Necmettin Erbakan Üniversitesi Kurumsal Akademik Arşivi
DSpace@Erbakan, Necmettin Erbakan Üniversitesi tarafından doğrudan ve dolaylı olarak yayınlanan; kitap, makale, tez, bildiri, rapor, araştırma verisi gibi tüm akademik kaynakları uluslararası standartlarda dijital ortamda depolar, Üniversitenin akademik performansını izlemeye aracılık eder, kaynakları uzun süreli saklar ve yayınların etkisini artırmak için telif haklarına uygun olarak Açık Erişime sunar.
Güncel Gönderiler
Kronik hepatit b hastalarında serum hepatit B virüs dna düzeyi ile serumhepsidin, pentraksin-3, zonulin ve kopeptin ilişkisi
(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Ezer, Burak; Özdemir, Mehmet
Amaç: Kronik Hepatit B hastalarının viral yük, prognoz, tedavi takibinde kullanılan ve altın standart yöntem olan HBV DNA düzeyi moleküler bir yöntem olan PCR yöntemi kullanılarak tespit edilmektedir. Çalışmamızın amacı; moleküler yöntemlerle kantitatif olarak saptanan HBV DNA’ya göre maliyeti daha uygun, daha pratik olan ELISA yöntemi ile tespit edilebilen serum hepsidin, pentraksin-3, zonulin ve kopeptin biyomarkerlarının serum düzeylerini araştırarak Kronik Hepatit B hastalarının prognozu hakkında bilgi sahibi olabilmek ve serum HBV DNA düzeyi ile ilgili biyomarkerların ilişkisini incelemektir.
Yöntem: Çalışmaya Kronik Hepatit B tanılı ve 6 aydan daha uzun süre serumunda HBsAg saptanan 105 hasta ve herhangi bir karaciğer veya kronik hastalığı olmayan 35 kontrol grubunun serum örnekleri dahil edildi. Hastaların serum HBV DNA düzeyleri Real Time PCR (Anatolia, Türkiye) yöntemiyle tespit edildi. Hastalar, HBV DNA düzeyleri 100-102 arasında olan 35 hasta , 103-105 arasında olan 35 hasta ve 106-108 arasında olan 35 hasta olacak şekilde üç farklı gruba ayrıldı. Gruplar hafif, orta ve ağır viral yüklü olarak değerlendirildi. Hastaların kalan serumlarından kantitatif olarak serum hepsidin, PTX-3, zonulin ve kopeptin düzeylerini tespit edebilmek için ELISA (Elabscience, Çin) yöntemi kullanıldı.
Bulgular: Serum hepsidin düzeylerinde, kontrol grubu ve ağır viral yüke sahip hasta grubu arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı (p=0,01). Kontrol grubu ile diğer üç grup arasında serum pentraksin-3 düzeylerindeki farklılık istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,001). Ağır viral yüke sahip grup ile diğer üç grup arasında kopeptin seviyeleri açısından istatistiksel olarak anlamlı fark belirlendi (p=0,007; p=0,013; p=0,036). Hepsidin ile yaş, viral yük, PTX-3 ve kopeptin arasında pozitif korelasyon saptandı (p<0,01). PTX-3 ile yaş arasında pozitif korelasyon, PTX-3 ile viral yük arasında pozitif korelasyon belirlendi (p<0,05; p<0,01). Zonulin ile yaş arasında negatif korelasyon saptandı (p<0,01). Kopeptin ile yaş arasında pozitif korelasyon saptanırken; kopeptin ile viral yük arasında negatif korelasyon tespit edildi (p<0,01).
Sonuç: Kronik hastalıkların erken tanı, tedavi takibi, prognozu hakkında bilgi sahibi olabilmek için yeni biyomarkerlara ihtiyaç duyulmaktadır. Günümüzde HBV DNA’ya alternatif olarak Kronik Hepatit B hastalarının prognozu hakkında bilgi vermesi muhtemel biyomarkerlar hakkında çalışmalar kısıtlıdır. Çalışmamızın, HBV DNA düzeyleri hakkında ELISA yöntemi kullanılarak bilgi verebilecek olan yeni belirteçlerle ilgili çalışmalara katkı sağlayacağını öngörmekteyiz.
