Tez Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 15 / 15
  • Öğe
    Deneysel testiküler atrofide orşiektominin fertiliteye etkisinin araştırılması
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2014) Loğoğlu, Meşfika; Yurtçu, Müslim
    Bu çalışmanın amacı, puberte öncesi testis atrofisi oluşan erkeklerde orşiektominin fertilite üzerine olumlu ya da olumsuz etkisini araştırmak; araştırmanın sonucuna göre, atrofik testis tespit edilen erkeklerde fertilite açısından cerrahinin gerekli olup olmayacağına karar vermektir. Yöntem Çalışmamızda 18 adet prepubertal, 6 adet pubertal Wistar erkek sıçan kullanıldı. Sıçanlar kontrol, atrofi ve orşiektomi olmak üzere 3 gruba ayrıldı. Kontrol grubu (K), 6 adet pubertal sıçandan oluştu. Herbir sıçan 5' er adet dişi ile 6 gün çiftleştirildi. Atrofi grubunda (A) 720o sol testis torsiyonu oluşturuldu. Yaklaşık 40 gün sonra atrofi oluştuğu tespit edildi. Orşiektomi grubunda (O) da 720o sol testis torsiyonu oluşturuldu. Atrofi oluştuktan sonra sol orşiektomi yapıldı. İyileşme sürecinden sonra herbir sıçan 5' er adet dişi ile 6 gün çiftleştirildi. Bütün gruplarda çiftleşme işlemi sonrası, yüksek doz anestezik madde verilip ratlara bilateral orşiektomi uygulandı. Histopatolojik inceleme ile Johnson skorları (JS) belirlendi. İntrakardiak kan alınarak inhibin B (İB) seviyesine bakıldı. Ayrıca fertilitenin değerlendirilmesi için gebelik tespiti yapıldı. Atrofik testis dokusu ipsilateral, sağ testis kontralateral olarak adlandırıldı. Bulgular Doku JS'ları açısından ipsilateral testisler incelendiğinde, K grubu ile O grubu (P=0,000); K grubu ile A grubu (P=0,000) arasında anlamlı fark olduğu tespit edildi. O grubu ile A grubu ipsilateral testis dokuları JS'ları arasında anlamlı fark olmadığı saptandı (P=0,654). Kontralateral testis dokusu JS'ları arasında ise, gruplar arasında anlamlı fark olmadığı tespit edildi (P=0,372). Serum İB değerleri açısından, gruplar arasında anlamlı fark olmadığı saptandı (P=0,243). Fertilite yüzdeleri incelendiğinde, K grubu ile O grubu (P=0,015); K grubu ile A grubu (P=0,015) arasında anlamlı farkın olduğu tespit edildi. Ayrıca O grubu ile A grubu arasında, fertilite yüzdeleri açısından anlamlı fark olmadığı tespit edildi (P=1,000). Sonuç Bu bulgulara göre inhibin B, JS ve fertilite parametreleri incelendiğinde atrofi ve orşiektomi grupları arasında anlamlı fark olmadığı tespit edildi. Çalışmamız deneysel bir çalışma olmasına rağmen, prepubertal dönemdeki çocuklarda çeşitli nedenlerle oluşabilecek testis atrofisinin; fertilite üzerine olumsuz etkisinin olmadığı sonucuna varılmıştır. Atrofik testis dokusuna yapılacak orşiektominin anlamlı bir etkisinin olmadığı saptandığından cerrahi işlemlerin yapılmaması gerektiğini düşünüyoruz. Anahtar Kelimeler Atrofi; İnhibin B; Fertilite
  • Öğe
    Testis torsiyonundaki iskemi-reperfüzyon hasarını önlemede tek doz ve yedi günlük melatonin ve steroid tedavisinin etkilerinin araştırılması
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2003) Yurtçu, Müslim; Abasıyanık, Adnan
    Testis torsiyonundan sonra oluşan iskemi reperfüzyon hasarını önlemek için yapılan deneysel çalışmalarda antioksidan maddeler tek doz olarak ilk 24 saatte uygulanmıştır. Çalışmamızda tek doz ve 7 gün süre ile günde günde tek doz olarak uygulanan steroid ve melatoninin antioksidan etkilerinin ve her iki tedavi şeklinden hangisinin daha etkili olduğu ortaya koymayı amaçladık. Materyal ve metodlar: Çalışmamızda 100 adet Sprague-Dawley rat kullanarak 10 gruba ayrıldı. Her grupta 10 adet rat kullanıldı. Sol inguinoskrotal keşi ile testise ulaşıldı. Kontrol grubunda (Grup 1) hemen, sham-1 grubunda (Grup-2) 6 saat sonra, sham-2 grubunda ( Grup 3) 7 gün sonra sol orşiektomi yapıldı. Torsiyon grubunda (Grup 4 ) ise sol testis 720° torsiyone edildikten 6 saat sonra sol orşiektomi uygulandı. Torsiyon-detorsiyon gruplarında (Grup 5 ve 6) sol testis torsiyone edildikten 6 saat sonra detorsiyone edildi. Bu gruplardan birine (Grup 5) detorsiyondan 6 saat sonra, diğerine (Grup 6) ise yedi gün sonra sol orşiektomi yapıldı. Tek doz steroid ve melatonin gruplarında (Grup 7 ve 9) detorsiyondan 30 dakika önce 1 mg/kg metil prednizolon ve 17 mg/kg melatonin verildi. Detorsiyondan 6 saat sonra her iki grupta da sol orşiektomi uygulandı. Yedi doz steroid ve melatonin gruplarında (Grup 8 ve 10) detorsiyondan 30 dakika önce ve yedi gün süre ile günde tek doz 1 mg/kg metil prednizolon ve 17 mg/kg melatonin verildi. Testisler 6 saat süre ile detorsiyone edildi ve 7. günün sonunda her iki grupta da sol orşiektomi uygulandı. İskemi-reperfüzyon hasarını değerlendirmek amacıyla orşiektomi sonrası testis dokusunda MDA seviyeleri ve histopatolojik inceleme yapılarak Johnsen skorları belirlendi. Bulgular: MDA seviyelerine göre; torsiyon-detorsiyon-1 grubu (Grup 5) tek doz steroid (Grup 7) ve melatonin (Grup 9) grupları ile karşılaşıldığında, MDA seviyelerinin Grup 7 ve 9da daha düşük olduğu ve farkın anlamlı olduğu görüldü (P<0.05). Johnsen skorları Grup 5, 7 ve 9 da aynı idi (P>0.05). Torsiyon-detorsiyon-2 grubu (Grup 6), yedi doz steroid (Grup 8) ve melatonin (Grup 10) grupları ile karşılaştırıldığında, hem MDA seviyeleri hem de Johnsen skorları açısından aradaki fark anlamlı olup (P<0.05), Grup 8 ve 10 da MDA değerleri daha düşük, Johnsen skorları ise daha yüksekti (Grup 8 ve 10). Tek doz ve yedi doz steroid grupları, tek doz ve yedi doz melatonin grupları kendi içinde karşılaştırıldığında, MDA seviyeleri ve Johnsen skorları açısından aradaki fark anlamlı idi (P<0.05). Yedi doz steroid ve melatonin grupları arasında fark yoktu (P>0.05). 37Sonuçlar: Bu bulgulara göre; tek doz steroid ve melatonin tedavisinin İ-R hasarına biyokimyasal olarak etkili gibi görünmesine rağmen histopatolojik olarak hiçbir olumlu etkisi yoktur. Yedi doz steroid ve melatonin tedavileri ise hem biyokimyasal olarak hem de histopatolojik olarak 1-R hasarını tam olarak önler. ANAHTAR SÖZCÜKLER: Testis torsiyonu, iskemi-reperfüzyon hasarı, steroid, melatonin.
