Tez Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 174
  • Öğe
    Yenidoğan bölümünden çocuk kardiyolojisine konsülte edilen hastaların değerlendirilmesi
    (2023) Akgül, Ayşe Hümeyra; Baysal, Tamer
    Yenidoğan döneminde kardiyovasküler hastalıkların erken tanı ve tedavisi hayati öneme sahiptir. Bu çalışmada hastaların kardiyak değerlendirmelerinin geriye dönük olarak incelenmesi; konsültasyon endikasyonlarının ve sonucu etkileyebilecek olası parametrelerle birlikte konsültasyon sonuçlarının incelenmesi, saptanan kardiyak hastalıkların sınıflandırılması, benzer çalışmalarla kıyaslanması, eksiklik veya farklılıkların göz önüne serilerek yeni çalışmalara ışık tutması amaçlanmıştır. Bu çalışma, Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde Haziran 2016-Eylül 2021 tarihleri arasında yenidoğan bölümünden çocuk kardiyolojisine konsülte edilen hastaların (n=804) değerlendirildiği retrospektif bir çalışmadır. Veriler sistem kayıtlarından elde edilmiştir. Konsültasyon sonucunda hasta grupları oluşturulurken öncelikli olarak ekokardiyografik değerlendirme göz önüne alınmış, konjenital kalp hastalıkları (KKH) ve normal değerlendirme şeklinde iki bağımsız grup elde edilmiştir. Verilerin istatistiksel analizinde IBM SPSS Statistics 27.0 programı kullanılmış, p<0,05 olduğunda farkın istatistiksel olarak anlamlı olduğu kabul edilmiştir. Çalışmamızda konsültasyon sonucunda hastaların %52,1'i (n=419) KKH olarak değerlendirilmiştir. Ayrıca konsültasyon esnasında hastaların %5,1'inde (n=41) aritmi (15'inde aynı zamanda KKH olduğu) ve %0,2'sinde (n=2) miyokardit tespit edilmiştir. Tüm hastaların %46,3'ünün (n=372) kız, %53,7'sinin (n=432) erkek olduğu; %89,6'sının (n=720) tekil, %10,4'ünün ise (n=84) çoğul gebelikten doğduğu tespit edilmiştir. Erkek bebeklerin 5. dk APGAR değeri ve doğum ağırlığı kız bebeklerden istatistiksel olarak anlamlı yüksek (p<0,05) bulunmuştur. Çoğul gebelikten doğan bebeklerin gebelik yaşı ve doğum ağırlığı tekil gebelikten doğan bebeklerden istatistiksel olarak anlamlı düşük (p<0,05) bulunmuştur. Hastaların %18,9'unun (n=152) normal spontan vajinal yolla, %81,1'inin (n=652) sezaryenle doğduğu tespit edilmiştir. KKH tespit edilen hastaların gebelik haftası, doğum ağırlığı, doğum boyu ve doğum baş çevresi ekokardiyografik değerlendirmesi normal olan hastalardan istatistiksel olarak anlamlı düşük bulunmuştur (p<0,05). Annelerin %19,3'ünde (n=155) endokrinolojik hastalık; bu grupta da en sık diyabet ve tiroid hastalıkları olduğu tespit edilmiştir ve en sık kullanılan ilaç (%7,7) levotiroksindir. Sigara-madde kullanımı olan anne bebeklerinde %75,7 oranında (n=25) kardiyak ve/veya non-kardiyak anomali tespit edilmiştir. Çalışmaya dahil edilen hastaların %26,9'unun (n=216) anne-babası arasında akrabalık olduğu; ailede 30 yaş altında kardiyak hastalık öyküsü olan hastaların %52,6'sında (n=20) KKH tespit edilmiştir. En sık konsültasyon nedeni %22,1 (n=186) oranında üfürümdür. KKH tespit edilen ve normal hastalar arasında konsültasyon esnasındaki nabız ve SpO2 değerleri açısından istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur (p<0,05). En sık kardiyak fizik muayene bulgusu %52,8 oranında (n=424) üfürümdür. Ekokardiyografik değerlendirmede en sık ventriküler septal defekt (%24) tespit edilmiştir. Hastaların %4,5'inde (n=36) majör kardiyak bozukluk olup en sık Fallot tetralojisi tespit edilmiştir. Hastaların %23,7'sinde (n=191) ekstrakardiyak anomali olduğu tespit edilmiş olup en sık tanı konan down sendromu (%9,4, n=77) olmuştur. Konsültasyon sonucuna göre hastaların %14,2'sine (n=114) medikal ve/veya cerrahi tedavi önerilmiştir. Çalışma esnasında yapılan taramada hastaların %10,9'unun (n=88) exitus olduğu ve bunların %8'inin (n=7) izole kardiyak nedenli exitus olduğu tespit edilmiştir. Anahtar Kelimeler: yenidoğan, kardiyoloji, konsültasyon, konjenital kalp hastalığı, aritmi, miyokardit
  • Öğe
    Ailevi Akdeniz Ateşi tanılı çocuklarda bağırsak geçirgenliğinin araştırılması
    (2023) Kalay, Hüsna; Kılıç, Ahmet Osman
    Ailesel Akdeniz ateşi (AAA); tekrarlayan ateş, karın ağrısı, artralji, erizipel benzeri cilt döküntüleri, peritonit, plörit gibi klinik bulgular ile kendini gösteren ailesel otoinflamatuar sendromların bir parçasıdır. Atakların sıklığı 1 hafta ile 1 yıl arasında değişmektedir. Ataklar 12 ile 96 saat arasında sürmektedir. AAA hastalığında MEFV geninde mutasyonlar saptanmıştır. Otozomal resesif (OR) geçişli bir hastalıktır. Son dönemde yapılan çalışmalar bağırsak geçirgenliğindeki artış ile kronik ve otoinflamatuar hastalıklar arasında ilişki olduğunu göstermiştir. Serum zonulin ve claudin-3 bağırsak yapısındaki sıkı bağlantılarda görev alan ve bağırsak geçirgenliğini göstermede kullanılan iki önemli belirteçtir. Araştırmamızın çalışma grubuna AAA tanılı çocuklar, kontrol grubuna ise rutin muayene için başvuran sağlıklı çocuklar dahil edildi. İki grup arasında serum zonulin ve claudin-3 seviyeleri karşılaştırıldı. AAA tanılı çocukların yaş, cinsiyet, tanı yaşı, antropometrik ölçümler, atak şekilleri, genetik mutasyonlar kan ve idrar parametreleri ile serum zonulin ve claudin3 seviyeleri arasındaki ilişki belirtildi. Yapılan bu araştırma için Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Etik Kurul Komisyonundan 15.04.2022 tarih ve 2022/3757 sayılı karar ile onay alındı. Çalışmamız Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Nefroloji Hastalıkları polikliniğinde AAA tanısı ile takipli 43 çocuk ve Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı Hastalıkları polikliniğine rutin muayene için başvuran 53 sağlıklı çocuk ile oluşturuldu. Araştırmamızda çocukların bağırsak geçirgenliğini değerlendirmek amacıyla serum zonulin ve claudin-3 seviyelerini belirlemek için venöz kan örneği alındı. ELISA yöntemi ile alınan kan örnekleri çalışıldı. Çalışma grubunun %69,8'i (n=30) kız, %30,2'si (n=13) erkekti. Çalışmaya dâhil edilen 43 AAA tanılı çocuğun yaş ortancası 133 (95,0-158,0) ay, kontrol grubundaki 53 çocuğun yaş ortancası 104,00 (68,5-153,5) ay olarak tespit edildi. Çalışma ve kontrol grubunun yaş, boy, vücut ağırlığı, beden kitle indeksi değerleri arasında anlamlı fark saptanmadı. Çalışma grubunun zonulin değeri ortancası kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı derecede daha yüksekti (p=0,004). Serum claudin-3 değeri açısından çalışma ve kontrol grubu arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p=0,751). Literatürde daha önce AAA tanılı çocuklarda serum zonulin ve claudin-3 seviyeleri ile ilgili bir çalışmaya rastlanmamıştır. Bulgularımız AAA tanılı çocuklarda hastalığın etiyo-patogenezinde bağırsak geçirgenliğininin rolünü göstermede serum zonulin seviyesinin değerli bir parametre olabileceğini düşündürmüştür. Bulgularımız AAA tanılı çocuklarda bağırsak geçirgenliğinin göstermede ilk çalışma olması nedeniyle ileride yapılacak olan çalışmalara ilham verir niteliktedir. Çalışmamız daha geniş kapsamlı çalışmalarla beraber literatüre katkı sağlayacaktır.
  • Öğe
    Kistik fibrozisli çocuk hastalarda bağırsak geçirgenliğinin araştırılması
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2023) Özbülüç, Havva Parlatan; Kılıç, Ahmet Osman
    Kistik fibrozis (KF) otozomal resesif geçiş gösterir. KF’de salgı hücreleri, sinüsler, akciğer, karaciğer, pankreas ve üreme organlarının epitel membranlarında klor kanalı olarak görev yapan; KF transmembran regulatuar (KFTR) proteini mutasyona uğrar. Bu mutasyon KFTR proteininde yapısal veya fonksiyonel bozukluğa neden olur. KF mukus kıvamında koyulaşma ve duktuslarda obstrüksiyona neden olan progresif seyirli kronik bir hastalıktır. Çalışmalar bağırsak bariyerindeki bozulmanın birçok hastalığın etiyopatogenezinde önemli bir risk faktörü olabileceğini göstermektedir. Serum zonulin ve claudin-3 epitel hücreleri arası sıkı bağlantıları düzenleyen proteinlerdendir. Çalışmamıza KF ile takipli hastalar ile kontrol grubu olarak sağlıklı çocuklar dahil edildi. İki grup arasında serum zonulin ve claudin-3 düzeyleri karşılaştırıldı. KF hastalarının antropometrik ölçümleri, cinsiyet, tanı yaşı, hastalık şiddeti ve tanıda kullanılan kan parametreleri, solunum fonksiyon testleri (SFT), genetik mutasyonlar, fekal elastaz ve ter testi sonuçları ile serum zonulin ve claudin-3 düzeyleri arasındaki ilişki gösterildi. Çalışma için Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Etik Kurul Komisyonundan 05.04.2022 tarih ve 2022/3758 sayılı karar ile onay alındı. Çalışmamız Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Göğüs Hastalıkları polikliniğinde KF tanısı ile takipli 44 hasta ve Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı Hastalıkları polikliniğine rutin kontrol amaçlı başvuran 54 sağlıklı kontrol grubu çalışmaya dahil edilme kriterlerine uyan ve çalışmaya katılmayı kabul eden ailelerin çocukları ile oluşturuldu. Çalışmamızda hastaların bağırsak geçirgenliğini değerlendirmek için serum zonulin ve claudin-3 seviyelerini ölçmek amacıyla çocuklardan venöz kan örneği alındı. Serum örneklerini çalışmak için ELISA yöntemi kullanıldı. Yapılan bu araştırmaya toplam 98 katılımcı dâhil edildi. Çalışma grubunun %43,2’si (n=19) kız, %56,8’i (n=25) erkekti. Çalışmaya dâhil edilen 44 KF hastasının yaş ortancası 108,50 ay, kontrol grubundaki 54 hastanın yaş ortancası 92,50 ay olarak tespit edildi. Çalışma ve kontrol grubununun yaşları, boy, kilo, vücut kitle indeksi arasında anlamlı fark saptanmadı. Çalışma grubunda claudin-3 değeri ortancası kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı derecede daha yüksekti (p=0,009). Serum zonulin değeri açısından ise gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark tespit edilmedi (p=0,149). Serum zonulin düzeyinin ortancası çalışmaya dahil edilen tüm katılımcılar arasında kızlarda erkeklere göre anlamlı yüksekti (p=0,043). KF tanılı çocuk hastalarda serum zonulin ve claudin-3 seviyeleri literatürde daha önce çalışılmamıştır. Bulgularımız KF hastalarında bağırsak geçirgenliğininin hastalık etyopatogenezindeki rolü için claudin-3 proteininin önemli bir parametre olabileceğini düşündürmüştür. Bulgularımızın daha kapsamlı çalışmalarla literatüre katkı sağlayacağını düşünüyoruz.