Tip 1 diyabetes mellitus tanılı çocuklarda metabolik parametrelerin ve yaşam kalitesinin değerlendirilmesi
(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Ak, Harun; Eklioğlu, Beray Selver
Tip 1 diyabetes mellitus (T1DM), pankreatik β hücrelerinin genellikle otoimmün
yıkımı nedeniyle insülin üretiminin durduğu endokrin bir bozukluktur. Bu hastalarda
hiperglisemi ve ketozise yol açar. T1DM ile takip edilen hastaların hem kişiye bağlı tedavi
modaliteleri açısından hem de akut ve kronik komplikasyonlar açısından yaşam kalitesi önemli
ölçüde olumsuz etkilenmektedir.
Çocukluk çağı hastalıklarında sağ kalım oranlarının artması kronik hastalığı olan
çocukların değerlendirilmesinde yaşam kalitesini önemli bir kavram haline getirmektedir.
Kronik hastalıklar ve tedavisi, bireyin yaşam tarzında değişikliklere neden olduğu için yaşam
kalitesini doğrudan etkilemektedir. Biz de T1DM ile takipli hastaların yaşam kalitesini
değerlendirmek için PedsQL 3.0 diyabet ölçeğinin dilimiz için geçerlik ve güvenirlik alınmış
versiyonu kullanıldı.
Çalışmamız 2023 yılında Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk
Endokrinoloji polikliniğine başvuran 8-12 yaşları arasındaki T1DM tanısı almış 96 hastayı
kapsamaktadır. Bunlardan %51,0’ı kız (n=49), %49,0’ı (n=47) erkekti. Kız ve erkek hastaların
PedsQL 3.0 diyabet ölçeğine göre yaşam kalitesi karşılaştırıldığında benzer bulgular elde
edildi. Günlük kan şekeri ölçümü 5 ve üzerinde olan hastaların yaşam kalitesi göreceli olarak
kötüydü. Hastaların açlık kan şekerine göre yaşam kalitesi değerlendirildiğinde 140 mg/dl ve
üzeri açlık kan şekeri olan hastaların göreceli olarak yaşam kalitesi daha kötüydü. Hemoglobin
A1C (HbA1C) değeri %9 ve üstünde olan hastaların ölçekten aldıkları puan daha yüksek ve
yaşam kaliteleri daha düşüktü. Diyabet hastalarında en sık görülen ek hastalıklar %47,5 ile
çölyak hastalığı, %26,3 ile Haşimato tiroiditi olarak görüldü. Hastaların yaşam kalitesi, anne
ve babanın eğitim düzeyleri ve aylık gelirlerine göre karşılaştırıldı. Annesi ilkokul mezunu
olan hastaların yaşam kalitesi diğer gruplara göre daha iyiydi. Babanın eğitim düzeyi ve aylık
gelire göre hastaların yaşam kalitesi karşılaştırıldığında anlamlı bir farklılık bulunmadı.
Tüm sonuçlar ele alındığında T1DM ile takip edilen hastalarda her poliklinik
muayenesinde çalışmamızda kullanılan anket veya diğer anketlerle yaşam kalitesi skoru
değerlendirilmeli ve yaşam kalitesini olumsuz etkileyen değiştirilebilir etkenler üzerine
yoğunlaşmalı ve hastaya ona yönelik tedavi ve önermeler yapılmalıdır.