  • Öğe
    Renal iskemi reperfüzyon hasarında grape seed proanthocyanidin(üzüm çekirdeği proantosiyanidin) ekstresinin etkisi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2008) Özdamar, Mustafa Yaşar; Günel, Engin
    Çoğu organın iskemi reperfüzyon hasarını içeren bir çok hastalıktan reaktif oksijen radikalleri sorumludur. Antioksidanlar; serbest radikallerin potansiyel toplayıcısıdır ve oksidatif organ hasarını azaltır ya da engellerler. Çok sayıda sentetik ve doğal antioksidanın insanları hastalıktan korumada faydalı etkileri deneysel çalışmalarla gösterilmiştir. Antioksidanların kimyasal yapıları, biyolojik uyumları ve tedavideki antioksidan etkileri çok farklıdır. Yaygın olarak ulaşılabilinen, meyve, sebze, fındık ve meyve çekirdekleri içerisinde bulunabilen oligomerik proantosiyanidinlerin; serbest radikaller ve oksidatif strese karşı, geniş bir spektrumda, biyolojik, farmakolojik ve tedavi edici etkileri bir çok çalışmada rapor edilmiştir.Bu çalışma; ratlarda renal iskemi reperfüzyon (İ/R) hasarında, GSPE (grape seed proanthocyanidin extract:üzüm çekirdeği proantosiyanidin ekstresi)'nin etkisini araştırmak için yapıldı. Çalışmada, hayvanlar her biri 10'arlı rastgele 4 gruba ayrıldı. Laparatomi ve sağ nefrektomi sonrası, İ/R; sol renal pedikülün 45 dakika oklüzyonunu takiben 60 dakika reperfüzyonuyla yapıldı.GSPE verilmesiyle, ratlarda renal İ/R hasarı belirgin azaldı. Oksidatif hasarda serbest radikallerin neden oldoğu lipit peroksidasyonunun stabil metaboliti olan malondialdehid (MDA) seviyeleri; İ/Rgrubunda (153.60±12.98 nmol/gr renal doku) İ/R+GSPE grubundan (112.75± 8.01 nmol/gr renal doku) belirgin olarak daha yüksekti. Renal fonksiyonu değerlendirmek için serum üre ve kreatinin konsantrasyonu ölçüldü. İ/R grubunda; renal fonksiyon renal morfoloji ve belirgin bir oksidatif renal hasar gösterildi. GSPE, glutatyon redüktazın (GR) antioksidan enzimatik aktivitesini belirgin artırdı. Bu çalışmada reperfüzyon hasarının belirteci olarak serum aspartoaminotransferazı (AST) ve tümör nekrozis faktör alfayı (TNF-?) kullandık. GSPE, serum AST ve TNF-?'yı seviyelerini belirgin azalttı. GSPE tedavisi; serum biokimyasal parametreleri olan serum üre, kreatinin, AST ve TNF-? seviyelerini belirgin azalttı. Ayrıca; GSPE tedavisiyle renal doku hasarı, bariz bir şekilde azaltıldı. Bu sonuçlar, İ/R ile oluşan renal doku hasarına reaktif oksijen radikallerinin neden olduğunu ve GSPE'nin oksidatif renal hasara karşı koruyucu etkisinin olduğunu göstermektedir.Anahtar kelimeler: İskemi-reperfüzyon hasarı, böbrek, eksojen antioksidan, üzüm çekirdeği proantosiyanidin ekstresi.
  • Öğe
    Deneysel özofagus atrezisi modelinde özofagus ile trakea arası destek dokudaki farklılıklar
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2003) Madenci, Hasan; Günel, Engin
    Deneysel özofagus atrezisi modelinde, cerrahi tedavi sonrası özofagus fonksiyonlarında yetersizliğe neden olabilecek, özofagus ile trakea arası destek dokudaki yapısal farklılıkları ortaya koymak. Gereç ve Yöntem : Çalışmamızda, 200-250 gr ağırlığında, 18 adet Sprague-Dawley cinsi dişi sıçan ve bunlardan kontrollü olarak elde edilen fetusler kullanıldı. Özofagus atrezisi ve trakeo-özofagial fistüllü fetusleri elde etmek için, koitus günü vajinal tıkaç yöntemi ile belirlenen 1 1 dişi sıçana, hamileliklerinin 6.-9. günleri arası 4 gün, 2ml serim fizyolojik içinde sulandırılan 2 mg/kg adriamisin intraperitoneal olarak verildi. Çalışmadaki kontrol ve sham grublannı oluşturmak üzere, yine koitus günü vajinal tıkaç yöntemi ile belirlenen 7 dişi sıçandan 4'üne hamileliklerinin 6.-9. günleri arası 4 gün 2ml serum fizyolojik intraperitoneal olarak verildi ve diğer 3 'üne ise herhangi bir medikasyon uygulanmadı. Hamileliklerinin 21. gününde tüm anne sıçanlara, 50 mg/kg İM ketamin hidroklorür ile anestezi sonrası, seksiyo yapılarak fetusler alındı. Adriamisin verilerek ÖA modelini oluşturması beklenen hamile sıçanlardan 13 fetus, konrol grubunu oluşturması beklenen hamile sıçanlardan 1 1 fetus ve sham grubunu oluşturması beklenen hamile sıçanlardan ise 1 1 fetus elde edildi. 30 fetus %10'luk formaldehid solüsyonundan alınıp mandibulalannın altından ve ksifoidlerinin hizasından horizontal planda kesilerek üçe ayrıldı ve bloklandı. Fetusler dört gruba ayrılarak çalışıldı: Grup 1; annelerine gebeliklerinde hiç bir müdahale yapılmayan ve özofagus atrezisi gelişmeyen fetusler. (Kontrol grubu, n= 10) Grup 2; annelerine hamileliklerinin 6.-9. günleri arası 4 gün, intraperitoneal, 2 ml serum fizyolojik verilen ve özofagus atrezisi gelişmeyen fetusler. (Sham grubu, n= 10) Grup 3 ; annelerine hamileliklerinin 6.-9. günleri arası 4 gün, intraperitoneal 2 mg/kg adriamisin verilen ve özofagus atrezisi oluşmayan fetusler (n= 4) Grup 4; annelerine hamileliklerinin 6.