Necmettin Erbakan Üniversitesi Kurumsal Akademik Arşivi

DSpace@Erbakan, Necmettin Erbakan Üniversitesi tarafından doğrudan ve dolaylı olarak yayınlanan; kitap, makale, tez, bildiri, rapor, araştırma verisi gibi tüm akademik kaynakları uluslararası standartlarda dijital ortamda depolar, Üniversitenin akademik performansını izlemeye aracılık eder, kaynakları uzun süreli saklar ve yayınların etkisini artırmak için telif haklarına uygun olarak Açık Erişime sunar.




 

Güncel Gönderiler

Öğe
Kistik fibrozisli hastaların uzun dönem takibi, tek merkez deneyimi
(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Kaya, Onur; Pekcan, Sevgi
Amaç: Kistik Fibrozis (KF), vücutta birçok organın epitel hücrelerinde bulunan ve iyon taşınımından sorumlu olan bir proteini kodlayan Kistik Fibrozis Transmembran Regülatör (KFTR) geninde oluşan mutasyonlara bağlı gelişen, otozomal resesif geçişli kalıtsal bir hastalıktır. Bu araştırmada; çocukluk ve yetişkinlik dönemini kapsayan hasta grubunun izlem süresince karşılaşılan sağlık sorunları, klinik özellikleri ve hastalığın gidişatını etkileyen unsurlar değerlendirilerek, bu faktörler arasındaki ilişkilerin daha net biçimde anlaşılması, hastalığın uzun vadeli etkilerine dair bilgi edinilmesi ve hastaların yaşam standartlarını yükseltmeye yönelik çözüm önerileri sunulması amaçlanmıştır. Yöntem: Bu çalışmada, Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Çocuk Göğüs Hastalıkları Polikliniği'nde izlenip tedavi edilen 156 KF hastasının demografik verileri ile laboratuvar ve klinik bulguları geriye dönük olarak değerlendirilmiştir. Araştırmaya, mutasyon analizi ve ter testi sonuçları doğrultusunda tanı kriterlerini karşılayan ve demografik bilgileri, klinik özellikleri ile laboratuvar verileri düzenli ve eksiksiz şekilde takip dosyalarına kaydedilmiş olan hastalar dahil edilmiştir. Bulgular: Hastaların 74’ü (%47,4) erkek, 82’si (%53,6) kızdı ve ortalama tanı yaşı 3 ay olarak belirlendi. Takip süresinin ortancası 96 ay idi. Olguların 70’inde (%44,9) en az bir kez Pseudomonas aeruginosa, 31’inde (%19,9) ise en az bir kez Staphylococcus aureus üremesi tespit edildi. En sık başvuru nedenleri yenidoğan tarama programı ile yönlendirilme, PBS ve kardeş öyküsü olarak kaydedildi. Mutasyon analizlerinde en sık gözlenen varyant %37,8 oranıyla F508del olup, bunu %11,5 oranıyla N1303K izledi. Hastaların ortalama FEV1 yüzdesi 89, FVC yüzdesi 65,2 ve FEF 25–75 hacmi 2,24 litre olarak saptandı. Beslenme durumu ile FEV1/FVC oranı arasında anlamlı fark vardı (p=0,020); bu farkın, beslenme durumu yetersiz olan hastalarda FEV1/FVC oranının normal beslenme durumuna sahip hastalara göre daha düşük olmasından kaynaklandığı belirlendi. Çalışmamızda MI olanlarda, olmayanlara göre FEV1/FVC oranı ve FEV1 yüzdesi olmayanlardan anlamlı ve daha düşüktü (sırasıyla p=0,005; p=0,020). Hayatlarının herhangi bir döneminde kronik kolonizasyon gelişen hasta sayısı 48 olup, bu sayı, toplam hasta grubunun %30,8’ini oluşturmaktadır. Pseudomonas aeruginosa üremesi olan hastalarda FEV1 hacmi, FEV1 yüzdesi ve FEF 25–75 değerleri, üremesi olmayanlara göre anlamlı düzeyde düşük saptanmıştır (p<0,05). Ayrıca, hastaların yaşı ile Pseudomonas aeruginosa ilk üreme yaşı arasında anlamlı düzeyde yüksek korelasyon bulunmuştur (r=0,748; p<0,001). Modülatör tedavi alan 33 hasta mevcuttu. Bu hastalarda modülatör tedavi öncesi %48,5’inin, tedavi sonrası ise %45,5’inin beslenme durumu yetersizdi. Modülatör tedavi öncesi hastaların %36,4’ünde, sonrasında ise %21,6’sında kronik kolonizasyon olduğu belirlendi (p=0,063). Ayrıca, modülatör tedavi sonrası FEV1, FVC ve FEF 25–75 değerlerinde modülatör tedavi öncesine kıyasla anlamlı artış, ter testi sonuçlarında ise anlamlı düşüş gözlendi (sırasıyla p<0,05; <0,001). Sonuç: Hastaların erken tanı almasının yanında nütrisyonel durum ve kültür üreme durumlarının yakın takip edilip gerekli tedavilerinin yapılması hastaların yaşam kalitesi ve yaşam süresi üzerine olumlu etki edecektir.