Herediter anjioödem hastalarında atak anında ve atak dışı dönemde pulmoner arteriyel stıffness değerlendirilmesi
(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Büyükboz, Emine; Arslan, Şevket
Amaç: Herediter anjioödem, bradikinin ilişkili anjioödem atakları ile seyreden, tedavi edilmediği
taktirde hayati tehlike oluşturan bir hastalıktır. Bu çalışmamızda herediter anjioödem
hastalarında ekokardiyagrafik yöntemle atak döneminde ve atak dışı dönemde pulmoner arteriyel
stiffness değerlendirilmesi yapılarak; kardiyovasküler hastalık gelişimi, pulmoner hipertansiyon
gelişiminin erken tespiti, kardiyovasküler mortalite ile ilişkisi hakkında yorum yapmak ayrıca
güncel pratiğe pulmoner arteriyel stiffness ölçümünün atak tanı kriteri olarak kullanılabilirliği
yönünden değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışmaya Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Erişkin İmmünoloji
ve Alerji Hastalıkları polikliniğine atak ve atak dışı dönemde başvuran toplamda 34 Herediter
anjioödem hastası ve sağlıklı gönüllülerden oluşan 20 kontrol grubu dahil edilmiştir.
Hipertansiyon, koroner arter hastalığı, hipertirodi tanısı olan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Hasta
ve kontrol grubunun sistolik ve diyastolik fonksiyonları, IVRT, IVCT, ET, pulmoner arteriyel
stiffness hesaplanması için pulmoner akışın maksimum frekans kayması(MSS) ve akselerasyon
zamanı (PAAT) ölçülmüştür. PAS hesaplanması için; PAS=MSS/PAAT formülü kullanılmıştır.
Miyokardiyal performans indeksi IVRT+IVCT/ET formülünden hesaplanmıştır.
Bulgular: Çalışmaya 34(63.0%) herediter anjioödem hastası, 20(37.0%) kontrol grubu
olmak üzere toplam 54 hasta dahil edilmiştir. Herediter anjioödem tanısı olan hastaların
22(64.7%) si kadın, 12(35.3%) ü erkektir. Kontrol grubundaki hastaların 10(50.0%) u kadın,
10(50.0%) erkektir. Hastaların yaş ortalaması 38.03∓11.57 yıl, kontrol grubunun yaş ortalaması
37.60∓11.74 yıldır. Yaş ve cinsiyetin gruplara dağılımı homojendir. Hasta ve kontrol grubunun
eko parametreleri arasındaki istatistiki karşılaştırmada LVESD (p=0.027), SEPTAL E (p=0.033),
SEPTAL A (p=0.043), IVCT (p=0.038), MPI (p=0.007) değerleri hasta grubunda kontrol
grubuna göre yüksek bulunmuştur ve istatistiki olarak anlamlıdır. LAVİ(ml) değeri hasta
grubunda kontrol grubundan düşük bulunmuştur, ve istatistiki olarak anlamlıdır(p=0.042). PAS
değeri ve diğer ekokardiyografik değişkenler herediter anjioödem hastaları ile kontrol grubu
hastaları arasındaki farklılıklar istatistiki olarak anlamlı değildir (p>0.05). Herediter anjioödem
hastalarnın yaş, atak sıklığı, hastalık süresi ve tanıda gecikme süreleri ile LVESD; SEPTAL E,
SEPTAL A, IVCT, MPI değerleri arasında anlamlı ilişki saptanmamıştır(p>0.005). Herediter
anjioödem hastalarının atak dışı ve atak verileri arasındaki farklılıklar istatistiki olarak anlamlı
değildir (p>0.05).
Sonuç: Çalışmamızda pulmoner arteriyel stiffness değerlendirilmesi hasta ve kontrol grubu
arasında ayrıca hasta grubunda atak ve atak dışı dönem karşılaştırıldığında istatistiki anlamlı bir
fark bulunmamış olup daha büyük hasta gruplarında PAS değerlendirilmesine ihtiyaç vardır. MPI
hasta grubunda kontrol grubuna yüksek bulunmuş olup herediter anjioödem hasta grubunda
gelişecek kardiyovasküler hastalıkların habercisi olabilir. Herediter anjioödem hasta grubunda
takipte kardivak etkiler açısından MPI kullanılabilir. Önceki çalışmalarla birlikte
değerlendirildiğinde herediter anjioödem hastalarında kardiyovasküler hastalık riski artmıştır,
düzenli kardiyovasküler sistem takibi önerilir.