-9. günleri arası 4 gün, intraperitoneal 2 mg/kg adriamisin verilen ve özofagus atrezisi oluşan fetusler (n=6) Grup 4'deki ÖA'li fetuslerden, Grup 4 D; distal TÖF seviyesindeki ve Grup 4 P; proksimal poş seviyesindeki histopatolojik incelemeleri ifade eden, iki alt grup oluşturuldu. Histopatolojik çalışma için bloklardan 5 u kalınlığında kesitler alınıp, hemotoksilen eozin boyama ve bağ dokusu boyalarından, Masson's Trichorome ve Van Gieson's ile boyandı. Trakeanın bifürkasyonu seviyesinde, özofagus ile trakeayı içine alan kesitlerde, iki 39yapı arasındaki alanda fibroblastlar, kollajen lifleri, nöronal aksonal uzantılar sayıldı. Sayım işlemi 40'lık büyütme ile 4 farklı alanda yapıldı. Grup 4 P'deki incelemeler, proksimaldeki atrezik özofagus lümeninin tam olarak görüldüğü, en distal preperatlardan yapıldı. Bulgular: Masson's Trichorome ve Van Gieson's boyamalarına göre sırası ile, Grup l'deki kesitlerinde fibroblast sayıları, 11.30±1.70 ve 10.30±2.67; kollajen lif sayılan 7.8±2.10 ve 10.30±2.50; ve nöronal aksonal uzantı sayıları 0.5±0.67 ve 0.6 ±0.66 idi. Grup 2'deki fibroblast sayılan sırası ile 10.70±3.77 ve 12.30±2.31, kollajen lif sayılan 9.50±3.21 ve 10.10±1.73; ve nöronal aksonal uzantı sayıları 0.6±0.66 ve 0.6±0.48 idi. Grup 3'deki fibroblast sayılan sırası ile 10.25±3.30 ve 10.25il.50; kollajen lif sayıları 10.50±2.38 ve 9.25±5.06; ve nöronal aksonal uzantı sayılan 1±0.81 ve 1±0.81 idi. Grup 4 D'deki fibroblast sayılan sırası ile 4.17±2.14 ve 3.83±1.83; kollajen lif sayılan 19.50±6.35 ve 21.17i5.91; ve nöronal aksonal uzantı sayılan 0.5±0.5 ve 0.83±0.68 idi. Grup 4 P'deki fibroblast sayıları sırası ile 8.83±2.71 ve 9.50±2.88; kollajen lif sayılan sırası 10.50±3.15 ve 9.33±2.50; ve nöronal aksonal uzantı sayılan 0.5±0.76 ve 0.66±0.47 idi. Grup 4 D' deki fetuslerden alınan kesitler Grup 1, Grup 2, ve Grup 3 'den alınan kesitlerle karşılaştırıldığında, fibroblast sayılarında azalma (P<0.05) ve kollajen lif sayılannda artma (p<0.05) saptandı. Grup 4 D'deki kesitler Grup 4 P'dekilerle karşılaştırıldığında fibroblast sayılannda azalma (P<0.05) ve kollajen lif sayılarında artma (p<0.05) saptandı. Nöronal aksonal uzantı sayılan açısından gruplar arasında anlamlı fark yoktu. Sonuç: Trakea-özofageal fıstül seviyesinde fibroblast sayılarının az, kollajen liflerinin sayıca artmış olması, embriyonel gelişim sürecinde burada bir enflamatuar olayın geliştiğini düşündürmektedir. Bu enflamatuar kollajen birikiminin doğum sonrasında da devam etmesi, özofagusun fonksiyonlannı olumsuz yönde etkileyeceği kanatindeyiz. Anahtar Kelimeler: Özofagus atrezisi, adriamisin, fibroblast, kollajen, dismotilite
  • Öğe
    Sekonder bilier obstrüksiyon ile karaciğer yetmezliği oluşturulan sıçanlarda intrasplenik fötal hepatosit transplantasyonunun karaciğer fonksiyonları üzerine etkisi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 1996) Köseoğlu, Burhan; Dilsiz, Alaeddin
    Bu çalışmada, fötal hepatosit transplantasyonunun tam bilier obstrüksiyonla oluşturulmuş kronik karaciğer yetmezliğinde, karaciğer fonksiyonları ve sağ kalım süresine olan etkilerim ortaya koymak amaçlandı. Bu nedenle 15 günlük fötal sıçan karaciğerlerinden % 80 canlılıkta 3x1 07 fötal hepatosit izole edildi. Erişkin sıçanlar 3 gruba ayrıldı: I. Sham grubu (n=7), II. Deney 1 grubu: Birleşik safra kanalı bağlanıp çıkarılarak tam bilier tıkanıklık oluşturuldu. III. Deney 2 grubu: Tam bilier obstrüksiyon ile eş zamanlı, fötal hepatosit (3xl06/0.1 mL Hank's Solüsyonu) intrasplenik olarak transplante edildi. Her üç grubta, postoperatif 10. ve 30. günlerde alman kan örneklerinde, biyokimyasal karaciğer fonksiyon testleri ile 30. günde jel protein elektroforezi çalışıldı. Tüm sıçanların sağ kalım süreleri gözlendi, dalak ve karaciğerden alınan doku örnekleri histopatolojik olarak incelendi. Sham grubunun tüm verileri normal sıçanlarla uyumludur. Deney grublannda 10. günde serumda biyokimyasal kan tetkiklerinde tam bilier obstrüksiyon, 30. günde ise, sekonder bilier obstrüktif karaciğer yetmezliğini gösteren değerler saptandı. Jel protein elektroforezindeki sonuçlar ise siroz başlangıcı ile uyumluydu. Sham grubu, deney 1 ve deney 2 grublanna ait ortalama sağ kalım süreleri ise sırasıyla 145±8.8, 53.7±9 and 56.2±10.6 olarak ölçüldü. Sham grubuna göre, her iki grubta istatistiksel olarak anlamlı farklılık(P<0.05) olmasına rağmen, deney 1 ve deney 2 grublan arasında anlamlı bir fark yoktu (P<0.05). Deney gruplarına ait karaciğer spesmenlerinin mikroskopik bulgusu siroz başlangıcı ile uyumluydu ve her iki grup arasında histopatolojik farklılık bulunamadı. Yaklaşık postoperatif 2 ay sonra, deney 1 grubunun dalak mikroskopik incelemesinde sadece konjesyon varken deney 2 grubunda, kord yapısına benzer hepatosit kümelerinin oluşturduğu % 20 oranında hepatizasyon saptandı, Sıçanlarda kronik karaciğer yetmezliğinde intrasplenik fötal hepatosit transplantasyonunun karaciğer fonksiyonları ve sağ kalım sürelerine olan etkileri saptanmadı. Transplante hepatositlerin oluşturduğu hepatizasyonun miktar ve fonksiyonel olarak yeterli olmadığı kanısına varıldı.