Öğe
Pulmoner embolide erken mortaliteyi öngörmede modifiye qanadli indeksinin değerlendirilmesi
(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Önal, Uğur Basri; Bakdık, Süleyman
Amaç: Pulmoner emboli, venöz sistemde oluşan trombüsün pulmoner arteryel sisteme embolize olmasıdır. Akut başlangıçlı bir durum olup şiddetli kalp yetmezliği ve ölüme neden olabilir. Hastane içi mortalite oranı %4, 30 günlük mortalite de %13’tür. Hastalığın ciddiyeti ve erken mortlite riskini öngörmek oldukça önemlidir. Qanadli indeksi, akut pulmoner emboli hastalarında pulmoner arter tutulumu şiddetini değerlendirmek için kullanılabilir. Ancak, pulmoner infarktüs ve sağ ventrikül/sol ventrikül oranının bu indeksle birlikte değerlendirilmesinin, bu hastalardaki mortaliteyi daha iyi bir şekilde tahmin etmeye yardımcı olabileceği düşünülmektedir. Bu çalışmada, PE hastalarının pulmoner BT anjiyografisinde Qanadli indeksine "pulmoner infarkt ve artmış RV/LV oranı" nı ekleyerek yeni bir indeks tasarlamayı ve kısa vadeli mortaliteyi öngörmedeki rolünü değerlendirmeyi amaçladık. Gereç ve Yöntem: Bu retrospektif çalışmaya 327 akut pulmoner emboli hastası dahil edildi. Hastalar, 30 gün içinde ölenler ve hayatta kalanlar olarak iki gruba ayrıldı. Ardından, hastaların bilgisayarlı tomografi anjiyografileri değerlendirildi. Hastaların RV/LV çap oranı ve pulmoner arter tıkanıklık indeksi (PAOI) hesaplandı. Hastaların bilgisayarlı tomografi taramaları pulmoner infarktüs açısından incelendi. RV/LV oranı ve pulmoner infarktüs PAOI'ye eklenerek, yeni bir indeks olan modifiye Qanadli skoru oluşturuldu. Mortalitenin prediktörlerini bulmak için lojistik regresyon analizleri yapıldı. Bulgular: Pulmoner infarktüs skoru ve PAOI skorunu RV/LV oranı skoruna ekleyerek, mortaliteyi tahmin etmek için odds oranı (OR) 1,31’e yükseldi. Bu fark istatiksel olarak anlamlıydı. Bulgularımıza dayanarak, kısa vadeli mortaliteyi tahmin etmek için en yüksek OR, pulmoner infarktüs skoru ile elde edildi ve regresyon analizinde 3,1 olarak bulundu. Sonuç: Yeni modifiye Qanadli indeksi, pulmoner emboli hastalarında kardiyovasküler parametrelerdeki değişiklikleri ve kısa vadeli mortaliteyi tahmin etme konusunda Qanadli indeksine ve RV/LV oranına göre daha fazla yeteneğe sahiptir. Ancak Neda Akhoundi ve arkadaşlarının çalışmasında olduğu kadar yüksek öngördürücü çıkmadı. Bizim çalışmamızda en yüksek skorun enfarkt skoru olduğu belirlendi.
