Necmettin Erbakan Üniversitesi Kurumsal Akademik Arşivi
DSpace@Erbakan, Necmettin Erbakan Üniversitesi tarafından doğrudan ve dolaylı olarak yayınlanan; kitap, makale, tez, bildiri, rapor, araştırma verisi gibi tüm akademik kaynakları uluslararası standartlarda dijital ortamda depolar, Üniversitenin akademik performansını izlemeye aracılık eder, kaynakları uzun süreli saklar ve yayınların etkisini artırmak için telif haklarına uygun olarak Açık Erişime sunar.

Güncel Gönderiler
Kolon kanserı tanılı hastalarda miyeloid kökenli baskılayıcı hücre (MDSC) oranlarının araştırılması
(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Akbay, Burak Alparslan; Vatansev, Celalettin
Amaç: Kanser, 21. yüzyılda artan görülme sıklığı ve ölüm oranlarıyla küresel çapta
önemli bir sağlık problemi haline gelmiştir.(1). Amerika Birleşik Devletleri'nde kolorektal
kanser (CRC), hem erkek hem kadın popülasyonlarında en yaygın üçüncü malignite olarak
görülmekte olup, yeni kanser vakalarının yaklaşık %8’ini oluşturmaktadır.(2) Kolorektal
kanserlerin standart tedavi algoritması, orta ve yüksek riskli vakalarda cerrahi rezeksiyonun
ardından uygulanan adjuvan kemoterapiyi kapsamaktadır.(3) Ancak adjuvan tedaviye rağmen,
hastaların yaklaşık %20-30’unda hastalığın tekrar ortaya çıktığı bildirilmektedir.(4)
İlk kez 2007 yılında tanımlanan miyeloid kökenli baskılayıcı hücreler (MDSC),
patolojik koşullar altında bağışıklık sisteminin homeostazını düzenleyen kritik hücresel aktörler
olarak kabul edilmektedir.(5, 6) MDSC'ler, bağışıklık düzenlemesindeki görevlerinin yanı sıra,
tümör progresyonunun desteklenmesi ve immünoterapötik yanıtın şekillendirilmesinde de
kritik bir rol üstlenmektedir. Kanser hücreleri, bağışıklık sisteminden kaçış mekanizmalarının
bir unsuru olarak MDSC'lerin immünosupresif kapasitesinden yararlanmakta ve tümör
mikroçevresinde immün baskıyı artırmaktadır.(7, 8) Güncel literatür, malignite vakalarında
periferik dolaşımdaki MDSC seviyelerinin artmasının kötü prognozla pozitif korelasyon
gösterdiğini ortaya koymaktadır.(9)Örneğin Multipl miyelom ve Hodgkin dışı lenfoma gibi
hematolojik malignitelerde MDSC oranlarının belirgin şekilde arttığı; pankreas premalign
lezyonlarında ise özellikle M-MDSC alt grubunun dolaşımdaki oranlarının yükseldiği rapor
edilmiştir.(10, 11)
Bu çalışmanın amacı, kolon kanseri tanısı konulan hastalarda MDSC düzeylerinin
kantitatif olarak ölçülmesi, bu hücresel alt popülasyonların hastalık progresyonu üzerindeki
etkilerinin ortaya konulması, MDSC alt gruplarının klinik değişkenlerle korelasyonlarının
değerlendirilmesi ve kolon kanseri immünolojisine ilişkin literatürdeki mevcut boşluğun
doldurulmasına katkı sağlamaktır.
Materyal ve Metod: Bu çalışma, Eylül 2024 ile Mart 2025 tarihleri arasında 21 kolon
kanseri tanısı alan hasta ve 21 sağlıklı kontrol grubu dahil edildi. Çalışmaya uluslararası
kılavuzlardaki (12) kriterlere göre klinik ve laboratuvar bulguları doğrultusunda kolon kanseri
tanısı alan hastalar ile hiçbir malignite öyküsü bulunmayan, 18 yaş ve üzeri sağlıklı bireyler
oluşturdu.