  • Öğe
    Konjenital obstrüktif üropatide üreter duvarındaki histopatolojik değişiklikler
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2007) Gürbüzer, Nilifer; Günel, Engin
    Ratlarda deneysel mesane hipoplazisi veya agenezisi sonucu meydana gelen konjenital obstrüktif üropatide üreter duvarındaki histopatolojik degisiklikleri incelemektir. Materyal ve Metod: Çalısmamızda 17 adet disi rat ve bunlardan elde edilen 29 fetüs kullanıldı. Annelerine gebeliklerinde müdahale yapılmayan, üriner sistem anomalisi gelismeyen fetüsler Grup 1'i olusturdu (n= 10). Annelerine gebeliklerinin 6.-9. günleri arası intraperitoneal 2ml. SF verilen, üriner sistem anomalisi gelismeyen fetüsler Grup 2'yi olusturdu (n= 10). Annelerine gebeliklerinin 6.-9. günleri arası 2ml. SF içinde sulandırılan 2mg/kg adriamisin intraperitoneal olarak verilen, üriner sistem anomalisi gelisen fetüsler Grup 3'ü olusturdu (n= 9). Tüm gruplardaki fetüslerden alınan kesitler Tripple ile histokimyasal, Cytokeratin-20 ve SMA ile de immünohistokimyasal olarak boyandı. Tripple ile üreter duvarındaki kas ve bag dokusu ayrımı yapıldı. Cytokeratin-20 ile ürotelyum gösterildi. SMA ile üreter duvarındaki kas tabakası boyandı. Sag üreter 1/3 orta kesimine denk gelen kesitlerde üreter lümen alanı, üreter duvar kalınlıgı, üreter epitel kalınlıgı ve üreter kas tabakası kalınlıkları mikroskopik olarak ölçüldü. Bulgular: 18 anomalili fetüsün 9'unda böbrek degerlendirilemedi. 9 tanesinde üreterohidronefroz saptandı. Üreter duvarında kollajen proliferasyonu ve fibrozis tespit edilmedi. Böbrek olusan 9 anomalili fetüsün 7'sinde mesane agenezisi, 2'sinde mesane hipoplazisi tespit edildi. Grup 1'i olusturan fetüs kesitlerinde ortalama üreter lümen alanı 23733.79 + 10079.76 ?m², üreter duvar kalınlıgı 61.27 + 8.39 ?m, üreter kas tabakası kalınlıgı 45.76 + 8.94 ?m ve üreter epitel kalınlıgı 17.45 + 3.84 ?m ölçüldü. Grup 2'yi olusturan fetüs kesitlerinde ortalama üreter lümen alanı 24286.94 + 5651.20 ?m², üreter duvar kalınlıgı 61.83 + 4.70 ?m, üreter kas tabakası kalınlıgı 45.44 + 5.08 ?m ve üreter epitel kalınlıgı 17.30 + 2.11 ?m ölçüldü. Grup 3'ü olusturan fetüs kesitlerinde ortalama üreter lümen alanı 50788.30 + 32236.92 ?m² , üreter duvar kalınlıgı 12.48 + 3.60 ?m , üreter kas tabakası kalınlıgı 7.08 + 2.99 ?m ve üreter epitel kalınlıgı 5.39 + 1.23 ?m ölçüldü. Grup 1 ve Grup 2 karsılastırıldıgında anlamlı fark bulunamadı (P>0.05). Grup 3, Grup 1 ve Grup 2 ile karsılastırıldıgında istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı ( p<0.05). Sonuç: Çalısmamızda konjenital üriner sistem obstrüksiyonu sonucunda üreter lümen alanında artıs, üreter kas tabakası kalınlıgı, üreter duvar kalınlıgı ve üreter epitel kalınlıgında incelme tespit edildi. Üreter duvarında kollajen proliferasyonu, fibrozis ve inflamatuar hücreler tespit edilmedi. Anahtar kelimeler: Konjenital obstrüktif üropati, adriamisin, üreter duvarı, üreter epiteli
  • Öğe
    Üreterpelvik bileşke darlıklarında nöronal disfonksiyonun morfometrik ve immünohistokimyasal olarak değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2008) Gündüz, Metin; Abasıyanık, Adnan
    Üreteropelvik bileşke darlığı (UPBD) etyopatolojisi çok net değildir. Çalışmamızda UPBD'da nöronal disfonksiyonu morfometrik ve immünohistokimyasal olarak değerlendirmeyi amaçladık.Materyal ve metod: Radyolojik ve sintigrafik bulgularla UPBD tanısı alarak opere edilen, yaşları 3 ay-6 yaş arasında UPBD tanısı konulan toplam 10 hastanın UPB ve 1 cm'lik proksimal üreteri ile üriner sistem patolojisi olmayan non-medikal nedenlerle eksitus olan, yaşları 4 ay-15 yaş olan yine toplam 10 vakada UPB'den 1 cm uzunluğunda rezeksiyon yapılıp histopatolojik olarak karşılaştırıldı. İmmünohistokimyasal boya olarak sinaptofizin (sinaptik vezikül membran proteini), S-100 (sinir hücresi liflerini boyar), protein gene product 9.5 ( PGP 9.5)(nöron spesifik protein) ve CD-117 (tirozin kinaz aktivitesine sahip transmembran reseptörü) ile inceleme yapıldı. Ayrıca düz kas kalınlıklarına bakıldı. İki grup birbirleri ile karşılaştırıldı.Bulgular: Çalışmamızda dar segmentteki düz kas kalınlığında anlamlı artış olduğunu gördük. Dar segment sinaptofizin ve S-100 ile boyandığında sinir liflerinin sayılarının anlamlı olarak arttığını, PGP 9.5 ile boyanmada anlamlı farklılık olmadığını, CD-117 ile iki grubun da boyanmadığını gördük.Sonuç: Üreteropelvik bileşke darlığındaki nöronal disfonksiyona; dar segmentteki sinir hücre sayılarıyla birlikte düz kas kalınlığındaki artışın neden olduğunu gördük. Bu durumun UPBD'ında peristaltizm ve motiliteyi etkileyerek etyopatolojide etkili olduğunu söyleyebiliriz.Anahtar Kelimeler: Nöronal disfonksiyon, üreteropelvik bileşke darlığı
  • Öğe
    Tavuk embriyosu gastroşizis modelinde nitrik oksit sentaz inhibisyonunun intestinal hasara etkisi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 1997) Gündoğan, Ahmet Hamdi; Dilsiz, Alaeddin