Öğe
Ailelerin duygusal yeme durumlarının çocukların kahvaltı alışkanlıkları, kantin kullanımları ve antropometrik ölçüm sonuçları ile ilişkisi
(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Hacılar, Esra; Demir, Lütfü Saltuk
Amaç: Bu çalışmada ortaokul öğrencilerinin ailelerinin duygusal yeme durumlarının çocukların kahvaltı alışkanlıklarına, kantin kullanımlarına ve antropometrik ölçüm sonuçlarına etkisini araştırmak amaçlanmıştır. Yöntem: Bu çalışma Ekim 2024- Aralık 2024 tarihleri arasında yürütülmüş kesitsel tipte bir epidemiyolojik araştırmadır. Araştırmanın evreni Konya ili Meram ilçesinde eğitim veren ortaokulların 5-6-7-8. sınıf öğrencileri ve bu öğrencilerin aileleridir. Araştırmada basit rastgele örnekleme yöntemi kullanılmış ve çalışma 825 kişi ile tamamlanmıştır. Öğrencilere ve öğrencilerin ailelerine literatür taranarak araştırmacı tarafından hazırlanan anket formu ve duygusal yeme ölçeği uygulanmış olup öğrencilerin boy ve vücut ağırlıkları araştırmacı tarafından ölçülmüştür. Veriler beden kitle indeksi olarak düzenlenmiştir. Analizlerde ki-kare, Kruskal Wallis, Student T testi, Mann Whitney U, regresyon ve iki yönlü ANOVA testleri kullanılmıştır. Bulgular: Çocukların %23,8’i fazla kilolu ve obezdi. Çocukların %68,8’i her gün kahvaltı yapmakta, %90,3’ü kahvaltıda simit/poğaça tüketmekteydi. Çocukların %15,4’ü her gün kantinden alışveriş yapmakta, %69,8’i çikolata/gofret tüketmekteydi. Ebeveynlerin %56,0’sı duygusal yiyiciydi. Ebeveynlerin duygusal yiyici olma durumuna göre çocuklarının kahvaltıda şeker ile domates/salatalık tüketme sıklığında anlamlı fark saptandı. Duygusal yiyici olmayan ebeveynlerin çocuklarının düşük kilolu olduğu saptandı. Ailelerin duygusal yeme ölçeğinden aldığı puanın 1 değer artması çocukların fazla kilolu olma riskini 1,04 kat artırmaktaydı. Sonuç: Duygusal yiyici olan ebeveynlerin çocuklarının kahvaltıda tükettiği besinlerin daha sağlıksız olduğu, duygusal yiyici olmayan ebeveynlerin çocuklarının düşük kilolu olduğu belirlenmiştir. Bu durum ebeveynlerin, çocukların beslenme alışkanlıklarında önemli etkilerinin olduğunu göstermektedir.
Öğe
Serum prestin düzeyinin ve otoakustik emisyon testinin sensorinoral işitme kaybındaki tanısal değeri
(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Üren, Fatma Ardıç; Arbağ, Hamdi
Amaç: Bu çalışma, sensörinöral işitme kaybı (SNİK) tanısı alan bireylerde serum prestin düzeyinin tanısal değerini ve bu biyobelirtecin otoakustik emisyon (OAE) test sonuçlarıyla ilişkisini değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Ayrıca işitme kaybının klinik seyrinin (ani başlangıçlı ya da yavaş ilerleyici) serum prestin seviyeleri üzerine etkisinin değerlendirilmesi amaçlanmaktadır. Bu kapsamda, unilateral (tek taraflı) ve bilateral (çift taraflı) SNİK’li hastalarda ölçülen serum prestin düzeyleri sağlıklı bireylerle karşılaştırıldı; elde edilen veriler OAE test sonuçları ile korelasyon açısından analiz edildi. Yöntem: Prospektif ve kesitsel tasarımlı bu çalışmaya, 40 bilateral SNİK’li, 40 unilateral SNİK’li ve 40 sağlıklı birey olmak üzere toplam 120 katılımcı dahil edildi. Tüm katılımcıların ayrıntılı kulak burun boğaz muayenesi yapıldı ve saf ses odyometrisi ile işitme düzeyleri belirlendi. USNİK grubundaki işitme kaybı olgularının hepsi ani başlangıçlı idiopatik SNİK’i takiben kalıcı işitme kaybı gelişen hastalardan oluşmaktaydı. Bilateral kayıp grubunda 50 yaş üzeri hastalarda presbiakuzi (yaşa bağlı ilerleyici işitme kaybı) etiyolojisi mevcutken, daha genç BSNİK hastalarında belirgin bir neden yoktu. Serum örneklerinde prestin düzeyleri ELISA yöntemi ile kantitatif olarak ölçüldü. Koklear dış tüy hücre işlevini değerlendirmek üzere OAE testleri (transient uyarılmış ve distorsiyon ürünü OAE) uygulandı; OAE yanıtları prestinle olan ilişkiyi tespit edebilmek için standardize kriterlere göre “geçti” veya “kaldı” şeklinde kaydedildi. Gruplar yaşın etkisini görebilmek amacıyla 50 yaş altı ve üstü şeklinde alt gruplara ayrıldı (her grupta 20 kişi <50 yaş, 20 kişi ≥50 yaş) ve