  • Öğe
    Covid-19 enfeksiyonu geçiren çocuk hastalarda asimetrik dimetil arjinin düzeyinin incelenmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2023) Sarı, Memduha; Akın, Fatih
    Koronavirüs hastalığı 2019 (COVID-19) çocuklarda daha hafif semptomlarla kendini gösterir. Hastaneye yatış ve hayatı tehdit eden komplikasyon riski daha düşüktür. Bununla birlikte, çocuklarda post-enfeksiyöz multisistem inflamatuar sendrom (MIS-C) adı verilen ve mortal seyredebilen, ciddi hastalık vakaları tanımlanmıştır. Ağır seyreden COVID-19 vakalarında agresif immün yanıtın sonucu olarak endotel hasarı gelişir. Endotel hasarı sonucunda koagülasyon faktörleri artar. Hastaların solunum sıkıntısının esas olarak endotel hasarından dolayı olduğu düşünülmektedir. Endotel aktivasyonu ve disfonksiyonu, COVID-19'un ciddi komplikasyonlarında kritik rol alır. Asimetrik dimetilargininin (ADMA), endotelyal hücrelerde sentezlenen ve insan idrar, plazma ve dokularında bulunan, arginine benzeyen bir maddedir. Nitrik oksit sentazın (NOS) endojen bir inhibitörü olan ADMA, nitrik oksit (NO) sentezini azaltarak endotel bağımlı vazodilatasyonun bozulmasına neden olur. Literatürü incelediğimizde ADMA’nın çocuklarda COVID-19 ve MIS-C hastalığıyla ilişkisine dair bir çalışma bulamadık. Çalışmamızda patogenezlerinde endotel hasarının etkili olduğu COVID-19 ve MIS-C hastalıklarında endotel disfonksiyonunun bir biyobelirteci olan ADMA’nın serum düzeyinin prognozu ve klinik gidişatı öngörmede kullanılıp kullanılamayacağını araştırmayı amaçladık. Çalışmaya Temmuz 2021- Ocak 2022 tarihleri arasında COVID-19 tanısı alan 98 hasta, MIS-C tanısı alan toplam 21 hasta alındı. Kontrol grubu olarak 42 vaka çalışmaya dahil edildi. COVID-19 tanısı alan hastalar ayaktan takip edilenler, servise yatırılanlar ve yoğun bakım ihtiyacı olanlar olarak ayrıldı. MIS-C tanılı hastalarımız ayrı bir grup olarak değerlendirildi. Çalışmamızda ayaktan COVID-19 tanısıyla takipli hastaların ortanca ADMA düzeyi 8097,0 ng/L, servise yatırılarak takip edilen COVID-19 hastalarının ortanca ADMA iii düzeyi 13195,6 ng/L, MIS-C ile takip edilen hastaların ortanca ADMA düzeyi 15735,5 ng/L, yoğun bakımda takipli COVID-19 hastalarının ortanca ADMA düzeyi 19361,4 ng/L ve kontrol hastalarının ortanca ADMA düzeyi 4081,0 ng/L idi. Çalışma grupları arasında ölçülen ADMA düzeyleri açısından anlamlı fark vardı (p<0,001). Yoğun bakımda yatan COVID-19 hastalarının ve MIS-C hastalarının ADMA düzeyleri ayaktan ve servise yatırılarak takip edilen COVID-19 hastalarına göre anlamlı olarak yüksekti. Ayrıca tüm hasta gruplarında serum ADMA düzeyi kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulundu. Sonuç olarak, çalışmamız COVID-19 ve MIS-C’li çocuklarda ADMA seviyelerini araştıran ilk çalışmadır. ADMA düzeylerinin yoğun bakım ihtiyacı olan COVID-19 hastalarında ve MIS-C hastalarında anlamlı olarak yüksek olduğunu tespit ettik. Serum ADMA seviyesinin 6135,15 ng/L üstünde olmasının endotelyal disfonksiyonu göstermede bir sınır olarak kullanılabileceğini düşünüyoruz. Bu konuda daha kesin yargılara ulaşmak için daha geniş kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır.
  • Öğe
    Çocuk yoğun bakım ünitesinde kardiyopulmoner resusitasyon yapılan hastaların değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2023) Süer, Seda; Kılıç, Ahmet Osman
    Kardiyopulmoner resusitasyonda başarıyı sağlamak, yaş, altta yatan hastalık, kardiyopulmoner arrest ile KPR başlama zamanı, resüsitasyon ekiplerinin hazır ve uygun olma durumları gibi birçok faktöre bağlıdır. Birçok merkez çocuklarda kardiyopulmoner arrestin nedenlerini, risk faktörlerini ve sonuçlarını araştıran çalışmalar yapmıştır. Bu çalışmada Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Yoğun Bakım Ünitesi’nde KPR uygulanan hastaların özelliklerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Bu geriye yönelik çalışma 20 Eylül 2016–20 Eylül 2022 tarihleri arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Yoğun Bakım Ünitesi’nde kardiyopulmoner resüsitasyon uygulanan 0-18 yaş tüm olgular çalışmaya dahil edilerek yapılmıştır. Hastane bilgisayar sistemi ve hasta dosyalarından elde edilen yaş, cinsiyet, başvuru zamanı, başvuru nedeni, altta yatan hastalık, resüsitasyon süresi, resüsitasyon zamanı, başlangıçtaki kalp ritmi, uygulanan adrenalin, noradrenalin, dopamin, dobutamin, kalsiyum, sodyum bikarbonat, serum fizyolojik gibi ilaçlar, kan ürünleri alıp almaması, kan gazında pH, laktat ve bikarbonat değerleri kaydedilmiştir ve kardiyopulmoner resüsitasyon sonucunu etkileyen faktörler araştırılmıştır. KPR uygulanan 200 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların %41’i kız, %59’u erkekti ve yaş ortancası 83 aydı. Kardiyak arrest %98’inde (n=196) mevcuttu. Taburculukta sağkalım oranı %5,5’di. Altta yatan hastalıklar sırasıyla %42,3’ünde (n=66) nörolojik hastalık, %32,1’inde (n=50) akciğer hastalıkları, %24,4’ünde (n=38) hematolojik-onkolojik hastalıklardı. ÇYBÜ’ye yatış nedenleri sırasıyla %66,0’ı akciğer hastalıkları, %11,0 kardiyolojik hastalıklar, %11,0 nörolojik hastalıklar, %5,5 nefrolojik hastalıklardı. Solunum arrestine göre kardiyopulmoner arrestlerde prognoz daha kötü idi. Ölen hastalarda solunum arresti gelişme oranı yaşayan hastalara göre istatistiksel olarak anlamlı ve daha düşüktü (p=0,041). Gece veya gündüz KPR yapılması ile son durumları arasında anlamlı fark bulunmadı (p>0,05). Ölen hastaların ortanca pH değeri anlamlı derecede düşüktü (p=0,017) ve PCO2, değerleri yaşayan hastalara göre anlamlı yüksek tespit edildi (p=0,027). Ancak ölen ve yaşayan hastaların PaO2, HCO3, Laktat değerleri benzer olarak saptandı. Ölen hastaların ortanca resusitasyon süresi yaşayan hastalara göre anlamlı ve daha yüksekti (p<0,001). Hastaların son VI durumları ile cinsiyetleri ve altta yatan hastalık varlığı arasında anlamlı farklılık tespit edilmedi (sırasıyla p=0,504; p=0,332) Bu çalışmada ÇYBÜ’de KPR uygulanan olgularda sağkalım ile taburculuk oranı %5,5 bulunmuştur. Resüsitasyon süresi, kan gazında asidoz varlığı, arrestin çeşidi, sağkalım ile ilişkili faktörlerdendir.
  • Öğe
    Depresyon ve anksiyete bozukluğu olan çocuklarda mesnevi okumalarının etkileri
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2023) Gençeli, Sipil (Topçu); Çaksen, Hüseyin
    Depresyon insanlarda günlerce, aylarca hatta yıllarca süren özgüvende azalma, hayattan zevk almama, umudunu kaybetme ve isteksizlik olmasıdır. Anksiyete bozukluğunun genel olarak tanımlaması bireyin günlük yaşantısında karşılaştığı bir durumu veya nesneyi mevcut halinden çok daha tehlikeli görme, durumdan/nesneden gereğinden çok fazla kaygı duyması durumudur. Bibliyoterapi, okuma materyalinden faydalanılarak ortaya çıkan tedavi sürecini ifade eder. Çocuklar için bu süreç, duygusal, ruhsal ve sosyal kaygılar hakkında düşünmesine, anlamasına ve üzerinde çalışmasına yardımcı olur. Çalışmamızda depresyonu veya anksiyete bozukluğu tanısı olan hastalara Mesnevi okuma terapisi yapılarak kontrol grubu ile arasında fark olup olmadığını tespit etmek amaçlandı. Depresyon veya anksiyete bozukluğu tanısı olan hastalarda okuma terapisinin hastalığın iyileşmesine katkıda bulunması hedeflenmektedir. Çalışmamızın hasta ve kontrol grubu Mart 2022 ve Aralık 2022 tarihleri arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları polikliniğine başvuran, klinik olarak hafif depresyon veya anksiyete bozukluğu tanısı konan (13-18 yaş) 40 hastadan oluşmaktadır. Hastaların 20’si Mesnevî okunan grubu, 20’si ise kontrol grubunu oluşturmaktadır. Her iki gruba çalışmaya başlanırken ve bir aylık izlem sonunda; çocuklarda anksiyete ve depresyon ölçeği-yenilenmiş (ÇADÖ-Y), çocukluk çağı kaygı bozuklukları özbildirim ölçeği (KAY-BÖ), çocuklarda depresyon ölçeği (ÇDÖ) testleri yapıldı. v Bu çalışmaya yaşları 13 ile 17 yıl (Ort. = 15,13 ± 1,38 yıl) arasında değişen, 35’i (% 87,50) kız ve beşi (% 12,50) erkek olmak üzere 40 hasta dahil edilmiştir. Çalışma grubunun Mesnevî okunduktan sonra ÇADÖ-Y, sosyal anksiyete bozukluğu, OKB, yaygın anksiyete bozukluğu, majör depresif bozukluk ve ÇDÖ ölçekleri puanlarında anlamlı bir düşüş olduğu görüldü (sırasıyla, p<0,01; p<0,001; p<0,01; p<0,01; p<0,05; p<0,01). Çalışma grubunun Mesnevî okunduktan sonra KAY-BÖ ölçeğinde anlamlı değişim saptanmadı (p>00,5) Çalışma ve kontrol gruplarının ÇADÖ-Y, sosyal anksiyete bozukluğu, obsesif kompulsif bozukluk, panik bozukluk ve majör depresif bozukluk sonuç puan ortalamaları kıyaslandığında çalışma grubunun ortalamalarının anlamlı olarak daha düşük olduğu görüldü (sırasıyla, p<0,01; p<0,01; p<0,05; p<0,01; p<0,001). Çalışma ve kontrol gruplarının KAY-BÖ, panik bozukluk, yaygın anksiyete bozukluğu ve sosyal anksiyete bozukluğu sonuç puan ortalamaları kıyaslandığında çalışma grubunun ortalamalarının anlamlı olarak daha düşük olduğu görüldü (sırasıyla, p<0,01; p<0,01; p<0,05; p<0,01). Çalışma ve kontrol gruplarının ÇDÖ sonuç puan ortalamaları kıyaslandığında çalışma grubunun anlamlı olarak daha düşük olduğu saptandı (p<0,01). Kontrol grubunun ÇADÖ-Y, ayrılık anksiyetesi bozukluğu, sosyal anksiyete bozukluğu, OKB, panik bozukluk, yaygın anksiyete bozukluğu, majör depresif bozukluk ve ÇDÖ ölçeklerinin başlangıç ve sonuç puan ortalamalarında anlamlı bir değişim yoktur (p>0,05). Kontrol grubunun KAY-BÖ, panik bozukluk, seperasyon ve sosyal anksiyete bozukluğu başlangıç ve sonuç puan ortalamalarında puanlarında anlamlı bir artış olduğunu göstermektedir (sırasıyla, p<0,001; p<0,05; p<0,01; p<0,001). Sonuç olarak bibliyoterapi yöntemiyle Mesnevi okumanın çocuklarda depresyon ve anksiyete semptomlarını iyileştirmede anlamlı derecede iyileştirici katkısı bulunmaktadır.