Hasta ve kontrol gruplarından, rutin tetkikler sırasında alınan venöz kan örnekleri
kullanılmış olup, her bireyden 2 mL EDTA'lı tüplere alınan kan örnekleri değerlendirmeye
alındı. Hastalara ait demografik (yaş, cinsiyet vb.), klinik (başvuru şikayeti, eşlik eden ek
hastalıklar vb.), radyolojik (BT sonuçları vb.) ve rutin laboratuvar (tam kan sayımı,
biyokimyasal parametreler vb.) tetkikleri, cerrahi sonrası patoloji sonucu (evreleme) hasta
dosyasından retrospektif olarak elde edildi. Çalışmada total MDSC, M-MDSC, PMN-MDSC,
immature PMN-MDSC ve mature PMN-MDSC oranları akan hücre ölçer ile değerlendirildi.
Bu amaçla CD14 (PerCp Cy5.5), CD15 (FITCH), CD16 (PE), CD11b (APC), CD66b (PE Cy7),
HLA-DR (APC Cy7) monoklonal antikorlar (mAb)’ı kullanıldı.
İki ml kan örneği 1:1 oranında Fosfat Tamponlu Salin (PBS) ile karıştırılıp ardından
Histopaque 1077 ile 2000 g’de 30 dk boyunca gradiyent santrifüj yapıldı Santrifüj sonrası
periferal mononükleer hücre (PBMC) katmanı aspire edilip yeni bir tüpe aktarıldı ve yeniden
PBS içinde süspanse edildi. Aşağıda özetlenen protokolüne göre yüzey boyama başmakları
uygulandı.500 μl PBS içinde süspanse edilen pellet süspansiyonundan 100 μl alınıp yeni bir
test tüpüne aktarıldı.Üzerine 10’ar μl CD14 (PerCp Cy5.5), CD15 (FITCH), CD16 (PE),
CD11b (APC), CD66b (PE Cy7), HLA-DR (APC Cy7) mAb’ler ilave edilip karanlıkta oda
sıcaklığında 15 dakika boyunca inkübe edildi.İnkübasyonun ardından PBS solüsyonu ile
yıkanıp Beckman Coulter akan hücre ölçer cihazında hücre sayımı (en az 100.000) yapılıp
Beckman Coulter Kaluza Analysis Software ile de analizi yapıldı. Total MDSC’ler HLA-DRCD11b+,
total PMN-MDSC’ler HLA-DR-D11b+CD15+CD66b+CD14- ve M-MDSC’ler ise
HLA-DR-CD11b+CD15-CD66b-CD14+ hücreler olarak tanımlandı. PMN-MDSC’ler içinden
CD14-CD16+ hücreler mature PMN-MDSC, CD14-CD16- hücreler immature PMN-MDSC’yi
oluşturdu. Sonuçlar: Hasta ve kontrol grupları karşılaştırma sonuçlara göre; hasta grubunda MDSC %,
PMN-MDSC %, M-MDSC %, immatür PMN-MDSC % ve matür PMN-MDSC % düzeyleri
kontrol grubuna kıyasla anlamlı derecede yüksek bulunmuştur (p<0.05). Ortalama değerlere
bakıldığında, özellikle PMN-MDSC % (hasta: 40.44, kontrol: 4.40) ve MDSC % (hasta: 25.20,
kontrol: 4.75) düzeylerinde belirgin fark dikkat çekmektedir. Bu bulgular, kolon kanseri
hastalarında miyeloid baskılayıcı hücre oranlarının anlamlı biçimde arttığını göstermektedir
Tartışma:Çalışmamızda kolon kanserli hastalarda hastalık evresi ilerledikçe MDSC ve
alt popülasyonlarının (PMN-MDSC, M-MDSC) periferik kandaki oranlarının belirgin biçimde
arttığı görülmüştür. Özellikle immatür (olgunlaşmamış) granülositik MDSC’lerde ileri evrede
dramatik bir birikim söz konusudur. Bu bulgular, ileri evre hastalarda tümörün immün sistemi
daha fazla baskıladığı ve MDSC birikiminin tümör progresyonu ile ilişkili olduğu düşüncesini
desteklemektedir. Sonuç olarak, MDSC yüzdeleri ile kolon kanseri evresi arasında güçlü bir
pozitif ilişki saptanmış olup, bu hücresel verilerle hastalığın ilerleme süreci anlamlı ölçüde
izlenebilmektedir. MDSC % ve PMN-MDSC %'nin kolon kanserinde hastalık varlığıyla güçlü
bir şekilde ilişkili olduğunu ve bu parametrelerin tanısal ve prognostik biyobelirteçler olarak
klinik kullanım potansiyeline sahip olabileceğini göstermektedir.