elde edilen veriler istatistiksel olarak karşılaştırıldı. Prestin seviyelerinin gruplar arası karşılaştırılmasında non-parametrik testler kullanıldı. OAE ve odyometri sonuçları ile prestin arasındaki ilişki Spearman korelasyonu ile incelendi. Bulgular: Serum prestin ortanca değeri, sağlıklı bireylerde en yüksek, bilateral SNİK grubunda orta düzeyde, unilateral SNİK grubunda ise en düşük olarak saptandı (sırasıyla ~1184, ~837 ve ~400 pg/ml; p<0,001). Bilateral SNİK’li hastalarda prestin düzeyleri unilateral olgulara göre anlamlı derecede yüksekti (p=0,012). OAE test sonuçları ile serum prestin düzeyleri arasında bazı frekanslarda istatiksel olarak anlamlı korelasyonlar saptandı. USNİK grubunda sağ kulak OAE yanıtı alınabilen hastaların prestin seviyeleri, OAE alınamayanlara kıyasla anlamlı olarak daha yüksekti (p=0,034). Örneğin, tek taraflı SNİK’li hastalar arasında etkilenen kulakta TEOAE cevabı mevcut olanlarda prestin medyanı ~462 pg/ml iken, OAE alınamayanlarda
Öğe
Tavuk sternal kıkırdak ksenogreftlerinin tavşan modelinde histopatolojik biyouyumluluk analizi
(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Orhan, Miyase; Eryılmaz, Mehmet Akif
Amaç: Bu çalışmada, desellülarizasyon ve sterilizasyon işlemlerine tabi tutulan tavuk sternal kıkırdağının, auriküler otolog kıkırdak greftleriyle histopatolojik düzeyde karşılaştırılması ve bu materyalin biyouyumluluk özellikleri ile taşıyıcı skafold potansiyelinin deneysel hayvan modeli üzerinde değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmada 12 adet beyaz Yeni Zelanda tavşanı kullanıldı. Ksenogreftler, kesimhaneden temin edilen tavuklardan elde edilerek %2 sodyum dodesil sülfat içeren desellülarizasyon protokolünden geçirildi ve etilen oksit ile sterilize edildi. Her tavşana 4 otogreft ve 4 ksenogreft implante edildi. Greftler 1. hafta, 1, 3 ve 4. ayda çıkarıldı. Histopatolojik analizler Hematoksilen-Eozin, Alcian Blue, Masson Trichrome, Toluidin Blue ve Glial Fibriler Asidik Protein immünohistokimyasal boyaları ile gerçekleştirildi. Kondrosit nükleus kaybı, periferik kondrosit proliferasyonu, vaskülarizasyon, inflamasyon, fragmentasyon, dev hücre oluşumu, kemik metaplazi, kalsifikasyon, fibrozis, rezorpsiyon, glikozaminoglikan miktarı, kollajen düzeyi, metakromazi ve rejenerasyon kapasitesi parametreleri değerlendirildi. Bulgular: Makroskopik olarak, yalnızca bir deneğe ait 1. ve 3. ay greftleri hariç tüm greftler eksplantasyon sırasında yerinde gözlendi. Otogreft ve ksenogreft gruplar karşılaştırıldığında, kondrosit nükleus kaybı, inflamasyon, greft rezorbsiyonu, GAG miktarı korunumu ve dev hücre varlığı gibi histopatolojik parametre açısından otogreft lehine anlamlı farklar saptandı (p<0,05). Buna karşılık, kemik metaplazi, kalsifikasyon ve matriks kolajen içeriği tüm zaman noktalarında her iki greft türünde benzer düzeydeydi (p>0,05). Zamana bağlı analizlerde; kondrosit nükleus kaybı, inflamasyon, dev hücre oluşumu, greft rezorbsiyonu ve GAG miktarı gibi parametrelerde anlamlı değişiklikler izlendi ve bu değişimlerde greft tipinin de belirgin etkisi olduğu tespit edildi (p<0,001). Ancak matriks kolajen içeriği ile rejenerasyon kapasitesi dört aylık takip boyunca stabildi ve greft tipine bağlı anlamlı bir fark göstermedi (sırasıyla p=0,204, p=0,936). Sonuç: Bu çalışma, desellülarize edilmiş tavuk sternal kıkırdağının otogreft auriküler kıkırdakla histopatolojik düzeyde karşılaştırıldığı literatürdeki ilk deneysel hayvan modelini sunmaktadır. Elde edilen bulgular, otogreftlerin biyolojik stabilite açısından üstün olduğunu göstermiştir. Ancak tavuk sternal kıkırdağı, şekillendirilebilir yapısı, morfolojik uygunluğu, biyogüvenliği ve taşıyıcı skafold potansiyeliyle klinik uygulamalar için umut vadeden bir ksenogreft alternatifi olarak öne çıkmaktadır. Bu materyalin, morfolojik stabilitesi ve şekillendirilebilir yapısı sayesinde, biyomühendislik temelli modifikasyonlarla nazal cerrahi ve rekonstrüktif prosedürlerde klinik olarak uygulanabilir bir skafold adayı olabileceği öngörülmektedir.