  • Öğe
    Brusellozlu çocuklarda serum hepsidin-25 ve anjiogenin (RNASE-5) düzeyleri
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2023) Mumcu, Ümmü Seleme; Akcan, Özge Metin
    Bruselloz, brusella cinsi bakterilerin neden olduğu enfekte inek, keçi, koyun, domuz gibi hayvanların idrarı, doğum materyalleri, vücut sıvıları ile temas veya bu hayvanların iyi pişirilmemiş et, süt ve süt ürünlerinin tüketilmesiyle insanlara bulaşabilen, dünya çapında en sık karşılaşılan zoonotik hastalıklardandır. Mortalitesi düşük bir hastalık olmasına rağmen özellikle bruselloz açısından endemik olan ülkemizde ve gelişmekte olan ülkelerde hem hayvanlarda hem de insanlarda morbiditesi yüksek olması ve gıda güvenliğini etkilemesinden dolayı önemli bir halk sağlığı sorunu ve ekonomik kayıp sebebi olmaya devam etmektedir. Bu çalışma ile antibakteriyel, antifungal, antiviral, antiprotozoal ve antisepsi özelliklerine sahip olan, anjiyogenez, inflamatuar tepkiler, hücre sinyalleşmesi ve yara iyileşmesi gibi hücre içi süreçlerde, yeni ilaçların araştırılmasında ve geliştirilmesinde yeni adaylar olarak görülen antimikrobiyal peptitlerden (AMP) olan hepsidin-25 ve anjiogeninin (Rnase-5) brusellozlu çocuk hastalarda, sağlıklı çocuklara göre serum düzeylerinde değişiklik olup olmadığını belirlemek ve bu antimikrobiyal peptitlerin brusellozdaki rolünün araştırılması amaçlandı. v Çalışmamıza Kasım 2021-Eylül 2022 tarihleri arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Çocuk Enfeksiyon Hastalıkları ile Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları polikliniklerine başvuran hastalarda yapılan tetkikler sonucu bruselloz olduğu tespit edilen (hasta grubu) ve kronik herhangi bir hastalığı olmayan, herhangi bir sebeple rutin kan alınacak (kontrol grubu) 36-216 ay arası çocuklar dahil edildi. Hasta grubunda 50 brusellozlu çocuk, kontrol grubunda 40 sağlıklı çocuk olmak üzere toplam 90 çocuk çalışmaya dahil edildi. Hastalardan bu testler için ayrıca kan alınmamıştır. Eğer hastanın tetkiklerinden artan serum örneği yoksa ekstra kan alınmayıp bu hastalar çalışma dışı bırakılmıştır. Tüm hastaların yaş ve cinsiyeti sorgulandı, bunlara ek olarak hasta grubundaki hastaların başvuru şikayetleri, ailede brusella enfeksiyonu varlığı, hayvancılıkla uğraş, almış olduğu brusella enfeksiyonunun tanısı, verilen tedavinin süresi ve tedavi planı incelendi. Hastaların serumlarından hepsidin-25 ve anjiogenin düzeyleri çalışıldı, enfeksiyonun olduğu hastalarda tam kan sayımı, alanin aminotransferaz (ALT), aspartat aminotransferaz (AST), C-reaktif protein (CRP), eritrosit sedimentasyon hızı (ESH) ile bu antimikrobiyal peptit düzeyleri arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi amaçlandı. Alınan kanlardan kalan serumlar, çalışma sonunda toplu olarak çalışılmak üzere, hepsidin-25 ve anjiogenin çalışılması için santrifüj edilip eppendorf tüplerine aktarılarak çalışılana kadar -80°C’de saklandı. İstatistiksel analizler için SPSS for Windows version 18.0 programı kullanıldı ve istatistiksel anlamlılık için tip-1 hata düzeyi %5 olarak kabul edildi. Çalışmaya 90 hasta dahil edilmiş olup olguların %60.0’ı erkek (n=54) ve %40.0’ı kız (n=36) idi. Bruselloz tanısı olan hastaların yaş ortalaması 146,56±53,36 aydı. Grupların yaş dağılımı benzer olarak tespit edildi (p=0,074). Hastaların en sık başvuru şikayetleri eklem ağrısı (%76), ateş (%32), kilo kaybı (%18) ve baş ağrısı (%18) idi. Elli bruselloz hastasının %50,0’ında ailede brusella enfeksiyonu öyküsü vardı, %90,0’ının ailesi hayvancılıkla uğraşmaktaydı. Kan kültürü alınan 32 bruselloz hastasının %31,3’ünde (n=10) üreme saptandı. Hastalarda görülen komplikasyonlar %4 (n=2) nörobruselloz, %14 (n=7) relaps, %2 (n=1) epididimoorşit, %2 (n=1) sakroileit idi. Hastaların %80,0’ına (n=40) ikili, %20,0’ına (n=10) üçlü tedavi verildi. Üçlü antibiyotik tedavisi verilen hastalar nörobruselloz, sakroileit ve relapsı olan hastalardı. Nörobrusellozu olan (n=7) hastaların vi tedavisine seftriakson da ilave edildi. Hastaların tedavi süreleri %76,0’ısında (n=38) 6 hafta, %18,0’ında (n=9) 8 hafta, %6,0’ında (n=3) 3 aya kadar uzatıldı. Hasta ve kontrol gruplarının hepsidin-25 düzeyleri (p=0,295) ve anjiogenin düzeyleri (p=0,742) arasında istatistiksel olarak anlamlı fark tespit edilmedi. Hepsidin-25 ve anjiogenin düzeyleri ile yaş ve laboratuvar parametreleri arasında da istatistiksel olarak anlamlı ilişki tespit edilmedi (p>0,05). Çalışmamızdaki komplikasyonu olan (nörobruselloz, epididimoorşit ve sakroileit) dört hasta ile diğer hastalar arasındaki hepsidin-25 (p=0,618) ve anjiogenin (p=0,681) düzeyleri benzerdi. Aynı şekilde relaps olan yedi hasta ile diğer hastaların hepsidin-25 (p=0,614) ve anjiogenin (p=0,815) düzeyleri arasında istatistiksel anlamlı bir fark saptanmadı. Çalışmamızda sentez yerlerinden birisi karaciğer olan hepsidin-25 ve anjiogenin düzeylerinin brusellozlu ve sağlıklı çocuklar arasında anlamlı bir farkının olmadığı görülmüştür. Bruselloz patogenezinin daha iyi anlaşılmasına yönelik daha fazla hasta sayısının yer aldığı ve diğer antimikrobiyal peptitlerin dahil edildiği daha kapsamlı prospektif çalışmaların yapılması gerektiği kanaatindeyiz.
  • Öğe
    Obez çocuklarda nonalkolik yağlı karaciğer hastalığının değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2022) Kaplan (Tosunoğlu), Merve; Atabek, Mehmet Emre
    Amaç: Obezitenin önemli bir komplikasyonu olan nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı (nonalcoholic fatty liver disease, NAFLD), çocuklarda kronik karaciğer hastalığının en sık nedenlerinden birisidir. Obezite ile yakından ilişkili olan NAFLD varlığının ve derecesinin saptanması oldukça önemlidir. Bu çalışmanın amacı ekzojen obezite nedeniyle çocuk endokrinoloji polikliniğimize başvuran hastaların dosyalarından retrospektif olarak obezite ve NAFLD birlikteliğinin değerlendirilmesidir. Yöntem: Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı polikliniğine 2017 Kasım ve 2022 Ocak tarihleri arasında ekzojen obezite tanısı alan 235 hasta çalışmaya dâhil edildi. Vücut kitle indeksi (VKİ) ≥95. persentil üzerinde olanlar obez olarak değerlendirildi. Ekzojen obezite tanımına uymayan ek hastalığı olan ve sendromik obez hastalar çalışmaya dâhil edilmedi. Hastaların dosya kayıtlarından klinik, laboratuvar ve radyolojik bulguları incelendi. Üst batın ultrasonografi (USG) sonuçlarına göre hepatosteatoz tanısı denetlendi. Verilerin istatistiksel analizi, SPSS 27,0 paket programı (IBM SPSS, Chicago, IL, USA) kullanılarak yapıldı. Verilerin normal dağılıma uygunluğu görsel (histogram ve olasılık grafikleri) ve analitik yöntemler (Kolmogrorov-Smirnov/Shapiro-Wilk testleri) kullanılarak incelendi. Bulgular: Çalışmaya dâhil edilen ekzojen obez hastaların yaş ortalaması 12,48±3,93 (min: 2,17-max: 20,17) yıl, %46,0’ı (n=108) kız, %54,0’ı (n=127) erkekti. Obez çocukların tanı yaşı ortalaması 10,62±3,90 (min: 0,49-max: 17,83), ölçülen boy ortalaması 148,00±20,63 (min: 82,00-max: 188,20) cm, kilo ortalaması 68,35±26,65 (min: 14,00-max: 149,00) kg’dı. v Çocukların VKİ ortalaması 29,69±5,30 (min: 19,44-max: 52,21), VKİ-SDS (Standart deviasyon skoru) ortalaması 2,34±0,51 (min: 1,47- max: 5,69) idi. Obez çocukların %55,7’si (n=131) pubertal dönemdeydi. Fizik muayenede ekzojen obez çocukların %14,5’inde (n=34) stria, %10,2’sinde (n=24) lipomasti, %8,5’inde (n=20) akantozis, %0,4’ünde (n=1) jinekomasti, %0,4’ünde (n=1) abdominal yağlanma vardı. Üst batın USG ile %43,4’ünde NAFLD tespit edildi. Obez çocuklarda stria görülenlerde karaciğer yağlanmasının görülmeyenlere göre fazla olduğu bulunmuştur. Hastaların vücut kitle indeksindeki bir birimlik artışın karaciğer yağlanma riskini 1,192 kat; alanin aminotransferaz (ALT) değerindeki bir birimlik artışın karaciğer yağlanma riskini 1,039 kat arttırdığı tespit edildi. Sonuç: Sonuçlarımıza göre ekzojen obez çocuklarda özellikle kız cinsiyet, fizik muayenede stria varlığı ve biyokimyasal olarak ALT yüksekliği olanlarda görüntüleme yöntemleri ile birlikte değerlendirme yapılmasının NAFLD tanısı için yol gösterici olduğunu düşünmekteyiz.