    Gastroşiziste nitrik oksit sentaz (NOS) aktivitesinin artmış olduğu gösterilmiş ve intestinal hasardan sorumlu olabileceği iddia edilmiştir. Bu çalışmada, tavuk embriyosu gastroşizis modelinde, NOS inhibisyonunun intestinal hasara etkisinin morfolojik olarak incelenmesi amaçlandı. NOS inhibitörü olarak deksametazon ve L-NAME kullanıldı. Standart şartlarda inkübe edilmiş, 16 günlük döllenmiş tavuk yumurtalarından, herbirinde 30 yumurta bulunan toplam 9 çalışma grubu oluşturuldu ve 3 kategoriye ayrıldı. Normal (N) gruba hiç bir işlem yapılmadı. Şem (Ş) grubunda, amniotik ve allantoik membranlar açılarak, insandaki amniotik kaviteye benzetildi. Gastroşizis (G) grubunda, kann duvarında bir defekt oluşturularak barsak ansları karın dışına çıkarıldı. Deksametazon (D) ve L-NAME (L) gruplarında, şem işleminden hemen sonra, D grubuna 0.2 ug/g/gün deksametazon, L grubuna 10 ug/g/gün L-NAME başlandı ve dört gün boyunca devam edildi. Deksametazon + gastroşizis (DG) ve L-NAME + gastroşizis (LG) gruplarında, gastroşizis oluşturulduktan hemen sonra, D ve L gruplarındaki doz ve sürede deksametazon ve L-NAME uygulandı. Gastroşizis + deksametazon (GD) ve gastroşizis + L-NAME (GL) gruplarında ise gastroşizis oluşturulduktan 2 gün sonra, aynı dozlarda deksametazon ve L-NAME başlandı ve son iki gün boyunca devam edildi. N, Ş, D, L ve G gruplarından oluşan model kategorisinde, şem işleminin, gastroşizisin ve uygulanan ilaçların mortaliteye ve embriyonik gelişim düzeyine etkileri araştırıldı. D, G, DG ve GD gruplarından oluşan ikinci kategoride deksametazonun; L, G, LG ve GL gruplarından oluşan üçüncü kategoride ise L-NAME nin gastroşizisteki intestinal hasara etkileri araştırıldı. Yirminci günün sonunda yumurtalar yeniden açılarak, grupların sağkalım oranlan ve canlı embriyoların gelişim düzeyleri hesaplandı; barsaklardaki morfolojik değişiklikler makroskopik ve mikroskopik olarak değerlendirildi. Sağkalım oranlan N grubunda %100, şem işlemi yapılmış gruplarda %56.6 - %60.0, gastroşizis yapılmış gruplarda %36.6 - %43.3 bulundu. G, GD ve GL gruplannda daha fazla olmak üzere, cerrahi işlem yapılmış tüm gruplarda gelişme geriliği saptandı. Barsaklann makroskopik görünümü şem işlemi yapılmış gruplarda normal bulunurken, G, GD ve GL gruplarında barsaklarda kısalma, kalınlaşma ve anslar arasında yoğun fibrinöz yapışıklıklar saptandı. DG ve LG gruplarında ise hafif derecede kalınlaşma dışında 32değişiklik saptanmadı. Mifcroskopik incelemelerde, DG ve LG gruplarında, G grubu îte karşılaştırıldığında, serozada daha belirgin olmak üzere, barsak duvar kalınlığında anlamlı bîr azalma ve normal etelerlere, yaklaşma okluğu bulundu, ?îJ3 ve GL gruplarında ise serozal kalınlığın ve barsak duvar kalınlığının, G grubundan farklı olmadığı saplandı. Sonuç olarak denilebilir ki, intestinal hasar oluşmadan önce uygulanan deksametazon ve L-NAME ile NOS enziminin inhibe edilmesi, gastroşizisteki morfolojik değişikliklerin oluşmasını engeller, ancak intestinal hasar oluştuktan sonra geri döndürmez.
  • Öğe
    Deneysel testis torsiyonunda iskemi-reperfüzyon hasarına allopurinol ve melatoninin etkileri
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 1998) Dağdödüren, Lütfi; Abasıyanık, Adnan
    Testis torsiyonunda, torsiyonunun süresi ve torsiyonun derecesine bağlı olarak testiste nekroza kadar varan histopatolojik değişiklikler olmaktadır. Kan akımının detorsiyonla yeniden artışı reperfüzyon olarak bilinir ve reperfüzyonda dokuda hasara neden olan oksijen radikalleri ve lipid peroksidasyonu artar. Beraberinde serum ve dokudaki biyokimyasal enzimlerde de artışlar olmaktadır. Birçok enzim ve ilaçlarla bu hasardan korunmak mümkündür. Bu amaçla birçok antioksidan ajan kullanılmıştır. Bizde çalışmamızda testisde oluşan iskemi-reperfüzyon hasarını azaltmak için etkinliği birçok çalışmada kanıtlanmış allopurinol ile daha önce bu amaçla hiç kullanılmamış melatonin! kullanmayı amaçladık. İskemi-reperfüzyon hasarını belirlemek için iskemik testis dokusunda oluşan laktik asit ve lipid peroksit (MDA) ölçümü ile, serumdaki enzimatik değişikliklerin tayini için SGOT,SGPT,CPK ve LDH seviyelerini ve yine testis dokusunda oluşmuş histopatolojik değişiklikleri ortaya koymaya çalıştık. Çalışmamızda 60 adet prepubertal erkek Wistar albino sıçan kullanarak 5 grup oluşturuldu. Kontrol grubunda (n=8) serum ve testis dokusundaki biyokimyasal değerleri, histopatolojik verileri standart olarak kabul edildi. îskemi grubunda (n=10) 6 saatlik 720° sol testis torsiyonu sonucu elde edilen değerlerde bariz iskemi oluştuğunu ve değerlerin istatistiksel olarak anlamlı derece de yükseldiği görüldü. Cosentino ve ark.nın histopatolojik sınıflandırmasına göre çoğunluğunda grade III ile uyumlu sonuçlar elde edildi. Reperfüzyon grubunda(n=12), iskemik hasarın daha da arttığı hem biyokiyasal hem de histopatolojik olarak gönüldü. Allopurinol grubunda (n=13) hem serum biyokimyasal değerleri hem de doku laktat ve MDA değerlerini iskemi ve reperfüzyon gruplarına göre kısmen düzeldiği, ancak bu düzelmenin melatonin grubundaki kadar etkili olmadığı görüldü. Melatonin grubunda (n=17) 6 saatlik iskemi sonrası verilen melatonin ile beraber 6 saatlik reperfüzyonun iskemi-reperfüzyon hasarını anlamlı derecede önlediği belirlendi. Bu her iki grupta histopatolojik değişikliklerin reperfüzyon grubundan daha az olduğu tespit edildi. Bu çalışmanın sonucunda, iskemi-reperfüzyon hasarını gösteren hem serum hem de iskemik dokudaki biyokimyasal değerlerde histopatolojik bulgular melatoninin.34.allopürinolden daha etkili olduğunu göstermiştir. Melatoninin allopurinolden daha etkili olması; daha güçlü bir antioksidan olmasına ve spermatogenezisin çeşitli aşamalarındaki olumlu etkisine bağlanmıştır. Buda testiküler iskemireperfüzyon hasarında melatoninin kullanabilirliğini ortaya koymaktadır..