Kolorektal kanser tanılı hastalarda serum D vitamini düzeylerinin sağkalım sonuçlarına etkisinin değerlendirilmesi
(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Uyar, Berfin; Artaç, Mehmet
Amaç: Kolorektal kanser görülme sıklığı açısından üçüncü, mortalite açısından ikinci sırada kanser olup prognozu ve sağkalımı iyileştirmeye yönelik birçok çalışma yapılmaktadır. D vitamini ile birçok kanserin ilişkili olduğu bilinmekle beraber kolorektal kanser için düşük D vitamini düzeyi risk faktörü olarak kabul edilmektedir. Yeni çalışmalarda tedavi sürecinde de önemli etkileri olduğu kabul edilmiş ve cerrahi tedavi veya kemoterapi tedavisi sonrası plazma seviyesinin yüksek olması daha iyi sağkalım ile ilişkili bulunmuştur. Bu çalışmada kolorektal kanser tanısı almış hastalarda D vitamini düzeyinin ve D vitamini replasmanının sağkalıma etkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Materyal ve Metot: Çalışmamıza Ocak 2012- Aralık 2021 tarihleri arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Tıbbi Onkoloji Kliniği’nde kolorektal kanser tanısı ile takipli ve serum D vitamin düzeyi bakılmış 243 hasta dahil edildi. Bu hastaların verileri retrospektif olarak dosya kayıtlarından ve hastane otomasyon sisteminden elde edildi. Hastaların demografik, klinik ve patolojik özellikleri, almış olduğu tedaviler, tanı aldığı dönemdeki D vitamini düzeyi, D vitamini replasmanı yapılıp yapılmadığı kaydedilip sağkalım ile ilişkisi analiz edildi.
Bulgular: Kolorektal kanser ile takipli D Vitamini düzeyi bakılmış hastalarda D vitaminin kolorektal kanserde sağkalıma etkisinin değerlendirildiği çalışmamızda hastaların tanı esnasında 243 hastanın 190’ında (%78,2) D vitamini düzeyi düşük, 53’ünde (%31,2) normaldi. Bakılan 239 hastanın 91’i (%38,1) D vitamini replasmanı aldı, 148’i (%61,9) almadı. Tanı esnasındaki D vitamini düzeyinin genel sağkalıma anlamlı bir istatistiksel etkisi bulunmamıştır fakat ortalama sağkalım süresi D vitamini düzeyi yüksek olanlarda daha uzun görüldü (p=0,110). D Vitamini replasmanının genel sağkalıma etkisi istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p=0,001). D vitamini replasmanı alan hastalar metastatik olan ve olmayanlarda sağkalım sonuçları değerlendirildi. Metastatik olmayan evre 1 ve 2 hastalar grup 1, metastatik evre 3 hastalar grup 2, evre 4 hastalar grup 3 şeklinde ayrı değerlendirildi. D vitamini replasmanı alan 91 hastadan 46’sı (%50,5) grup 1, 27’si (%29,7) grup 2, 18’i (%19,8) grup 3’tü. Grup 1 hastalarda medyan sağkalım süresi ortalaması 112,2 ay (CI: 94,5-130,0) ay, grup 2 hastalarda medyan sağkalım süresi ortalaması 86,5 (CI: 70,5-102,4) ay, grup 3 hastalarda medyan sağkalım süresi ortalaması 51,4 (CI: 39,6-63,3) ay bulundu. D Vitamini replasmanın sağkalım üzerine metastatik olmayan hastalarda daha etkili olmak üzere tüm evrelerde etkili olduğu ancak evre 4 hasta grubunda tümör evresinin sağkalım üzerine etkisinin güçlü olduğu görüldü (P=0,001).
Sonuç: Kolorektal kanserli hastalarda adjuvan kemoterapiye ek olarak D Vitamini replasmanı yapılmasının genel sağkalıma uzattığı gösterilmiştir. Bu sonuçlarla adjuvan kemoradyoterapiyle beraber hastalara D Vitamini replasmanı yapılması kolorektal kanserde tedavinin bir parçası olarak gelecekte değerlendirilebilir.