  • Öğe
    Serebral Palsili Çocukların Retrospektif Olarak Değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2022) Yılmaz, Kadir; Güven, Ahmet Sami
    Bu çalışmada, Ocak 2010 ile Aralık 2021 yılları arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi çocuk nörolojisi polikliniğine başvuran, serebral palsi (SP) tanısı ile takip edilmiş 457 hastanın dosyası retrospektif olarak incelendi. Vakalar demografik özellikleri, etyolojileri, laboratuvar sonuçları, görüntüleme bulguları, klinik özellikleri, eşlik eden problemleri, uygulanan tedavileri açısından incelendi. Çalışmaya dahil edilen hastaların yaş ortalaması 8,64±4,30 yıl (min:2 yıl-max:17 yıl) olup hastaların %62,1’i erkek (n=284) ve %37,9’u kız (n=173) idi. Doksan dört (%20,7) hasta <1500 gr, 129 (%28,4) hasta 1500-2500 gr, 207 (%45,6) 2500-4000 gr, 24 (%5,3) hasta >4000 gr olarak doğmuştu. İki yüz kırk altı (%54,2) hasta preterm, 201 (%44,3) hasta term, yedi (%1,5) hasta posttermdi. Üç hastanın doğum ile ilgili özellikleri bilinmediği için değerlendirmeye dahil edilmedi. Hastaların klinik tiplerini sınıflandırdığımızda; %37’si (n=169) spastik kuadriplejik, %22,1’i (n=101) spastik diplejik, %36,1’i (n=165) spastik hemiplejik, %2,4’ü (n=11) ataksik, %1,3’ü (n=6) distonik, %1,1’i (n=5) koreatetoid tip olarak sınıflandırıldı. İşlevsel sınıflamada ise kaba motor işlevsel sınıflama sistemi (KMİSS) seviyeleri; %7,9 (n=36) seviye 1, %29,8 (n=136) seviye 2, %8,3 (n=38) seviye 3, %23,4 (n=107) seviye 4, %30,6 (n=140) seviye 5 idi. İnce motor işlev sınıflama sistemi (İMİSS) seviyeleri; %16,6 (n=76) seviye 1, %31,9 (146) seviye 2, %13,6 (n=62) seviye 3, %12,3 (n=56) seviye 4, %25,6 (n=117) seviye 5 idi. v Olguların etyolojik dağılımı; %66,7’si (n=305) natal dönemde, %14,7’si (n=67) postnatal dönemde, %14,2’si (n=65) prenatal dönemdeydi. Olguların %4,4’ünde (n=20) ise etyoloji bilinmiyordu. Etyolojik faktörlerin dağılımı; %28,2 (n=129) prematürite, %21 (n=96) zor doğum, %7 (n=32) prematürite ve intrakraniyal kanama idi. Prenatal dönemde hastaların %43,8’inde (n=200) herhangi bir risk faktörü öyküsü vardı. Bu 200 hastanın risk faktörleri arasında; en sık %21 (n=42) oranında preeklampsi, ikinci en sık %17,5 (n=35) oranında erken doğum eylemi idi. En sık görülen oromotor disfonksiyon %25,8 (n=118) salya akması, ikinci en sık %13,8 (n=63) yutma güçlüğü idi. Ekstremitelerde kontraktür 120 (%26,3) hastada, skolyoz 78 (%17,1) hastada vardı. Şaşılık 154 hastada (%33) vardı. SP tipleri ile şaşılık arasında istatistiksel anlamlı fark yoktu (p=0,641). Yüz yetmiş sekiz (%39) hasta normal bir şekilde yürümekteydi. Yürüme bozuklukları; en sık %17,7 (n=81) oraklama, ikinci en sık %11,6 (n=53) geniş tabanlı yürüme şeklinde idi. Hastaların %48,1’inde (n=220) epilepsi vardı. Epilepsisi olan 124 hasta (%56,4) spastik kuadriplejik tipte idi. Epilepsi varlığı ile SP tipleri istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,001). Hastaların elektroensefalografik görüntüleme (EEG) bulgularınının 167’sinde (%36,5) anormalik mevcuttu. EEG bulguları; %41,9 (n=70) multifokal epileptiform aktivite, %20,4 (n=34) fokal epileptiform aktivite, %15,6 (n=26) jeneralize epileptiform aktivite idi. Hastaların eşlik eden diğer bozuklukları; %6,8 (n=31) görme bozukluğu, %3,9 (n=18) işitme bozukluğu, %27,4 (n=125) uyku bozukluğu, %23 (n=105) osteopeni, %3,1 (n=14) kalça çıkığı, %8,5 (n=39) pes ekinovarus, %0,4 (n=2) pes ekinovalgus, %3,5 (n=16) immün yetmezlik, %36,5 (n=167) akciğer sorunları, %2,2 (n=10) kronik akciğer idi. Otuz bir (%6,8) hastada gastrostomi, 23 (%5) hastada trakeostomi vardı. Beyin manyetik rezonans görüntüleme (MRG) bulguları incelendiğinde en sık görülen bulgular; %34,4 (n=157) periventriküler lökomalazi (PVL), %15,5 (n=71) ensefalomalazi, %9,6 (n=44) normal, %8,3 (n=38) kanama, %6,1 (n=28) hidrosefali, %5,7 (n=26) serebral atrofi, %3,7 (n=17) hipoksik iskemik ensefalopati (HİE) idi. SP tipleri ve epilepsi varlığı ile sık görülen beyin MRG bulguları arasında istatistiksel anlamlı ilişki bulundu (her biri için p<0,001). vi Uygulanan medikal tedavilerde; 78 hasta (%27,1) antispastisite tedavisi, 210 hasta (%46) antiepileptik tedavi, 101 hasta (%22,1) antireflü tedavi alıyordu. Kırk beş hastaya (%9,8) botulinum toksin enjeksiyonu, 16 hastaya (%3,5) intravenöz veya subkutan immunglobulin uygulanıyordu. Takip edilen hastaların %83,4’ü (n=381) fizik tedavi ve rehabilitasyon (FTR), %16,6’sı (n=76) konuşma terapisi, %50,5’i (n=231) ise özel eğitim alıyordu. Yapılan cerrahi tedaviler incelendiğinde 77 hastaya (%16,8) ortopedik cerrahi, 46 (%10,1) hastaya göz ameliyatı, 40 hastaya (%8,8) beyin cerrahi ameliyatı yapıldı. Sonuç olarak SP multidisipliner yaklaşım gerektiren önemli bir sağlık sorunudur. Doğum öncesi, doğum ve doğum sonrası bakımın yeterince iyi yapılması halinde SP olgularının sayısının azalması sağlanabilir. Ayrıca hamilelerin eğitimi ve özellikle daha önce zor doğum, erken doğum, düşük veya ölü doğum yapmış riskli gebelikler ile birinci doğumların mutlaka sağlık kuruluşlarında yapılması teşvik edilmelidir. Hastalara verilen uygun tedaviler, hem hastanın hemde bakım görevini üstlenenlerin konforu açısından önem taşımaktadır.
  • Öğe
    Kronik rekürren karın ağrılı çocuklarda abdominal migren prevalansının değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2023) Paydaş, Ayşe Büşra; Yücel, Aylin
    Abdominal migren, çocukların %0,2-4,1'ini etkileyen fonksiyonel karın ağrısı bozukluğudur. Abdominal migren klinik bir tanıdır.Hastanın işlevselliğini önemli ölçüde etkiler. Tedavi önleyici tedbirlere odaklanır ve çoğunlukla ilaç dışı yaklaşımları içerir.Çocuk gastroenteroloji polikliniğine kronik rekürren karın ağrısı ile başvuran çocuklarda abdominal migren sıklığını değerlendirmeyi amaçladık. Kronik karın ağrısı ile gelen hastalar için abdominal migrenin ayırıcı tanı olarak akla getirilmesine katkıda bulunmak istedik. Araştırmamız Kasım 2021 ile Kasım 2022 tarihleri arasında, Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi çocuk gastroenterolojisi polikliniğinde gerçekleştirilmiş prospektif kesitsel bir çalışmadır. Çocuk gastroenterolojisi polikliniğine kronik rekürren karın ağrısı yakınmasıyla başvuran 4-18 yaş arası hastalar dahil edilmiştir. Çalışmanın ilk altı ayında dahil edilme kriterlerini karşılayan hastalar, sonraki altı ayda takip edilerek nihai tanıları kesinleştirildi.Nihai tanılarına göre olgular abdominal migren grubu, abdominal migren dışı fonksiyonel gastrointestinal sistem hastalık grubu ve organik hastalık grubu olarak üç gruba ayrıldı. Gruplar demografik ve klinik özellikler, laboratuvar ve görüntüleme bulguları bakımından değerlendirildi. Dahil edilme kriterlerini karşılayan 160 hastanın %62,50'si (n=100) kız, %37,50'si (n=60) erkek ve yaş ortalaması 138,83±47,86 aydı (min=60, maks=216). Boy z-skoru ortalaması -0,21±0,08, ağırlıkz-skoru ortalaması -0,38±0,09 ve vücut kitle indeksi z-skoru-0,29 (-1,28 -0,69) [ortanca (Q1-Q3)] idi. Çocuk gastroenterolojisi polikliniğine kronik karın ağrısı yakınması ile başvuran hastaların %8,12'si (n=13) abdominal migren tanısı aldı. Hastaların %47,50'si (n=76)abdominal migren dışı fonksiyonel gastrointestinal hastalıklar grubunu ve %44,38'i (n=71)organik hastalık grubunu oluşturmaktaydı.Ağrının lokalizasyonu, abdominal migren dışı fonksiyonel gastrointestinal sistem hastalıkları grubunda sıklıkla periumblikal bölgede, organik hastalık grubunda ise epigastrik bölgedeydi ve fark istatistiksel olarak anlamlıydı (p=0,000). Karın ağrısının süresi abdominal migren grubunda, diğer iki gruptan istatistiksel olarak anlamlı derecede daha uzundu (p=0,001). Laboratuvar ve görüntüleme bulguları bakımından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark izlenmedi. Organik hastalık grubundaki olguların %26,76'sının, abdominal migren dışı fonksiyonel gastrointestinal hastalık grubundaki olguların ise %14,47'sinin abdominal migren tanı kriterlerinin hepsini karşıladığı tespit edildi. Abdominal migren klinik bir tanıdır. Tanı için belirli bir laboratuvar testi ya da görüntüleme yöntemi yoktur. Bu nedenle kronik rekürren karın ağrısı varlığında abdominal migren ayırıcı tanı olarak akılda tutulmalıdır. Ancak abdominal migren tanı kriterlerini karşılayan olgularda da, diğer fonksiyonel gastrointestinal sistem hastalıkları ve özellikle organik hastalıkların ekarte edilmesi önemlidir.