Epizodik migren hastalarında serum netrin-1 ve amilin düzeylerinin değerlendirilmesi
(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) İnce, Ayşenur; Altaş, Mustafa
Amaç: Genç nüfusta en sık görülen dizabilite nedeni olan migren hastalığının patofizyolojisinin
anlaşılması açısından kanda değerlendirilecek biyobelirteç ihtiyacı ve tedavi hedefleri önemli
yer tutmaktadır. Bu nedenle epizodik migren tanılı hastalarda daha önce çalışılmamış netrin-1
düzeyinin ve CGRP ailesinde yer alan amilin düzeylerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Metod: Çalışmaya Ocak-Nisan 2024 tarihlerinde Nöroloji Polikliniği’ne başvuran ICHD-3’e
(Baş ağrısı bozukluklarının uluslararası sınıflaması) göre epizodik migren tanılı veyahut yeni
tanı almış hastalar dahil edildi. Hastalar yaş, cinsiyet, Vücut Kitle İndeksi (VKİ), baş ağrısının
klinik özellikleri, günlük hayatı etkileme derecesine göre ölçeklerle değerlendirilen baş ağrısı
şiddeti, aura varlığı, beslenme ve uyku alışkanlıkları değerlendirilerek, hastaların 25’i atak,
35’si atak dışı, 30’i sağlıklı kontrol grubu olmak üzere venöz kandan alınan örneklerden elde
edilen serumda netrin-1 ve amilin düzeyleri değerlendirilip belirtilen özelliklerle
karşılaştırılmıştır.
Bulgular: Değerlendirilen 60 epizodik migren hastasının 53’ü (%88,3) kadın iken 7’si(%11,7)
erkekti. Hastaların ortalama yaşı 34,2 idi. Epizodik migren hastalarında netrin-1 migren
hastalarında kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı bir şekilde düşük bulunmuştur (p:
0,038). Epizodik migren hastalarında netrin-1 ve amilin değerlerinin atak sırasında ve atak
dışında kontrol grubundaki değerlerden düşük sonuçlanmıştır. Auralı migren hastalarının VAS,
MIDAS, HIT-6 klinik skorları aurasız migren hastalarına göre istatistiksel olarak anlamlı bir
şekilde yüksek idi. Auralı migren hastalarında serum netrin-1 ve amilin değerleri aurasız
migrenli hastalara göre daha düşük değerlerde elde edildi fakat istatistiksel olarak anlamlılık
saptanmadı.
Sonuç: Çalışmamızda epizodik migren hastalarında serum netrin-1 düzeyleri; atak sırasında ve
atak arasında farklılık göstermeden migren hastaları grubunda kontrol grubundan düşük
saptanmıştır. Auralı migren hastalarında netrin-1 ve amilin değerlerinin düşük saptanması auralı
hastalarda inflamatuar süreçlerin daha şiddetli bir şekilde oluştuğu ve kliniği etkilediği şeklinde
yorumlanabilir. Ayrıca epizodik migren hastalarında netrin-1 ve amilin değerlerinin atak
sırasında ve atak dışında kontrol grubundaki değerlerden düşük sonuçlanması migrenli
hastaların serebral inflamatuar ve yapısal süreçlerde atak dışında dahi sağlıklı kontroller dışında
değişiklikler oluştuğuna dair yönlendirici olabilir. Bu parametreler üzerinde ileri çalışmalar ile
daha anlamlı sonuçlara ulaşmak mümkün olacaktır.