  • Öğe
    Böbrek travmalı hastaların takip ve tedavi sonuçlarının değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2017) Çoşkun, Nurcan; Abasıyanık, Adnan
    Künt karın travması nedeniyle böbrek yaralanması olan olgularda uygulanan operatif ve nonoperatif tedavilerin etkinliğini birbirleri ile karşılaştırarak ortaya koymaktır. Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda, Ocak 2005 ile Aralık 2015 tarihleri arasında künt karın travması nedeniyle Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesine başvuran, yapılan tetkiklerde böbrek yaralanması tespit edilen ve çocuk cerrahisi kliniğine yatırılıp takip ve tedavi edilen 41 olgu retrospektif olarak incelendi. Hastaların yaş ve cinsiyet gibi demografik özelliklerinin yanısıra, travma mekanizması, abdominal tomografi ile böbreklerdeki yaralanma derecesi ve ek organ yaralanmalarının olup olmadığı, hematürinin varlığı, kan transfüzyonu miktarı, hastanede kalış süresi ile birlikte operatif ve nonoperatif olarak tedavi edilen hastaların dağılımı tespit edildi. Olgular yaralanma derecesine göre hafif, orta ve ciddi olmak üzere 3 gruba ayrıldı. Grup 1; grade 1+2, grup 2; grade 3, grup 3; grade 4+5 olgulardan oluşuyordu. Ayrıca geç dönemde yapılan kontrol sintigrafisi ile böbrek fonksiyonları belirlenerek, operatif ve nonoperatif tedavinin erken ve geç dönemdeki etkinliği ve yüksek gradeli yaralanmalarda operatif ve nonoperatif tedavinin uygulanma kriterleri değerlendirildi. Bulgular: Olguların 18'i kız (% 43,9), 23'ü erkekti (% 56,1). Hastaların ortalama yaşı 10 (1-17) idi. En sık travma nedeni trafik kazası (% 65,9) olup, olguların 16'sında (% 39) izole böbrek yaralanması varken, 25 olguda (% 61) multipl organ yaralanması mevcuttu. Olguların 8'inde grade 1, 4'ünde grade 2, 12'sinde grade 3 renal travma tespit edildi. Geriye kalan 16 olguda (12'si evre 4, 4'ü evre 5) ise ciddi renal travma belirlendi. Ciddi renal travmalı olgulardan 4'üne (% 25) cerrahi girişim uygulandı ( 1'ine JJ stent yerleştirilmesi, 2'sine renorafi, 1'ine pyeloplasti). Geriye kalan 12 olgu ise nonoperatif olarak tedavi edildi. Bu olgulardan ulaşılabilen 10 tanesine geç dönemde (ortalama 40 ay) yapılan MAG3 sintigrafisinde 3'ünün (% 30) yaralanan böbrekleri nonfonksiyone idi (diferansiyel fonksiyonu % 0). Cerrahi girişim uygulanan 4 olgunun diferansiyel fonksiyonları ise % 31,16 ± 10,8 (% 25-% 40 arası) idi. Sonuç: Stabil hastalarda nonoperatif tedavi en iyi yaklaşımdır. Anjiografi ve selektif embolizasyon ilk basamak tedavilerdir. Üriner ekstravazasyon endoürolojik veya perkütan teknikler ile tedavi edilmektedir. Ancak ciddi renal travmalı, nonoperatif olarak tedavi edilen olgularda geç dönemde azımsanmayacak düzeyde atrofik veya nonfonksiyone böbreklerin oluşabileceği unutulmamalıdır. Kanaması durdurulamayan, hemodinamik dengesi bozulan ve/veya parçalanmış böbreğe sahip olan hastalarda operatif tedavinin yararlı olacağını düşünüyoruz. Komplikasyonlar nadirdir, ancak yine de böbrek fonksiyon testleri ve tansiyon ölçümleri ile hastalar takip edilmelidir. Erken ve geç dönem renal fonksiyonlar arasında belirgin bir fark olmaması, erken dönemde uzun dönemdeki renal fonksiyonların öngörülebileceğini göstermiştir. Sonuç olarak, bu zor olgular için bir algoritma ya da standart bir tedavi yolu yoktur. İyi bir sonuç elde edilebilmesi için yaklaşım olabildiğince bireyselleştirilmelidir. Anahtar Kelimeler: Renal travma, operatif tedavi, nonoperatif tedavi, diferansiyel fonksiyon.
  • Öğe
    Deneysel nekrotizan enterekolit modelinde selektif ve nonselektif nitrik oksit sentaz enzim inhibitörlerinin intestinal hasara etkisi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2002) Çiftci, İlhan; Dilsiz, Alaeddin
    NO'nun NEK etyopatogenezinden sorumlu olabileceği daha önce yapılan çalışmalarda gösterilmiştir. Bu çalışmada NEK modeli üzerinde selektif ve nonselektif İNOS inhibitörlerinin etkisi araştırılmıştır. AG selektif, LNAME ise nonselektif iNOS inhibitörü olarak kullanıldı. Deneysel NEK oluşturmak için yenidoğan ratlar formül mama karışımı ile beslendi. Termdeki ratlara 1 Ü. Pitocin infilrasyonu yapılarak doğum sağlandı. Doğan ratlar 5 gruba ayrıldı. 1. grup Kontrol, olarak belirlendi anne ratın yanında bırakılarak anne sütü ile beslenmeleri sağlandı. 2. grup (NEK grubu), hiç anne sütü almadan anne ratın yanından alınarak formül mama karışımı ile beslendi. 3. grup (NEK Şem grubu), yine anne ratın yanından alınarak formül mama karışımı ile beslendi ek olarak o.l mi %0,9 NaCl verildi. 4. grup (Aminoguanidine grubu), yine formül mama karışımı ile beslendi ek olarak 0,1 mi %0,9 NaCl içinde 10 mg/kg/gün Aminoguanidine HC1 verildi. 5. grup (LNAME grubu), anne ratı yanından alınan yenidoğan ratlara formül mamaya ek olarak 0,1 mi %0,9 NaCl içinde l0mg/kg/gün LNAME verildi. Denekler 4. gün öldürülerek ileoçekal valvin 1 cm proksimalinden 2 cm lik kısım morfolojik inceleme için, geri kalan yaklaşık 10 cm lik kısım Nitrit+Nitrat ölçümü için cam tüplere alındı. Değerlendirme kriterleri olarak ağırlık değişimi, sağ kalım oranlan, makroskopi, morfolojik inceleme, Nitrit+Nitrat değerleri incelendi. Ağırlık değişimi açısından Kontrol grubu ile diğerleri arasında anlamlı fark mevcut iken NEK, NEK Şem, Aminoguanidine, LNAME grupları arasında fark yoktu. Sağ kalım oranları LNAME grubunda mortal ite fazla, NEK, NEK Şem, Aminoguanidine, Kontrol grupları arasında fark bulunamadı. Makroskopik incelemede Kontrol grubunda tüm barsaklar normaldi, NEK, NEK Şem'de 4, Aminoguanidine grubunda 2, LNAME grubunda 5 ratın barsaklarında mavi-siyah renk değişimi ve nekroz görüldü. Mikroskopik incelemede NEK, NEK Şem ve LNAME grublarında Kontrol grubuna göre şiddetli hasar fazla görülürken, Aminoguanidine tedavisi hasarı azaltmıştır. NO üretimi (Nitrit+Nitrat seviyesi) NEK ve NEK Şem gruplarında kontrollere göre anlamlı olarak yüksek bulundu. Aminoguanidine ve LNAME gruplarında ise NO üretiminin azaldığı saptandı. Sonuç olarak Aminoguanidine NEK modelinde İNOS indüksiyonunu azaltarak intestinal hasarı azaltmıştır. LNAME İNOS ve cNOS inhibisyonu ile NO üretimini azaltmış, ancak lokal intestinal hasarda bir değişiklik göstermemiş, mortaliteyi ise artırmıştır. Buna göre İNOS indüksiyonu NEK'li barsakta hasarı artırırken, cNOS barsaklar için koruyucu ve normal fizyolojiden sorumlu NO üretimini sağlamaktadır.