  • Öğe
    COVİD-19 geçiren çocuklarda böbrek hasarının değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2022) Ünsaçar, Mahmut Ziya; Yazar, Abdullah
    Bu çalışmaya ocak ve mart 2022 tarihleri arasında, Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi çocuk acil veya diğer çocuk hastalıkları servislerindeki, Şiddetli akut solunum sendromu Koronavirüs 2 (SARS-CoV-2) polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) testi pozitif saptanan 130 hasta ile çocuklarda multisistem inflamatuar sendromu (MIS-C) tanısı ile takip edilen beş hasta dâhil edildi. Akut böbrek hasarı (ABH) tanısı için KDIGO ve pRIFFLE kriterleri kullanıldı. İstatistiksel analizler için SPSS 22.0 programı kullanıldı ve p<0,05 olması anlamlı kabul edildi. Her iki kritere göre de 2019 Koronavirüs hastalığı (COVID-19) hastalarının %31,5’inde ABH tespit edildi. ABH olanlarda hasta yaşının 24,8 ay (min:1 max:211) olduğu ve anlamlı olarak daha küçük olduğu belirlendi (p= 0,005). Hastalardan beslenmede azalma şikâyeti ve muayenesinde dehidratasyon, mukoza kuruluğu, cilt kuruluğu olanlarda ABH sıklığının anlamlı olarak arttığı tespit edildi (sırasıyla p= 0,041, p= 0,001, p= 0,001, p= 0,035). Yoğun bakımda takip edilen hastalarda da ABH sıklığı artmış bulundu (p= 0,038). Kronik hastalıklarla ya da ilaç kullanımıyla ABH sıklığının değişmediği tespit edildi. ABH olan hastalarda serum fibrinojen düzeyinin anlamlı olarak daha düşük, D-dimer düzeyinin anlamlı olarak daha yüksek olduğu tespit edildi (sırasıyla p= 0,047, p= 0,035). COVID-19 hastalarının %24’ünde idrar albümin/kreatinin oranı, %48,8’inde idrar protein/kreatinin oranı yüksek tespit edildi. ABH olan hastalarda idrar albümin, idrar sodyum ve idrarda fraksiyonel sodyum atılımı anlamlı olarak daha yüksek tespit edildi (sırasıyla p= 0,038, p= 0,044, p= 0,038). COVID-19 hastalarının %44,4’ünde metabolik asidoz tespit edildi. Serum bikarbonat düzeyi ile glomerüler filtrasyon hızı arasında anlamlı pozitif korelasyon tespit edildi (p= 0,006). COVID-19 hastalarının %21’inde hipofosfatemi, %17,8’inde hiponatremi, %2,4’ünde hipoalbüminemi tespit edildi. ABH olan hastalarda hiponatremi ve hipofosfatemi anlamlı olarak daha sık tespit v edildi (sırasıyla p= 0,022, p= 0,028). ABH olan hastaların serum albümin düzeyi, olmayanlara göre anlamlı olarak daha düşüktü (p= 0,043). COVID-19 hastalarının üç aylık takibinde hastaların bir kısmında ABH’nin ve elektrolit bozukluğunun devam ettiği tespit edildi. MIS-C hastalarının %40’ında da her iki kritere göre ABH tespit edildi. ABH olan hastaların serum interlökin-6, prokalsitonin, C-reaktif protein, D-dimer düzeyi ABH olmayanlara göre daha yüksek olsa da istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yükseklik tespit edilmedi. Hastaların hepsinde hiponatremi görülürken, %80’inde hipokalsemi, %60’ında hipokalemi, %60’ında hipokloremi, %60’ında hipofosfatemi tespit edildi. Hastaların hepsinin idrar sodyum düzeyi 40 mmol/l’nin üzerinde, %60’ının fraksiyonel sodyum atılımı birin altında bulundu. Hastaların %40’ının idrar protein/kreatinin oranı yüksek tespit edildi. Hastaların üç aylık takibinde ABH’nin devam etmediği tespit edildi. Takipleri sırasında hastaların idrar protein/kreatinin oranı normale gerilediği tespit edildi. İlk başvuruda tespit edilen serum elektrolit bozuklukları ikinci ve üçüncü ayda düzeldiği tespit edildi. Sadece bir hastanın üçüncü ay kontrolünde hiperfosfatemi tespit edildi. Çalışma verilerimiz göstermiştir ki; COVID-19 ve MIS-C hastalığı olan çocuklarda sıklıkla ABH gelişmektedir. ABH yoğun bakım ihtiyacı olan COVID-19 hastalarında artmakla birlikte herhangi bir kronik hastalığı olmayan ve ayaktan takip edilen hastalarda da sıklıkla görülmektedir. Hasarın beslenme azlığı ve dehidratasyon görülen hastalarda artmış olması prerenal ABH’yi düşündürmektedir. Ancak hastalarda sıklıkla proteinüri ve serum elektrolit bozukluğu gibi tubuler hasar göstergelerinin bozulmuş olması, böbrek hasarının renal düzeyde de meydana geldiğini göstermektedir. Sonuç olarak hastalarımızda gerek başvuru anında, gerekse üç aylık takiplerinde ABH’nin gelişmesi ve/veya devam etmesi, çocukluk çağı COVID-19 hastalarının da böbrek hasarı yönünden incelenmesi ve uzun dönem takip edilmesi gerektiğini düşündürmektedir.
  • Öğe
    Gebeliğinde COVİD-19 enfeksiyonu geçiren anne bebeklerinin kardiyolojik açıdan değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2023) Cevizci, Tuba Özdemir; Baysal, Tamer
    Coronavirüs hastalığı 2019 (COVID-19), Ocak 2020'de Çin'in Hubei eyaleti Wuhan'da pnömoni salgını şeklinde başlayıp hızlı şekilde küresel sağlık sorunu haline gelen bir hastalıktır. Hamile kadınların enfeksiyonlara karşı savunmasız oldukları iyi bilinmektedir. Hem hamile kadınlar hem de yeni doğanlar COVID-19 açısından risk altında kabul edilmelidir. Bazı çalışmalarda dikey geçişten söz edilmektedir. Bu nedenle, önleme ve enfeksiyon kontrolüne yönelik stratejiler geliştirmek için COVID-19'un morbidite, mortalite, perinatal, maternal ve fetal açıdan hamile kadınlar ve yenidoğanlar üzerindeki etkisini anlamak çok önemlidir. Bu çalışma ile gebeliğinde COVID-19 enfeksiyonu geçiren anne bebeklerinin kardiyak etkilenmesinin olup olmadığının araştırılması amaçlanmaktadır. Bu çalışmada, 2021-2022 yılları arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Kardiyoloji ve Neonatoloji Bilim Dalı'na başvuran, gebelikte COVID-19 tanısı alan anne bebekleri kardiyolojik olarak değerlendirilmiştir. Başvuruda fizik muayene, kalp sesleri, ekokardiyografi (EKO) ve elektrokardiyografi (EKG) parametreleri değerlendirildi. Verilerin istatistiksel analizi, SPSS 27,0 paket programı (IBM SPSS, Chicago, IL, USA) kullanılarak yapıldı. İstatistiksel olarak p<0,05 olduğu durumlar anlamlı kabul edildi. Gebeliğinde COVID-19 enfeksiyonu geçiren anneden doğan 31 bebeğin %41,9’u (n=13) kız, %58,1’i (n=18) erkekti. Gebeliğinde COVID-19 enfeksiyonu geçirmeyen v anneden doğan 32 bebeğin ise %56,3’ü (n=18) kız, %43,8’i (n=14) erkekti. Cinsiyet açısından gruplar arasında anlamlı fark yoktu (p=0,256). Gebeliğinde COVID-19 geçiren annelerin bebeklerinin %25,8’i (n=8) prematür, %74,2’si (n=23) matür; gebeliğinde COVID-19 geçirmeyen annelerin bebeklerinin ise %15,6’sı (n=5) prematür, %84,4’ü (n=27) matürdü. Bebeklerin doğum haftası ile annelerin gebeliğinde COVID-19 geçirme durumu arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p=0,318). Yenidoğan dönemde bebeklerde semptom varlığı ve yenidoğan döneminde yoğun bakım ünitesine yatış durumu ile annelerin gebeliğinde COVID-19 enfeksiyonu geçirme durumu arasında fark yoktu. Gruplar arasında bebeklerin doğum ağırlığı açısından fark yoktu (p=0,896). Bebeklerin kilo alım hızları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p=0,123). Bebeklerin yoğun bakım ünitesinde yatış süresi ile annelerin gebeliklerinde COVID-19 geçirme durumu arasında anlamlı fark tespit edilmedi. EKO’da bakılan parametrelerin değerlerinin, gebelikte COVID19 geçiren ve geçirmeyen annelerin bebeklerinde benzer olduğu tespit edildi (p>0,05). COVID-19 geçiren ve geçirmeyen anneden doğan bebeklerin EKG’lerinde ölçülen P dalgasının maksimum değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (p=0,048). EKG’de ölçülen diğer değerlerin her iki grupta benzer olduğu, aralarında istatistiksel olarak anlamlı fark olmadığı tespit edildi (p>0,05). İntrauterin COVID-19 maruziyeti ve dikey geçişle ilgili veriler hala yetersizdir. Literatür taramasında gebeliğinde COVID-19 geçiren anne bebekleri ile ilgili yeterli veriye rastlayamadık. Bu nedenle daha çok çalışmaya ihtiyaç vardır. Ancak çalışmamızda intrauterin kardiyak etkilenmeye rastlanmadı
  • Öğe
    Akut lenfoblastik lösemili çocuklarda kıdney ınjury molecule-1 (kım-1)'in böbrek hasarını tespit etmedeki değeri
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2022) Şanal, Kamil Uğur; Ataş, Bülent
    Akut lenfoblastik lösemili(ALL) hastalarda kullanılan antikanser tedaviler pek çok potansiyel yan etkilere sahiptir ve bunlardan önemli biri de nefrotoksititedir. Geçtiğimiz yıllarda nefrotoksititenin tespiti için yeni belirteçler tanımlanmıştır ve Kıdney Injury Molecule-1(KIM-1) bunlardan biridir. KIM-1, renal tübüler hasar sonrası idrara geçen bir tip 1 transmebran glikoproteindir. Biz bu çalışmada, ALL hastalarında idrar KIM-1’in böbrek hasarını göstermede invaziv olmayan bir belirteç olarak kullanılabilirliğini saptamayı hedefledik. Çalışmaya Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Hematolojisi ve Onkolojisi Bilimdalı’nda son 5 yıl içerisinde ALL tanısı alan hastalar dahil edildi. Kontrol grubu yaşları uyumlu çocuklardan oluşmaktaydı. Hasta ve kontrol gruplarının her ikisinde de herhangi bir enfeksiyon veya üriner sistem anomalisi bulunmamaktaydı. İdrar KIM-1 değerlerini tespit etmek için hasta ve kontrol grubunun idrar örnekleri toplandı. İdrar KIM-1 değerleri ELİSA kiti ile ölçüldü ve ardından standardizasyon için idrar kreatinin değerine oranlandı. Çalışmaya ALL tanısı olan 50 hasta dahil edildi. Kontrol grubu 48 hastadan oluşmaktaydı. Ortanca idrar KIM-1 değeri hasta grubunda (31,76 ng/g-kreatinin) kontrol grubuna (16,08 ng/g-kreatinin) göre istatistiksel olarak daha yüksek tespit edildi. Çalışmamız esnasında nefrotoksik antibiyotik (amfoterisin b, amikasin, asiklovir, kolistin) alan hastalarımızı da analiz ettik, nefrotoksik antibiyotik alımı ve idrar KIM-1 değerleri arasında istatistiksel anlamlı bir ilişki saptanmadı. Aynı zamanda idrar örneklerinin toplanmasından önceki bir ay içerisinde veya herhangi bir zamanda nefrotoksik antibiyotik tedavisi alımı açısından karşılaştırdık ve idrar KIM-1 değeri açısından istatiksel olarak v anlamlı bir fark saptanmadı. Çalışma süresi boyunca hastalarımızın hiçbirinde böbrek yetmezliği gelişmedi. Hastalarımızda uzun dönem izlemde, belirgin hematüri veya proteinüri olmamasına rağmen idrar KIM-1 değerlerinin yüksek olması, idrar KIM-1’in renal hasarı erken dönemde gösterebilen, güvenilir, noninvaziv ve gelecek vaat eden bir böbrek hasarı belirteci olabileceğini göstermektedir.