Otizm spektrum bozukluğu tanılı çocuklarda periferik dolaşımda nörofilaman hafif zinciri, glial fibriller asidik protein, tau proteini, s 100b düzeylerinin değerlendirilmesi
(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Yılancı, Zeynep Nur; Uzuni Necati
Amaç: Otizm spektrum bozukluğu (OSB), erken çocukluk döneminde sosyal iletişim ve etkileşim alanlarında bozulma ile seyreden kısıtlı, tekrarlayan davranış kalıpları ve ilgi alanlarıyla karakterize nörogelişimsel bir bozukluktur.OSB’nin etiyolojisi henüz aydınlatılamamış olmakla beraber nörobiyolojik mekanizmaların rol oynayabileceği gündeme gelmektedir. Özellikle nöroaksonal/astroglial hasar sürecinin de rolü olup olmadığı tartışılmaktadır. Bu çalışmada OSB tanılı çocuklar ile sağlıklı kontrollerin serum NfL, GFAP, Tau Proteini, S100B düzeyleri açısından karşılaştırılması ve biyokimyasal değişkenlerin serum düzeylerinin otizm şiddeti üzerine ve davranış sorunlarına etkisinin değerlendirilmesi amaçlanmaktadır.
Yöntem: Bu çalışmada NEÜ Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D. polikliniğine başvurup değerlendirilen ve DSM-5 tanı ölçütlerine göre OSB tanısı alan 24-72 ay arası 44 çocuk ile çalışma grubu oluşturulmuştur. Katılımcıların muayeneleri esnasında klinisyen tarafından Sosyodemografik Veri Formu doldurulmuştur ve Çocukluk Otizm Değerlendirme Ölçeği (ÇODÖ) uygulanmıştır. Anne/babalar ise eşlik eden problemli davranışlar için Sorunlu Davranışlar Kontrol Listesi (SDKL), Otizm Davranış Kontrol Listesi (ODKL)’ni doldurmuştur. Kontrol grubuna NEÜ Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları A.D. polikliniğine başvuran başka bir psikiyatrik bozukluğu, kronik veya fiziksel hastalığı bulunmayan 24-72 ay arası 40 çocuk dahil edilmiştir. Muayeneyi takiben klinisyen tarafından hasta ile ilgili Sosyodemografik Veri Formu doldurulmuştur. Hasta ve kontrol grubundaki tüm katılımcılardan 5ml venöz kan örnekleri alınıp santrifüj edildi. Alınan serum örneklerinde biyokimyasal değişkenlerin düzeyleri enzyme-linked-immunosorbentassay (ELISA) yöntemi ile belirlendi.
Bulgular: Çalışmamızda OSB grubunda sağlıklı kontrollere kıyasla serum NfL, GFAP, Tau Proteini, S100B düzeyleri arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı. Tau proteini serum düzeyinin, ÇODÖ toplam puanı ve SDKL toplam puanı ile
pozitif yönde anlamlı bir korelasyon olduğu saptandı. Serum Tau proteini düzeyi ile SDKL stereotipi alt ölçek arasında doğrusal bir ilişki saptandı. Ayrıca ODKL duyusal alt ölçek ile serum GFAP ve NfL düzeyleri arasında negatif yönlü korelasyon olduğu gösterilmiştir. Ek olarak OSB’li grupta yaş ile serum Tau proteini ve S100B düzeyleri arasında da negatif yönlü bir korelasyon saptanmıştır.
Sonuç: Bulduğumuz bulgular ışığında serum NfL, GFAP, Tau Proteini, S100B düzeylerinin, OSB’de erken çocukluk döneminde nöroaksonal/astroglial hasar ve nörodejenerasyon mekanizmalarında rolü olamayacağını düşünmekteyiz. OSB’nin heterojen doğası nedeniyle bu sonuç ortaya çıkabilir. Ancak OSB’de gözlenen stereotipik davranışların Tau proteini ile duyusal sorunların ise NfL ve GFAP ile ilişkili olabileceğini, bu durumların da nörobiyolojik bir mekanizmayla açıklanabileceğini çalışmamızın bulgularıyla desteklemiş olduk. Nörodejeneratif süreçlerinin tanınması adına NfL, GFAP, Tau Proteini, S100B ile ilgili daha geniş örneklemde, uzunlamasına daha fazla çalışma yapılması gerekmektedir.