  • Öğe
    Vezikoüreteral reflü nefropatisine n-asetilsistein ve selenyumun etkisinin araştırılması: Deneysel çalışma
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2018) Canbaz, Furkan Adem; Yurtçu, Müslim
    Çalışmamızı vezikoüreteral reflü (VUR) oluşturulan tavşanlarda steril idrar ve enfekte idrar varlığında gelişen nefropatiyi değerlendirerek; VUR nefropatisine N-Asetilsistein (NAC) ile selenyumun (Se) etkisinin araştırılması amacıyla planladık. Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda grup 1 (Kontrol), grup 2 (VUR+Steril idrar), grup 3 (VUR+Steril idrar+NAC), grup 4 (VUR+Steril idrar+Se), grup 5 (VUR+Enfekte idrar), grup 6 (VUR+Enfekte idrar+NAC) ve grup 7 (VUR+Enfekte idrar+Se) olmak üzere 7 grup kullanıldı. Tüm gruplara çalışmanın başında ve sonunda (21 gün sonra) 99mTc dimerkaptosuksinik asit (DMSA) statik böbrek sintigrafisi, sistogram ve idrar kültürü yapıldı. Kontrol grubundaki tavşanlara bilateral nefrektomi yapıldı. Diğer gruplarda cerrahi olarak sol VUR oluşturuldu. Steril idrar gruplarında enfeksiyon gelişmemesi için 21 gün süreyle seftriakson enjeksiyonu yapıldı. Enfekte idrar gruplarında cerrahi esnasında mesaneye E.Coli ekildi. NAC ve Se enjeksiyonları 21 gün boyunca günlük intraperitoneal uygulandı. Kontrol grubu dışındaki grupların tamamında VUR oluşturulduktan sonraki 15. günde sistogram çekilip idrar kültürü yapıldı. Bilateral nefrektomi yapılarak tüm böbrek dokularında malondialdehit (MDA), inflamasyon ve skatrizasyon değerlendirildi. Bulgular: Sintigrafik değerlendirmede grup 3 ile grup 4'ün sol böbrek deney sonu renal apteyk değerlerinde bazal değerlere göre anlamlı azalma izlendi (sırasıyla P=0,046 ve P=0,046). Gruplar arasında deney sonu sol böbrek renal apteyk değerleri arasında anlamlı bir fark bulunamadı (P=0,354). Yalnızca grup 2'de sol taraf MDA düzeylerinin (16,9±2,1 nmol/g) sağ tarafa kıyasla (12,4±3,2 nmol/g) anlamlı olarak yüksek olduğu görüldü (P=0,026). Gruplar arasında hem sol taraf (P=0,002), hem de sağ taraf MDA düzeyleri (P=0,003) açısından anlamlı farklılık izlendi. Grup 5, grup 2 ile kıyaslandığında sol böbrek MDA düzeyleri anlamlı şekilde yüksekti (P=0,023). Histopatolojik incelemede sol böbrek inflamatuvar yanıt skorları (IYS) açısından kontrol grubuna kıyasla diğer grupların hepsinde IYS'larının anlamlı şekilde fazla olduğu görüldü (P<0,001). Sol böbrek IYS'ları grup 5'te grup 2'den (P<0,001) anlamlı olarak yüksekti. Sol böbrek skatrizasyon yanıt skorları (SYS) açısından kontrol grubuna kıyasla diğer grupların hepsinde SYS'ları anlamlı şekilde fazla idi (P<0,001). Sol böbrek SYS'ları grup 5'te; grup 2 (P=0,026), grup 6 (P<0,001) ve grup 7'den (P=0,006) anlamlı olarak yüksekti.vi Sonuç: VUR'un enfeksiyon olmaksızın da sintigrafik olarak böbrek fonksiyonlarında düşüşe sebep olduğu görüldü. VUR nefropatisinde MDA düzeyi yalnızca enfeksyon varlığında artmaktadır. VUR nefropatisinde steril idrar varlığında histopatolojik olarak fibrozis gelişmektedir. Skatrizasyon yanıt skorları açısından değerlendirildiğinde N-asetilsistein ve selenyumun VUR nefropatisinde skar oluşumunu önleyici etkilerinin olduğu görüldü
  • Öğe
    Özofagus atrezili olgularla ilgili 17 yıllık deneyim (1991 - 2007)
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2009) Bilirim, Aytekin; Yurtçu, Müslim
    Bu çalışmanın amacı kliniğimizde bakım ve tedavisi yapılan özofagus atrezili yenidoğanlardaki sorunları ve gelişmeleri ortaya koymaktır.Gereç ve yöntem: Çalışmada kliniğimizde son 17 yılda tedavisi yapılan özofagus atrezili 118 olgu geriye dönük olarak irdelendi. Olgular başvuru yıllarına göre Grup I (1991-1998) ve Grup II (1999-2007) olmak üzere iki ana gruba ayrıldı. Tüm hastalar prenatal öykü, doğum şekli ve zamanı, başvuru zamanı, tanı yöntemleri, ameliyata alınma zamanı, cerrahi teknikler, ek anomali, komplikasyonlar ve mortalite oranları açısından değerlendirildi.Bulgular: Olguların ortalama başvuru ağırlığı 1960±5.35 gram idi. Doğumların %75'i hastane ve %25'i evde gerçekleştirildi. Bebeklerin %85'i miyadında ve %15'i erken doğum idi. Bebeklerin %55'inde prenatal polihidroamnioz hikayesi saptandı. Vakaların hastaneye gelme zamanları ortalama 5.9±1.42 gündü. Kliniğimize başvurduğunda olguların tamamına yakını ön tanılı idi. Ek anomali %39 oranında saptandı. Grup I'deki olgular acil, Grup II' deki olgular ise hasta stabilize edildikten sonra elektif şartlarda ameliyata alındı. Cerrahi teknik olarak olguların çoğuna primer onarım ve uc uca anastomoz yapıldı. En sık rastlanan ameliyat sırası komplikasyon plevranın iyatrojenik açılması idi. En sık rastlanan ameliyat sonrası erken dönem komplikasyonlar atelektazi ve pnömoni; geç dönem komplikasyon ise GÖR idi. Olguların ortalama %56'sı kaybedilirken, bu oran Grup I'de %76, Grup II'de %45 olarak tespit edildi. En sık ölüm nedeni solunum yetersizliği, pnömoni ve anastomoz kaçağı idi.Sonuç: Kliniğimizde geriye dönük olarak yapılan bu çalışma, çocuklarda en sık rastlanan anomalilerden biri olan özofagus atrezisinde; düzeltilmiş yoğun bakım koşulları ve artmış cerrahi deneyimin, preoperatif ve postoperatif komplikasyonları ve mortaliteyi gittikçe azalttığını ortaya koymaktadır.Anahtar kelimeler: Özofagus atrezisi, mortalite, komplikasyon.