  • Öğe
    Akut Lenfoblastik Lösemili Çocuklarda Vinkristin Nöropatisinin Değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2022) Camızcı, Hilal Betül; Tokgöz, Hüseyin
    Amaç: Vinkristin ilişkili nöropati (VİN), vinkristinin en sık görülen ve doz kısıtlamayı gerektiren yan etkisidir. Yaşam kalitesini etkilediği gibi, tedavi gecikmesi ve vinkristin tedavisinin kesilmesine yol açmaktadır. Akut lenfoblastik lösemide (ALL) sağkalım oranlarının artmasıyla VİN’in klinik önemi artmakta olup; risk belirleyicileri, önleme ve tedavi seçenekleri, aydınlatılması gereken önemli noktalar halini almıştır. Bu çalışma ile, kliniğimizde tedavi gören akut lenfoblastik lösemi tanılı hastaların dosya kayıtları, VİN açısından değerlendirilerek literatüre katkı sağlamak amaçlanmıştır. Hastalar ve Yöntemler: Çalışmada Ocak 2010-Aralık 2020 tarihleri arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Hematoloji ve Onkoloji Bilim Dalında takip edilen ALL tanılı 282 hastanın dosya kayıtları geriye dönük olarak incelendi. Klinik ve/veya elektrofizyolojik çalışma ile VİN tanısı alan 64 hasta çalışmaya dahil edildi. Aynı hasta grubu içerisinden vinkristin nöropatisi gelişmeyen hastalardan kontrol grubu belirlendi. Hastaların demografik özellikleri, klinik bulguları, laboratuvar değerleri, elektromiyografi sonuçları, aldıkları vinkristin tedavisine ait parametreler, vinkristin nöropatisi tedavisi ve tedaviye yanıtları incelendi. Nöropati şiddeti Ulusal Kanser Enstitüsünün yaygın görülen yan etkiler için ortak terminoloji ölçeğine (CTCAE) göre derecelendirildi. İstatistiksel analizler için SPSS programı kullanıldı ve p<0,05 olması anlamlı kabul edildi. v Bulgular: Çalışmamızda VİN sıklığı %22,7 (n=64) olarak bulundu. VİN gelişen hastaların %51,6’sı kız, %48,4’ü erkek olup; yaş ortalaması 7,42±4,86 idi. Hasta ve kontrol grubu arasında yaş, kilo, boy, vücut kitle indeksi, immünolojik tanı, risk grubu ve tanı anı lökosit sayısı açısından anlamlı fark saptanmadı. Hasta grubunda kontrol grubuna göre, ALL tanısı anında genetik mutasyon saptanma oranı anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0,05). Hastalarda görülen en sık semptom yürüme güçlüğü; en sık gözlenen fizik muayene bulgusu alt ekstremitelerde derin tendon reflekslerinin azalmasıydı. Hastaların %53,1’inin elektromyografi (EMG) sonucu normal sonuçlandı. En sık saptanan patolojik EMG bulgusu alt ekstremitelerde mikst tip polinöropatiydi (%23,4). Hasta grubunda VİN’in, ortalama 4,45±2,77 doz vinkristin sonrası ve ortalama 6,68±4,15 mg/m 2 vinkristin dozundan sonra geliştiği saptandı. Nöropati tedavisinde en fazla tercih edilen tedavilerin gabapentin (%37,5) ve piridoksin-pridostigmin (%21,9) olduğu görüldü. Nöropati süreleri ve verilen nöropati tedavileri arasında anlamlı fark saptanmadı. VİN gelişen hastaların %9,4’ünde santral nöropati, %90,6’sında periferik nöropati görüldü. Santral ve periferik nöropati gelişen hastalar arasında, değerlendirilen klinik ve laboratuvar özellikler açısından anlamlı fark saptanmadı. VİN gelişen hastalar ve kontrol grubu arasında mortalite açısından anlamlı bir fark görülmedi. Sonuç: VİN, ALL tanılı çocuklarda hayat kalitesini etkileyen önemli bir yan etkidir. Nöropati gelişen hastalarda klinik/elektrofizyolojik tanı koyulduktan sonra, klinik bazında tercih edilen nöropati tedavisi başlanmalıdır. VİN’in öngörülebilmesi ve önlenmesi amacıyla, genel kabul görmüş klinik ve laboratuvar risk faktörlerinin olmaması genetik temelli çalışmalara ihtiyaç duyulduğunu düşündürmektedir. Böylelikle, tanımlanan risk faktörleri sayesinde VCR tedavisi kişiselleştirilip VİN’in önlenmesi sağlanacaktır.
  • Öğe
    Nöral tüp defektli bebeklerin kısa ve uzun dönem izlemi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2022) Taşar, Kübra; Altunhan, Hüseyin
    Yenidoğan yoğun bakım ünitemizde 1 Ocak 2010 – 30 Haziran 2022 tarihleri arasında takip edilmiş olan nöral tüp defekti (NTD) olan olgular (meningosel, meningomiyelosel, anensefali, ensefalosel, spina bifida okkulta) retrospektif olarak incelendi. Olguların yenidoğan yoğun bakım ünitesinde yatışı boyunca klinik takibini, NTD etiyolojisindeki muhtemel faktörleri, demografik özelliklerini ve taburculuk sonrası yapılan klinik takiplerini inceledik. İstatistiksel analizler için SPSS 22.0 programı kullanıldı ve p<0,05 olması anlamlı kabul edildi. Çalışmamızda incelemiş olduğumuz 121 hastanın %46,3’ü erkek (n = 56) ve %53,7’si kız (n = 65) idi. Hastaların ortalama doğum ağırlığı 2843,1±522,5 gr idi. Ortalama gebelik haftası 36,9±1,8 hafta olarak saptandı ve 11 (%9,1) hasta normal spontal vajinal yol ile, 110 (%90,9) hasta ise sezaryenle doğmuştu. Bu vakaların 68’inde (%56,2) prematür doğum, 53’ünde (%43,8) miad doğum öyküsü vardı. Annelerdeki folik asit kullanımı sorgulandığında 48’i (%39,66) folik asit desteği almıştı. Çalışmamızda üç (%2,47) annenin antiepileptik ilaç kullanım öyküsü mevcuttu. Hastalarımızda meningomiyelosel %69,4 (n=84) en sık görülen NTD tipi idi. Lezyonun anatomik yerleşimine göre en sık %24,8 (n=30) lumbosakral bölge olduğu görüldü. NTD’li hastaların nörolojik anomalileri incelendiğinde; en sık bulgu olan hidrosefali %64,4 (n=78) hastada saptandı. Hastalarda nörolojik komplikasyonların meningosel ve meningomiyelosel ile doğan hastalarda daha sık olduğu görüldü. Ortopedik anomaliler hastaların %61,2’sinde (n=74) saptandı ve en sık skolyoz %47,1 (n=57) saptandı. Üriner sistem anomalileri incelendiğinde %57 (n=69) anomali saptanmış olup en sık nörojenik mesane %38 (n=46) tespit edildi. Spina bifida aperta ile doğan hastalarda da üriner sistem komplikasyonları daha fazla görüldü. NTD olan olgulardan %83,5’i (n=101) ameliyat edildi. Hastaların opere edilme zamanı 2,77±4,52 gün olarak belirlendi. İlk 72 saat içinde hastaların %65,2’sine (n=79) cerrahi onarım yapıldı. Hidrosefalisi olan hastaların %44,6’sı (n=54) aynı v seans veya farklı seansta ventrikülo-peritoneal şant (VPŞ) için opere edildi. VPŞ takılmış olan 20 (%37) olguda şant revizyonları yapıldı. VPŞ operasyonundan sonra 15 (%27,7) hastada şant menenjiti gelişti. İzlemimizde kalan hastaların en sık üriner sistem enfeksiyonları nedeniyle hastane yatışları oldu. Takip edilen hastalarımızın mortalite oranı %23 olarak saptandı. Bu çalışmada bulunduğumuz bölgede hastaların demografik özelliklerini, mortalitesi ve morbiditesini değerlendirdik. NTD tüm konjenital anomaliler içinde ikinci sıklıkta görülmekte olup, folik asit desteği ile azaltılabildiği için önemli bir yere sahiptir. Çalışmamızda nörolojik ve ürolojik komplikasyonların spina bifida aperta tanılı hastalarımızda daha sık görüldüğünü saptadık. Prenatal tanı ile NTD olduğu saptanan bebeklerin, üçüncü basamak merkezlerde dünyaya gelmesi ve defektlerin erken onarımının sağlanmasıyla komplikasyonların azalabileceğini düşünüyoruz. Bununla birlikte postnatal dönemde bakım olanakları iyi olan yenidoğan ünitesinde takip edilmesi ve çocukluk döneminde multidisipliner bir yönetim benimsenmesi ile nörolojik, ürolojik ve ortopedik komplikasyonların etkisi azaltılabilir.
