştirilmiş bakım ölçek puanı 4,09(3,63 4,73)’dur. Hastaların yaş ortalaması 59,14±14,188, öğrenim gereksinimleri toplam puanı 186,02±39,604’tür. Hastaların öğrenim gereksinimlerinin önemi beş tam puan üzerinden 3,81±0,685, öğrenim gereksinimlerinin karşılanması durumunun önemi 3,72±0,792’dir. Hemşirelerin bireyselleştirilmiş bakım algısı ortalamanın üstünde ve eğitim düzeyi, gelir düzeyi, haftalık çalışma saati, mesleği isteyerek tercih etme durumundan etkilenmektedir. Hastaların öğrenim gereksinimleri ortalamanın üstündedir ama öğrenim gereksinimleri ihtiyaçlarından daha az karşılanmaktadır. Hastaların öğrenim gereksinimlerini eğitim düzeyi, çalışma durumu ve birlikte yaşadığı kişiler etkilemektedir. Hemşirelerin bireyselleştirilmiş bakım algısı ile dahili kliniklerde yatan bireylerin öğrenim gereksinimleri arasında bir ilişki yoktur. Hastaların öğrenim gereksinimleri ile karşılanma durumları arasında orta düzey, pozitif yönde bir ilişki vardır. Hemşirelerin hastaların öğrenim gereksinimleri ve bunların karşılanması hakkında farkındalığının arttırılması önerilebilir. Hastalara verilen eğitimlerin hastaların beklentilerine uygun olarak planlanması ve bireyselleştirilmiş olarak sunulmasının önemi vurgulanabilir.Öğe Yaşlı bireylerin ilaç kullanımı konusunda bilgi ve tutumlarının değerlendirilmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2025) Göktaş, Beytullah; Nurullahoğlu Atalık, Kısmet EsraSağlık hizmetlerinde yaşanan gelişmelerle, dünya genelinde olduğu gibi Türkiye’de de yaşlı nüfus oranı artmıştır. Yaşlı bireylerde kronik hastalıkların yaygın görülmesi, ilaç tüketiminin de yüksek olmasına neden olmaktadır. Araştırmada, bir aile sağlığı merkezine kayıtlı yaşlı bireylerin ilaç kullanımına yönelik bilgi düzeyi ve tutumlarını belirlemek ve bu konuda farkındalık oluşturmak amaçlamıştır. Tanımlayıcı tipteki çalışmanın örneklemini, Bozkır Mehmet Öz Aile Sağlığı Merkezi Aile Hekimliği birimlerine kayıtlı, araştırmaya katılmaya istekli 334 yaşlı oluşturmuştur. Araştırma verileri, sosyodemografik özellikler ve ilaç kullanımı konusunda bilgi ve tutumlarını içeren anket formu kullanılarak toplanmış, SPSS 27.0 istatistik programına aktarılmış ve uygun istatistiksel analiz teknikleri ile değerlendirilmiştir. Katılımcıların yaş ortalaması 72,6 ± 7,2 yıl olarak belirlenmiş olup, %58,4’ünü kadınlar oluşturmaktadır. Katılımcıların %79,4’ü ilkokul ve altı eğitim düzeyine sahipken, %70,4’ü evli, %90,7’si ise orta gelir düzeyinde yer almaktadır. Tüm katılımcıların (%100) sağlık güvencesi bulunmakta olup, %82,0’si eşi ve/veya çocuklarıyla birlikte yaşamaktadır. Katılımcıların %37,7’sinin ailesinde en az bir sağlık çalışanı bulunmaktadır. Katılımcıların büyük bir çoğunluğu (%87,1), kendi sağlık durumlarını “orta” düzeyde olarak belirtmiştir. Katılımcıların %17,7’si hastalandıklarında evde mevcut olan ilaçları kullandığını belirtirken, %70,7’si ilk olarak aile sağlığı merkezine başvurduğunu ifade etmiştir. Ayrıca, katılımcıların %67,7’si yalnızca hastalandıklarında doktora gittiklerini beyan etmiştir. Katılımcıların %99,4’ünün en az bir kronik hastalığa sahip olduğu belirlenmiş olup, en yaygın kronik hastalık hipertansiyon olarak saptanmıştır. Ayrıca, katılımcıların %49,8’i günde dört veya daha