  • Öğe
    Deneysel vezikoüreteral reflüde melatoninin reflü nefropatisi üzerine etkisi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2007) Biçer, Şenol; Abasıyanık, Adnan
    Vezikoüreteral reflüde (VUR) serbest oksijen radikallerinin reflü nefropatisininoluşumunda etkili olduğu belirlenmiştir. Çalışmamızın amacı, en güçlü serbest oksijenradikali temizleyicisi olan melatoninin reflü nefropatisini önlemede etkin olup olmadığınıbelirlemektir.Gereç ve Yöntem: Ortalama ağırlıkları 3000 gr olan tavşanlar 5 gruba ayrıldı. Kontrol vesadece melatonin verilen gruplar dışında; VUR, VUR+melatonin ve VUR+sham tedavigruplarında sol tarafta VUR oluşturuldu. Melatonin uygulanan gruplarda melatonin 15 günsüreyle 20 mg/kg dozunda verildi. Ardından bilateral nefrektomi uygulandı. Reflünefropatisini değerlendirmek amacıyla sintigrafik inceleme yapıldı, böbrek dokusundamalondialdehit (MDA) düzeylerine bakıldı ve histopatolojik inceleme yapılarak sağ-sol ve solböbrekler karşılaştırıldı.Bulgular: Sintigrafik incelemede, sağ-sol ve sol böbreklerin karşılaştırılmasında anlamlı birfark bulunmadı (P>0.05). MDA seviyeleri açısından sağ-sol böbrekler karşılaştırıldığındaVUR+melatonin grubunda sol böbreklerin MDA seviyeleri daha düşüktü (P<0.05). Solböbrekler açısından VUR+melatonin grubu; kontrol, VUR ve VUR+sham tedavi grupları ilekarşılaştırıldığında MDA seviyelerinin VUR+melatonin grubunda bu gruplara göre anlamlıbir şekilde düşük olduğu belirlendi (P<0.05). Histopatolojik incelemede ise; sağ-sol böbreklerkarşılaştırıldığında VUR+melatonin grubunda anlamlı bir fark bulunmadı (P>0.05). Solböbrekler açısından kontrol grubu, VUR grubu ile karşılaştırıldığında MNL infiltrasyonu vefibröz skar oluşumunda anlamlı fark varken (P<0.05), VUR+melatonin grubu ilekarşılaştırıldığında sadece MNL infiltrasyonu açısından anlamlı bir fark olduğu (P<0.05),fibröz skar açısından ise anlamlı bir fark olmadığı tespit edildi (P>0.05).59Sonuç: Deneysel VUR modelinde böbreklerde MDA düzeyleri yükselmekte ve erkendönemde MNL infiltrasyonu, fibröz skar ve konjesyonla karakterize histopatolojikdeğişiklikler olmaktadır. Melatonin, lipit peroksidasyonunu önleyerek MDA seviyelerinidüşürmekte ve fibröz skar oluşumunu engellemektedir. Ancak MNL infiltrasyonuna etkietmemektedir. Sonuç olarak melatoninin, VUR sonucu oluşan reflü nefropatisini önlemedeetkili olduğunu söyleyebiliriz.Anahtar kelimeler: skemi-reperfüzyon, vezikoüreteral reflü, melatonin.
  • Öğe
    Deneysel nekrotizan enterokolit modelinde oral yoldan verilen immünglobülin a nın etkisi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2007) Aydoğdu, Bahattin; Günel, Engin
    Deneysel olarak oluşturulan NEK modelinde, oral yoldan verilen IgA' nın rat barsağını koruyucu etkilerinin araştırılması Gereç ve Yöntem: 40 yenidoğan rat 10'arlı gruplar halinde 4 gruba ayrıldı. Kontrol (K) grubu anne yanında bırakılırken, NEK (N), sham (S) ve tedavi (T) grubu anne sütü almadan, annesinden ayrı olarak 36 0C'de ve % 60'lık nemde beslenme ve bakım sağlanmak üzere özel inkübatöre yerleştirildi. K grubundaki ratlar emerek anne sütü ile beslendi. N grubundaki denekler doğar doğmaz, hiç anne sütü almadan annelerinin yanından ayrılarak formula mama ile beslendi. T grubundaki ratlara hiç anne sütü almadan formula mamaya ilaveten 600 mg/kg/gün 6 doz halinde saf oral IgA verildi. S grubundaki deneklere hiç anne sütü almadan mamaya ilaveten 0.1ml /kg/gün immünglobülin çözücüsü olan distile su verildi. Tüm gruplardaki ratlar 4.gün tartılarak, sakrifiye edildi. Laparatomi sonrası ileoçekal valvin 1 cm proksimalinden 2 cm'lik barsak segmenti histopatolojik inceleme için, geri kalan 10 cm'lik segment biyokimyasal inceleme için çıkartıldı. H&E boyama ile histopatolojik, ARC Ab?1 apopitozis kiti kullanılarak immunohistokimyasal, doku MPO, TNF-?, ve IL?6 değerlerine bakılarak biyokimyasal değerlendirme yapıldı. Bulgular: N ve S gruplarında mortalite oranı T ve K gruplarına göre anlamlı olarak yüksek bulundu (P<0.05). K grubunda anlamlı ağırlık artış olduğu tespit edilirken, diğer gruplarda ağırlık azalması tespit edildi (P<0.05). Histopatolojik değerlendirme ve apopitozis dağılımına bakıldığında, T grubunun, N ve S grubundan anlamlı azalma olduğu görüldü (P<0.05). Doku IL?6, TNF-? ve MPO seviyeleri incelendiğinde, T grubu değerlerinin S ve N gruplarının değerlerinden anlamlı olarak düşük olduğu (P<0.05), ayrıca T ile K grubu değerlerin arasında anlamlı fark olmadığı tespit edildi( P>0.05). Sonuç: Oral yolla verilen saf Ig A'nın deneysel NEK modelinde, intestinal hasarı azalttığı ve NEK'ı önlediği gösterildi. Anahtar Kelimeler: Nekrotizan Enterokolit, tedavi, immünglobülin A, yenidoğan.