  • Öğe
    Alt solunum yolu enfeksiyonu geçiren altı-yirmidört aylık çocuklarda d vitamini düzeyi ve demir eksikliğinin değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2022) Yılmaz, Buşra Zeynep; Energin, Vesile Meltem
    Dünya Sağlık Örgütü tarafından alt solunum yolu enfeksiyonları (ASYE); bronşiyolit ve pnömoniler çocukluk çağında tüm dünyada en önemli morbidite ve mortalite sebeplerinden biri olarak tanımlanmaktadır. Bu çalışma ASYE geçiren 6 ay-24 ay arasında olan çocuk hastalarda D vitamini düzeyi ve demir eksikliğinin hastalığın klinik seyrindeki öneminin saptanması ve değerlendirilmesi amacıyla yapılmıştır. Çalışmaya Eylül 2019-Aralık 2021 tarihleri arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalına başvuran çocuk servislerinde ASYE nedeniyle yatışı olan yaşı 6 ay ile 24 ay aralığında olan hastaların arasından D vitamini ve tam kan sayımı alınan hastalar seçildi. Kontrol grubuna ise ASYE dışlanan ve herhangi bir sebeple hastanemiz çocuk sağlığı ve hastalıkları polikliniklerine başvuran; D vitamini ve tam kan sayımı alınan hastalar seçildi. Retrospektif olarak tarama yapıldığında çalışmamıza 82 ASYE tanılı hasta ve 84 tane çocuk kontrol grubuna dahil edildi. Hasta grubunun klinik bulguları, her iki grubun laboratuvar değerleri ve demografik değerleri retrospektif olarak toplandı. İstatistiksel analizler için SPSS 22.0 programı kullanıldı, p<0,05 olması anlamlı kabul edildi. Hasta grubu olarak alınan olguların (n=82) 27’si (%32,9) kız, 55’i (%67,1) erkek; kontrol grubu olarak alınan olguların (n=84) 46’sı (%54,8) kız ve 38’i (%45,2) erkekti. Hasta v grubunun yaş ortalaması 13,32±5,51 ay, kontrol grubunun yaş ortalaması 14,94±7,55 aydı. ASYE tanılı hastalar ve sağlıklı kontrol grubu arasında cinsiyet ve yaş açısından istatistiksel anlamlı fark yoktu. Hasta ve kontrol grubunun ortalama boy ve kilo persentilleri arasında istatistiksel anlamlı fark saptanmadı. Hasta ve kontrol grubu D vitamini düzeyi ve hemoglobin (Hb) düzeyi açısından değerlendirildi. Hasta grubunda D vitamini düzeyine ulaşılan hastaların ortalaması 25,30±15,76 ng/mg bulunurken, kontrol grubunda D vitamini düzey ortalaması 30,51±1,30 ng/mg olarak tespit edildi. Hasta grubunda D vitamini düzeyi ortalaması istatistiksel olarak anlamlı olarak düşük bulundu (p:0,037). Hastaların D vitamini düzeyine göre, hastane yatış süreleri, yatışları aldığı tedavileri, ASYE klinik ağırlığı, mekanik ventilatör ihtiyaçları D vitamini düzeyleri ile hasta ve kontrol grubunda istatistiksel anlamlı fark izlenmedi. Ancak Hb değerleri değerlendirildiğinde iki grup arasında Hb düzeyi, hastane yatışı, yatışları esnasında aldığı tedavileri ve ASYE klinik ağırlığı açısından istatistiksel anlamlı sonuç saptanmadı. D vitamini profilaksisi alan hastaların almayan hastalara göre D vitamini düzeyi istatistiksel olarak anlamlı olarak yüksek bulundu (p:0,043). ASYE ile takip edilen hastaların D vitamini değeri açısından da değerlendirilmelerinin uygun olacağı kanaatindeyiz. Bu hastalarda D vitamini desteğinin alt solunum yolu enfeksiyonlarının tekrarlamasını da engelleyeceğini düşünüyoruz. Ayrıca ülkemizde uygulanan D Vitamini Eksikliği Önleme ve Kontrol Programı gibi programların dünya genelinde uygulanmasının ve dikkatli yürütülmesinin de D vitamini eksikliğini önlemede önemli bir rol aldığını vurgulamaktayız
  • Öğe
    Yenidoğan yoğun bakım ünitesinden solunum destek cihazları ile taburcu edilen hastaların değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2022) Çopur, Ahmet; Altunhan, Hüseyin
    Yenidoğan dönemi doğumu izleyen 4 haftalık süreyi içerir. Yenidoğan bebeklerde ortaya çıkan en yaygın sorunlardan biri solunum sıkıntısıdır.Solunum sıkıntısı, bir bebeğin yenidoğan yoğun bakım ünitesine kabulünün en yaygın nedenlerinden biridir. Çalışmamızın amacı farklı etyolojik nedenlerle yenidoğan yoğun bakım ünitesine kabul edilen ancak solunum sıkıntısının geçmemesi sebebiyle solunum destek cihazları ile taburcu edilen hastaların yenidoğan dönemi özelliklerini, yatış ve taburculuk tanılarını, hastanede yatış sürelerini, taburculukta verilen solunum destek cihazı tiplerini, mortalite oranını ve taburculuk sonrası seyrini belirlemekti. Çalışmamızda yenidoğan yoğun bakım ünitemizden 2011–2021 yılları arasında solunum destek cihazları ile taburcu edilen hastalar geriye dönük incelendi. Yenidoğanların cinsiyeti, doğum haftası, doğum ağırlıkları, doğum haftasına göre ağırlıkları, apgar puanları, yoğun bakıma yatış tanıları, yoğun bakımda kaldıkları süre, yoğun bakım yatışı sırasında verilen solunum desteği ve süresi, taburculuk tanıları, taburcu edilirken verilen solunum destek cihazı tipleri, sağkalım durumu ve ortalama yaşam süresi değerlendirildi. İstatistiksel analizler için SPSS 22.0 programı kullanıldı. p <0,05 olması anlamlı kabul edildi.Çalışmaya, yenidoğan yoğun bakım ünitemizden 2011–2021 yılları arasında solunum destek cihazları ile taburcu edilmiş 89 hasta dahil edildi. Cinsiyet dağılımları incelendiğinde %55,1’i (n=49) erkek, %44,9’u (n=40) kız cinsiyetteydi.Yoğun bakıma yatış nedeniolarak en yüksek oran %61,8(n=55) ile prematüriteydi. Prematüriteden sonra en sık yoğun bakım yatışı gerektiren sorun solunum sıkıntısıydı. Solunum sıkıntısı alt tanı gruplarına ayrılarak incelendiğinde yenidoğanların yatış anında %42,7’sinde (n=38) respiratuar distres sendromu,%6,7’sinde (n=6) pnömotoraks,%2,2’sinde (n=2) yenidoğanın geçici takipnesi, %2,2’sinde (n=2) pnömoni, %3,4’ünde (n=3) mekonyum aspirasyon sendromutanısı bulunmaktaydı. Diğer önemli yatış sebepleri arasında % 29,2 (n=26) ileSSS hastalığı, %22,5 (n=20) ile konjenital kalp hastalığı bulunuyordu. Yoğun bakım yatış günü ortalaması 98,3±63,9 gün olarak saptandı. Yenidoğan yoğun bakım yatış süresi ile doğum ağırlığı arasında anlamlı ilişki vardı (p<0,001). Doğum v ağırlığı azaldıkça yoğun bakımda yatış süresi uzamakta idi. Yenidoğanların %14,6’sı (n=13) geç preterm, %11,2’si (n=10) orta derecede preterm, %13,5’i (n=12) ileri derecede preterm, %22,5’i (n=20) aşırı derecede preterm, %31,5’i (n=28) erken term, %5,6’sı (n=5) term ve %1,1’i (n=1)geç termdi. Doğum haftası ile yoğun bakım yatış günü arasında anlamlı negatif yönlü orta düzey bir ilişki vardı(p<0,001, r=-0,537). Doğum haftası azaldıkça yoğun bakım yatış günü artmakta idi. Yoğun bakım yatışı boyunca yenidoğanların %69,7’si (n=62) non-invaziv mekanik ventilatör, %85,4’ü (n=76) invaziv mekanik ventilatör desteği almıştır. Yenidoğanların % 64’ü (n=57) hem non-invaziv mekanik ventilatör hem invaziv mekanik ventilatör desteğini birlikte almıştır. Yalnız non-invaziv mekanik ventilatör desteği alan hastalar %5,6 (n=5), yalnız invaziv mekanik ventilatör desteği alan hastalar %21,3 (n=19) olarak saptandı. Noninvaziv mekanik ventilatör ve/veya invaziv mekanik ventilatör desteğine ihtiyaç duymayan, yalnızca oksijen desteği alan hastalar %9 (n=8)’du. Taburculukta en sık tanılar %53,9 (n=48) ilebronkopulmoner displazive %38,2 (n=34) ile kronik akciğer hastalığı olarak saptandı. Taburculukta yenidoğanların %74,2’si (n=66) yalnız oksijen konsantratörü, %23,6’sı (n=21) trakeostomi ve ev tipi invaziv mekanik ventilatör , %2,2’si (n=2) ev tipi non-invaziv mekanik ventilatör ile taburcu edildi. Taburculuk sonrası hastaların %30,3’ü (n=27) vefat etmişti.Vefat eden hastaların ortalama yaşam süresi 16,1±18,5 aydı. Non-invaziv mekanik ventilatör ile taburcu edilenlerin %50’si (n=1), trakeostomi/ev tipi invaziv mekanik ventilatör ile taburcu edilenlerin %42,9’u (n=9) vefat etmişti.Non-invaziv mekanik ventilatör ve trakeostomi/ev tipi invaziv mekanik ventilatör ile taburcu edilme ve ölüm arasında anlamlı ilişki saptanmadı. Sonuç olarak solunum sıkıntısı yenidoğan döneminde önemli bir sağlık sorunudur. Farklı etyolojik tanılarla yoğun bakıma kabul edilen hastaların bir kısmında yatış nedenleri tedavi edilse ve çözüme kavuşsa dahi, oksijen ve basınç desteği gereksinimi devam etmekte ve hastaların bazıları solunum destek cihazları ile taburcu edilmektedir. Son yıllarda tıbbi teknoloji ve neonatoloji alanındaki gelişmeler sayesinde çok düşük gebelik haftasına ve çok düşük doğum ağırlığına sahip yenidoğanların sağ kalım oranı giderek artmaktadır. Bu durum evde solunum destek cihazları ile takip edilen hasta sayısını katlayarak artırmaktadır ve bir başka sağlık sorununu doğurmaktadır. Bu artan ihtiyacın karşılanması içinmaddi kaynakların ekonomik kullanımına, gelecek planlamasına ve bu sorunun azaltılması için ileri araştırmalara gerek duyulmaktadır.