Beta Talasemi Majör hastalarında bir yıllık optik koherens tomografi anjiyografi değişiklikleri ve kardiyak-karaciğer MR ile ekokardiyografi korelasyonları
(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Şahin, Küpra Balban; Belviranlı, Selman
Amaç: Bu çalışmanın amacı, Beta Talasemi Majör hastalarında bir yıl süresince Optik Koherens Tomografi Anjiografi (OKTA) ile retinal mikrovasküler değişimleri incelemek ve bu bulguların kardiyak ve karaciğer Manyetik Rezonans (MR) görüntüleme sonuçları ile ekokardiyografik ölçümlerin olası korelasyonlarını değerlendirmektir.
Yöntem: Bu prospektif çalışma, Mayıs 2023 ile Ağustos 2024 tarihleri arasında kliniğimizde takip edilen 30 Beta Talasemi Majör hastasını kapsamaktadır. Başlangıçta tüm hastalara göz taraması yapılarak OKTA ölçümleri, ekokardiyografi, ve kardiyak-karaciğer MR incelemeleri gerçekleştirilmiştir. Hastalar, 6. ve 12. aylarda tekrar değerlendirilmiş; OKTA, ekokardiyografi ve MR tetkikleri yeniden uygulanmıştır. OKTA taramalarında damar yoğunluğu değerleri ölçülmüştür. Ekokardiyografik incelemeler yapılmış; kardiyak parametreler değerlendirilmiştir. Kardiyak ve karaciğer demir birikimi ile fibrozis tespiti MR cihazı kullanılarak gerçekleştirilmiştir.
Bulgular: Çalışmaya alınan 30 Beta Talasemi Majör hastasında, retinal mikrovasküler değişiklikler, kardiyak ve karaciğer fonksiyonları ile ilişkilendirildi. 1 yıllık takip sonucunda, sağ göz yüzeyel kapiller pleksus yoğunluğu (KPY) tüm alan, superior ve inferior ölçümlerinde anlamlı düşüşler; sol göz yüzeyel KPY fovea ölçümünde anlamlı düşüş; sağ göz derin KPY inferior ve perifovea ölçümlerinde anlamlı düşüşler gözlemlendi, sol göz derin kapiller pleksus dansitesinde istatistiksel anlamlı düşüş saptanmadı. Kardiyak ve karaciğer MR verilerinde, relaksasyon zamanlarında anlamlı azalmalar kaydedildi.
Sonuç: Beta Talasemi Majör hastalarında 1 yıllık takip sürecinde OKTA, retinal mikrovasküler değişikliklerin erken tespiti için potansiyel bir araç olarak değerlendirilmektedir. Özellikle kapiller pleksus yoğunluklarındaki değişiklikler ile kardiyak ve karaciğer fonksiyonları arasında bazı ilişkiler gözlemlendi. Ancak, bu
Reperfüzyon tedavisi uygulanan ve uygulanmayan iskemik inmeli hastalarda kan glukoz düzeyinin prognoza etkisi
(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Erduhan, Veli; Koçak, Sedat
Amaç: Bu çalışmanın amacı, akut iskemik inme olgularında reperfüzyon tedavisi uygulanan ve uygulanmayan hastalarda stres hipergliseminin (SH) prognoz üzerindeki etkisini belirlemektir.
Gereç ve yöntem: Çalışmaya son 24 saat içinde inme semptomları ile başvuran ve kranial BT ve difüzyon MR görüntülemede akut iskemik inme tanısı alan 18 yaşından büyük 1023 hasta retrospektif olarak dahil edildi. Hasta kayıtlarından demografik bilgiler, başvuru semptomları, Glasgow Koma Skalası (GKS) skoru, başvuru kan glukoz düzeyi, HbA1c düzeyi belirlendi. Stres Hiperglisemi Oranı (SHO) hesaplandı. Reperfüzyon tedavisi, tedaviden 24 saat sonra iyileşme yanıtı, intrakranial kanama varlığı ve hastane sonuçları analizlere dahil edildi. Elde edilen verilerin hastane sonlanımı üzerine etkisi istatistiksel olarak analiz edildi.
Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 68,8 ± 13,7 yıl (18-100 yıl) idi. Hastaların %46'sı kadındı. Olguların %88,8'ine komorbid hastalıklar eşlik etmekteydi. Hastaların %15'ine reperfüzyon tedavisi uygulanmıştı. Reperfüzyon uygulanan hastaların %17'sinde intrakranial kanama görülürken, intrakranial kanamaların %80,8'i medikal olarak tedavi edilmişti. Univaryant analizlerde, ölen hastalarda başvuru glukoz (p=0.001) ve SHO (p<0.001) düzeylerinin daha yüksek olduğu izlendi. ROC analizleri, başvuru glukoz düzeyi (AUC=0,603) ve SHO'nun (AUC=0,635) mortalitede belirleyici olduğunu gösterdi. SHO hem diyabeti olanlarda (AUC=0,647) hem de olmayanlarda (AUC=0,619) mortalite için belirleyici idi. Analizlere yalnızca reperfüzyon tedavisi alanlar dahil edildiğinde, SHO ve başvuru glukoz düzeyinin mortalite veya intrakranial kanama için belirleyici olmadığı izlendi (p>0,05). Multivaryant analizlerde, SHO (OR=2,64), koroner arter hastalığı (OR=2,15), tek taraflı güç kaybı (OR=2,00), kadın cinsiyet (OR=1,78) ve yaşın (OR=1,02) mortalite riskini arttırdığı, GKS skorunun ise mortalite ile ters orantılı olduğu görüldü (OR=0,63).
Sonuç: Başvuru glukoz düzeyi ve SHO, akut iskemik inme hastalarında mortalitenin önemli belirleyicileridir. Başvuru glukoz düzeyinin aksine, SHO diyabet varlığından etkilenmemektedir. Bununla birlikte, SHO ve başvuru glukoz düzeyi reperfüzyon tedavilerinin sonucunu öngörmede tek başına kullanılması yararlı olmayabilir.
Spinal musküler atrofi hastalarında telomer uzunluğunun değerlendirilmesi
(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Altındaş, Betül Okur
Amaç: Spinal musküler atrofi (SMA) otozomal resesif geçişli, alfa motor nöronlarının dejenerasyonuna bağlı olarak gelişen, ilerleyici kas zayıflığı ve atrofi ile karakterize bir hastalıktır. Hastalık, SMN proteinini kodlayan SMN1 geninin biallelik fonksiyon kaybı sonucu oluşur. SMN proteini, telomeraz holoenziminin birleştirildiği Cajal cisimciklerinde lokalize olur ve protein etkileşimlerini değiştirerek telomeraz biyogenezinde önemli bir rol oynar. Bu nedenle çalışmamızda, SMA hastalarında telomer uzunluğu sağlıklı kontrollerle karşılaştırılarak değerlendirilmiştir. Ayrıca literatürde ilk kez gen replasman tedavisinin (onasemnogene abeparvovec) telomerler üzerindeki olası etkileri araştırılmıştır.
Yöntem: Periferik kan lenfositlerinde rölatif telomer uzunluğu, SensiFAST SYBR Master Mix-No ROX Real-Time PZR Kiti (Meridian Bioscience Inc.; Cincinnati, Ohio, ABD) kullanılarak ölçülmüştür. Çalışmaya, 58’i SMA hastası ve 58’i yaş ve cinsiyet açısından eşleştirilmiş sağlıklı bireylerden oluşan toplam 116 kişi dahil edilmiştir. SMA grubundaki 58 hastanın 19'u gen tedavisi almıştır.
Bulgular: Gen tedavisi almayan SMA hastalarında telomer uzunluğu, sağlıklı kontrollerinkinden daha kısa bulunmuştur (p=0,029). Gen tedavisi alan grupta ise hasta ve kontroller arasında anlamlı bir fark saptanmamıştır (p=0,108). Ayrıca gen replasman tedavisi almış ve almamış hastaların telomerleri birbiriyle karşılaştırıldığında arada anlamlı farklılık izlenmiştir (p=0,012).
Sonuç: Spinal Musküler Atrofi, çocukluk çağının en sık görülen nöromüsküler hastalıklarından biridir. Bu çalışmada SMA hastalarında telomerlerin kısaldığı ve gen tedavisinin telomer kısalmasını önleyebildiği gözlemlenmiştir. Telomer kısalmasının SMA patogenezine nasıl katkıda bulunduğu henüz açıklığa kavuşmamış olmakla birlikte, SMN protein eksikliğinin telomeraz biyogenezini bozması, olası mekanizmalardan biridir. Telomer kısalması, SMA'da hastalığın şiddetini artıran bir faktör olabileceği gibi, aynı zamanda potansiyel bir tedavi hedefi de olabilir. Bu mekanizmanın daha ayrıntılı olarak aydınlatılması, bu klinik tabloya yönelik yeni araştırmalara ve tedavi stratejilerine zemin hazırlayabilir.