fazla ilaç kullanmaktadır. İlaç kullanımına ilişkin bilgi ve tutum puanı ortalamaları sırasıyla 8,45 ± 2,80 ve 30,60 ± 4,57 olarak bulunmuştur. Bilgi puanları ile tutum puanları arasında pozitif yönde, istatistiksel olarak anlamlı ve mükemmel düzeyde bir korelasyon tespit edilmiştir (r = 0,924, p <0,001). Bireylerin ilaç kullanımı konusundaki bilgi düzeyleri artıkça, tutum düzeylerinin de yükseldiği belirlenmiştir. Çalışmamızda; yaşlı bireylerin ilaç kullanımıyla ilgili bilgi ve tutum puanları ile yaş, cinsiyet, eğitim düzeyi, medeni durum, gelir düzeyi, birlikte yaşadıkları kişiler, ailede sağlık çalışanı bulunması, kendi sağlık durumları, düzenli doktor kontrolüne gitme durumu, kronik hastalık varlığı ve sürekli kullanılan ilaç sayısı değişkenleri arasında istatistiksel olarak anlamlı farklar saptanmıştır (p <0,05). Sonuç olarak, bu çalışmada yaşlı bireylerin ilaç kullanımıyla ilgili bilgi ve tutum düzeyleri değerlendirilmiş ve bu konuda bireylerde farkındalık oluşturulmuş olup, elde edilen bulgular yaşlı nüfusun ilaç kullanım alışkanlıklarının iyileştirilmesine yönelik eğitim programlarının geliştirilmesine katkı sağlayabilir.Öğe Gebelerde maternal sağlık okuryazarlığının doğum korkusu ile ilişki(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2025) Yaldız, Nuriye; Kıyak, SibelGebelik süreci, kadınların fiziksel, duygusal ve psikolojik yönden birçok değişim yaşadığı bir dönemdir. Bu süreçte maternal sağlık okuryazarlığı düzeyi, gebelerin doğum sürecine ilişkin algılarını ve doğum korkusu düzeylerini önemli ölçüde etkileyebilmektedir. Bu çalışma, gebelerde maternal sağlık okuryazarlığının doğum korkusu ile ilişkisini belirlemek amacıyla yapılmıştır. Tanımlayıcı ve ilişki arayıcı türdeki çalışmaya, Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi gebe polikliniğine başvuran 236 gebe dâhil edilmiştir. Veriler, Kişisel Bilgi Formu, Wijma Doğum Deneyimi/Beklentisi Ölçeği (W-DEQ) ve Gebelerde Maternal Sağlık Okuryazarlığı Ölçeği (GMSOÖ) ile toplanmıştır. Verilerin analizinde İki Örnek T Testi, Tek Yönlü Varyans Analizi, Mann Whitney U testi, Kruskal Wallis H testi, Spearman’s rho korelasyon analizi ve Robust regresyon analizi kullanılmıştır. Araştırmanın sonunda GMSOÖ’nün toplam puan ortancası 73,44 (ortalama ve standart sapma değeri 73,32 ± 13,95); W-DEQ toplam puanının ortancası 55 (ortalama ve standart sapma değeri 53,72 ± 21,84) olarak bulunmuştur. Eğitim durumu, gebelik sayısı, gebeliğin planlı olup olmaması ve mevcut gebeliğinde doğum öncesi eğitim alma durumu ile arasında istatiksel olarak anlamlı bir fark saptanmıştır. (p<0,05). W-DEQ toplam puanı ile GMSOÖ toplam puanı arasında istatistiksel olarak anlamlı negatif yönlü bir ilişki vardır (r=-0,393; p<0,001). Eğitim durumu ve GMSOÖ toplam puanı gebelerde W-DEQ puanına etkileyen risk faktörleridir. Gebelerde GMSOÖ toplam puanındaki bir birimlik artış W-DEQ puanını 0,624 birim azaltmaktadır (p<0,001). Modeldeki değişkenler W-DEQ ölçek puanının %26’sını açıklamaktadır. Sonuç olarak, gebelerin maternal sağlık okuryazarlığı arttıkça doğum korkusu azalmaktadır. Bu nedenle, doğum öncesi eğitimlerin erişilebilirliğinin artırılması ve gebelerin bu eğitimlere katılımının teşvik edilmesi, doğum korkusunu azaltmada etkili olabilir.