  • Öğe
    Pandemi döneminde çocuklarda obezite ve komplikasyonlarının değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2022) Gahnug, Mustafa; Eklioğlu, Beray Selver
    Amaç: COVİD-19 pandemisi tüm dünyayı etkileyen önemli bir morbidite ve mortalite neden olmuştur. Pandemi döneminde son yüzyılda görülmemiş bir sosyal izolasyona neden olmuştur. Bu pandemi dönemi tüm yaş gruplarını etkileyerek daha önceden obezitede elde edilen kazanımların yıllar sürecek bir geri gitmesine neden olacağı birçok yazar tarafından belirtilmiştir. Bu çalışmanın amacı pandemi öncesi ve pandemi sonrası ekzojen obezite nedeniyle çocuk endokrinoloji polikliniğimizde başvuran hastaların dosyalardan retrospektif olarak obezite ve komplikasyonunun araştırılmasıdır. Yöntem: Çalışmamızda, Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı’na [Mart 2019-2020 ile Mart 2020-2021 arasında ekzojen obezite ile] başvuran ve yaşları 2-18 yıl arasında olan hastalar dahil edildi. Antropometrik ölçümleri, lipitler, açlık kan şekeri, insulin, HbA1c, AST, ALT, üst batın ultrason görüntülemeleri ile karşılaştırılarak pandemi öncesi ve pandemi döneminde ekzojen obezite ve metabolik komplikasyonların değerlendirilmesi planlandı. Bulgular: Çalışmamızda pandemiden önce 1 Mart 2019- 15 Mart 2020, pandemiden sonra ise 15 Mart 2020 -30 Mart 2021 olarak ifade edilecektir. Pandemi öncesi grupta hastaların cinsiyet dağılımına baktığımızda %54,5’ini (n=60) erkek ve %45,5’ini (n=50) kızdan oluşmaktaydı. Pandemi öncesi hastaların %30’unda (n=33) prediyabet olduğu, %28,2’sinde (n=30) metabolik sendrom olduğu ve %30,9’unda (n=25) üst batın ultrasonunda hepatosteatoz olduğu görüldü. Pandemi sonrası grupta hastaların cinsiyet dağılımına baktığımızda %47,2’sini (n=68) erkek ve %52,8’ini (n=76) kızdan oluşturmaktaydı. Hastaların %24,3’ünde (n=35) prediyabet olduğu, %45,2’inde (n=61) metabolik sendrom olduğu ve %44,8’inde (n=43) üst batın ultrasonunda hepatosteatoz olduğu görüldü. iii Pandemi sonrası grupta pandemi öncesi gruba göre metabolik sendrom sıklığının daha yüksek olduğu (p=0,008) görüldü. Pandemi sonrası grupta pandemi öncesi gruba göre erkek oranının daha düşük olduğu fakat bu farkın istatistiksel olarak anlamlı olmadığı (p=0,247); pandemi sonrası grupta, pandemi öncesi gruba göre prediyabet sıklığının daha düşük oranda olduğu fakat bu farkın istatistiksel olarak anlamlı olmadığı (p=0,310) ve pandemi sonrası grupta pandemi öncesi gruba göre üst batın ultrasonografide hepatosteatoz sıklığın daha yüksek olduğu fakat bu farkın da istatistiksel olarak anlamlı olmadığı (p=0,058)saptandı. Sonuç: Bu çalışmada COVID-19 kısıtlamaları döneminde ekzojen obezite ve metabolik komplikasyonlarda artış olduğu düşünülmektedir. Pandemi sonrasındaki dönemde özellikle MetS oranında anlamlı artış ((%43,8-%28,2 p:008) olduğu görüldü.
  • Öğe
    Çocuklarda santral sinir sisteminin inflamatuvar demiyelinizan hastalıklarının değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2022) Sayan, Ender; Çaksen, Hüseyin
    Amaç: Çalışmamızda otolog kök hücre nakli (OKHN) yapılmış olan hematolojik maligniteli hastaların engrafman sürelerini ve hastalıksız sağ kalım sürelerini (HSS) değerlendirmeyi ve kliniğimizin sonuçlarını literatür ile karşılaştırmayı amaçladık. Yöntem: Aralık 2011-Aralık 2020 tarihleri arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Hematoloji Bilim Dalında yapılan toplam 113 otolog kök hücre nakli retrospektif olarak hasta kayıt arşiv dosyaları ve hastane bilgi yönetim sistemi üzerinden incelendi. Verilerin analizinde IBM SPSS (v 20.0) kullanıldı. Bulgular: 84 (%74,3) Multiple myelom (MM), 19 (%16,8) non hodgkin lenfoma (NHL), 8 (%7,1) hodgkin lenfoma (HL), 1(%0,9) akut miyeloid lösemi (AML) ve 1(%0,9) T-lenfoblastik lenfoma (T-LBL) hastamız vardı. Hastaların %45,1 kadın, %54,9 erkek idi. Ortanca nötrofil engrafman günü 11 (9-14), trombosit engrafman günü 12 (8-28) olarak bulundu. Ortanca takip süresi 41 ay idi. MM’de 3 senelik genel ve hastalıksız sağ kalım sırasıyla %75 ve %53 olarak, lenfomada 3 senelik genel ve hastalıksız sağ kalım sırasıyla %68 ve %64 olarak saptandı. Sonuç: Ek hastalığa sahip olanların olmayanlara göre nötrofil engrafmanı sürelerinin anlamlı olarak daha uzun olduğu, MM’de immünglobulin G alt tipinin diğer tipler toplamına göre anlamlı olarak daha iyi nötrofil engrafman süresine sahip olduğu saptandı. MM’de 65 yaş ve altında olanların, 65 yaş üzerinde olan hastalara göre genel sağ kalımlarının anlamlı olarak daha iyi olduğu bulundu. Lenfomada erken evre hastalığın ileri evre hastalığa göre anlamlı olarak daha iyi sağ kalım sonuçları olduğu saptandı.
  • Öğe
    Eklem Ağrısı İle Başvuran Çocuklarınretrospektif Değerlendirilmesi.
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2022) Yılmaz, Hilal Seda; Enerrgin, Vesile Meltem
    Artralji eklem ağrısı ile beraberinde inflamatuar belirteçlerin olmadığı, artrit ise eklem ağrısının yanında eklemde şişlik, kızarıklık, ısı artışı ve hareket kısıtlılığından en az birisinin eşlik ettiği yangısal duruma denilir. Eklem ağrısı çocuklarda sık görülen semptomdur ve çok farklı hastalıkların bulgusu olabilir. Çalışmamızın amacı artralji ile başvuran çocuklarda etyolojiyi araştırmak ve kategorize etmek, demografik özelliklerini, hastaların başvuru yerlerine göre dağılımını, en sık başvuru şikayetlerini, başvurduğu bölüme göre yönlendirilen bölümleri tespit etmek ve bu hastaların son durumunu belirlemekti. Ayrıca içinde bulunduğumuz Covid-19 pandemisinin eklem ağrısı ile ilişkisini incelemekti. Çalışmamızda Ocak 2020- Aralık 2021 tarihleri arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı çocuk genel ve yandal (nefroloji, enfeksiyon, hematoloji/onkoloji, acil) polikliniklerine eklem ağrısı ile başvuran hastalar geriye dönük incelendi. Hastaların başvuru şikayetleri, fizik muayeneleri, laboratuvar tetkikleri, radyolojik görüntülemeleri ve sonuç durumu değerlendirildi. İstatistiksel analizler için SPSS 23.0 programı kullanıldı. p <0,05 olması anlamlı kabul edildi. Çalışmaya dahil edilen 293 hastanın yaş ortalaması 125,9±51,3 ay, ortancası 132 (16-210) aydır. Hastalar ana tanı gruplarına göre sınıflandırıldığında yaş bakımından istatiksel olarak anlamlı bir fark saptanmamıştır (p=0,14). Hastaların % 52,9 erkek (n=155), %47,1(n=138)’i kız ve erkek/kız oranı 1/ 1,2 saptandı. Tanı gruplarına göre sınıflandırılarak cinsiyetlerine göre karşılaştırıldığında cinsiyetler bakımından istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmıştır (p=0,013). Çalışmamızda 293 hastanın 163’ünde (% 55,6) artrit, 130’unda (% 44,3) artralji v saptanmıştır. Tanı grupları arasında artrit-artralji varlığı bakımından istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmıştır (p<0,001). Enfeksiyöz (% 66,3) ve inflamatuar (%85,5) grupta artrit oranı belirgin yüksektir. Hastalarımızda tanı olarak en sık bruselloz % 11, 9 (n= 35) ikinci sıklıkla reaktif artrit % 8,8 (n=26) ve üçüncü sıklıkla juvenil idyopatik artrit % 8,5 (n=25) tanısı konulmuştur. Ayrıca hastaların %8,2’ine Henoch-Sconlein purpurası, %6,1’ine raşitizm/D vitamini eksikliği, %5,1’ine viral artrit, %4,4’üne travma, %4,1’ine akut lösemi tanısı konulmuştur. Çalışmamızda olgular incelendiğinde en sık tutulan eklemler sırasıyla diz (%60,1), ayak bileği (%38,5), dirsek (% 11,9) saptanmıştır. Dizde artralji ile başvuran hastada en olası tanı juvenil idyopatik artrit, ayak bileğinde en olası tanı Henoch-Sconlein purpurası, kalçada artralji ile başvuran hastada en olası tanı brucelloz saptanmıştır. Hasta grupları arasında trombosit sayısı (p<0,001), eritrosit sedimantasyon hızı değeri (p<0,001) ve lökosit sayısı bakımından istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmıştır (p<0,001). C-reaktif protein değerindeki artış istatiksel olarak anlamlı değildi. (p>0,005) Artrit ile başvuranlarda artraljiye oranla lökositoz ve eritrosit sedimantasyon hızı yüksekliği anlamlı derecede yüksek oranda saptanmıştır. Sonuç olarak; eklem ağrısı şikayeti çocuklarda sık görülen ve çok farklı sonuç tanıları alabilen bir durumdur. Şikayetin başlama zamanı, hangi eklemlerin tutulduğu, ek şikayet varlığı, fizik muayene özellikleri, ek semptomları, aile öyküsü, travma, çiğ sütten süt ve süt ürünleri tüketimi ve bazı laboratuvar parametreleri ile görüntüleme teknikleri ayırıcı tanıda yol gösterici olabilir. Çocuklarda artraljilerin büyük çoğunluğu akut başlar ve enfeksiyon ile ilişkilidir. Çalışmamızda eklem ağrısı ile başvuran hastalarda en sık görülen tanı bruselloz olmuştur. Brusellanın yüksek oranda olması Konya ve çevresindeki illerde çiğ süt ve süt ürünleri ile beslenme ve hayvancılıkla uğraşmanın yaygın olması ile ilişkilidir. Eklem ağrısı, ateş, iştahsızlık, halsizlik gibi non spesifik şikayetlerle başvurduğundan birçok hastalıkla ayırıcı tanıya girer. Ülkemiz ve bölgemiz gibi halen yoğun brusella görülen bölgelerde ayırıcı tanıda akılda mutlaka bulundurulmalıdır ve pastörize süt ve ürünleri kullanılması teşvik edilmelidir.