Cerrahi Tıp Bilimleri Bölümü Tez Koleksiyonu
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Güncel Gönderiler
Öğe Onkolojik kolorektal cerrahilerde postoperatif riskleri öngörmede hangisi daha değerli? asa skorlaması, prognostik nutrisyonel indeks, mini nutrisyonel değerlendirme, kırılganlık ölçeği(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Sayılmaz, Utku; Erol, AtillaAmaç: Çalışmamızda elektif laparaskopik onkolojik kolorektal cerrahi planan, 65 yaş ve üzeri hastaları, preoperatif olarak ASA, FRAIL, MNA-SF, PNI skorları ile kırılganlık ve malnütrisyon değerlendirmesi yaparak, postoperatif komplikasyon, mortalite, hastane ve ybü yatış sürecine etkisini saptamayı amaçladık. Yöntem: Çalışmamıza elektif onkolojik kolorektal operasyon planan, 65 yaş ve üzeri 100 hasta dahil edildi. Hastalara preoperatif dönemde onam alınarak, ASA (Amerikan Anestezi Derneği Fiziksel Sınıflandırma skoru), FRAİL Kırılganlık Ölçeği ve Mini Nutrisyonel Değerlendirme Testi- Kısa Formu (MNA-SF) uygulandı. Operasyon öncesindeki albümin ve lenfosit değerleri kaydedilerek, PNI (Prognostik Nutrisyonel Index) skoru hesaplandı. Postoperatif 30 günlük süre içinde postoperatif komplikasyon gelişimi, mortalite, hastane ve yoğun bakım yatış süresi, hastane tekrar başvurusu incelendi ve kaydedildi. Bulgular: Çalışmamızda kırılganlık (FRAIL) ve malnütrisyon (MNA-SF ve PNI) düzeyleri artan hastalarda; postoperatif komplikasyonlar, postoperatif ybü ihtiyacı, uzamış ybü süresi, uzamış hastane yatış süresi, tekrar hastane başvurusu ve mortalitede artış istatistiksel olarak anlamlı ve fazlaydı (p<0,05). ASA skorlamamız ise postoperatif ybü ihtiyacı (p<0,05) belirlemede anlamlı iken diğer incelemelerimizde istatistiksel olarak anlamsızdı (p>0,05). Postoperatif komplikasyonlar ve mortalite için skorlarlamalar arasında yapılan regresyon testinde FRAIL kırılganlık skoru malnütrisyon skorlarına göre daha anlamlı görüldü. Uzamış hastane ve ybü yatış süresini öngörmede yapılan korelasyon testlerinde, FRAIL ve MNA-SF, PNI’a göre daha belirleyici olduğu görüldü. Postoperatif komplikasyonları öngörmede, çalışmamızda belirlediğimiz PNI cut-off değerimiz ise 49,5 olarak hesaplandı. Sonuç: Çalışma sonucunda kırılgan ve malnütre hastalarda postoperatif morbidite, mortalite ve yatış süreleri çok daha fazla oranda gözlenmiş ve istatiksel olarak anlamlı bulunmuştur. Özellikle geriatrik ve onkolojik hasta grubunda, preoperatif dönemde kırılganlık ve malnütrisyon durumunun rutin olarak değerlendirilmesi ve gerekli hazırlıkların yapılması, operasyon sonrası tedavi sürecinde oldukça elzem ve faydalı olduğu ortaya koyulmuştur. Kırılganlık ve malnütrisyon değerlendirmelerinin, preoperatif değerlendirme için ASA sınıflandırmasının öngörücü doğruluğunu önemli ölçüde artıracağını ve kombinasyonlarının tek başına ASA sınıflandırmasından istatistiksel olarak anlamlı derecede üstün olacağını düşünüyoruzÖğe Retrograd intrarenal cerrahi uygulanan hastalarda R.I.R.S. skorlama sisteminin postoperatif akut böbrek hasarı ile ilişkisi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Altınkaya, Nurullah; Pişkin, Mehmet MesutGiriş ve Amaç: Üriner sistem taş hastalığı günümüzde sıklıkla karşılaşılan ve görülme sıklığı giderek artan bir sağlık problemidir. Gelişen teknoloji ile birlikte retrograd intrarenal cerrahi (RIRS) böbrek taşı tedavisinde giderek önem kazanmıştır. RIRS sonrası başarı ve taşsızlık oranlarını değerlendirmek için çeşitli skorlama sistemleri ve nomogramlar geliştirilmiştir. R.I.R.S. skorlama sistemi, RIRS sonrası taşsızlığı öngörmede önemli yer tutmaktadır. RIRS sonrası ciddi postoperatif komplikasyonlar meydana gelebilir. Bu komplikasyonlardan birisi de akut böbrek hasarıdır. İskemik ve nefrotoksik akut böbrek hasarını belirlemek için tip-1 transmembran glikoproteini olan Kidney Injury Molecule-1(KIM-1) gibi biyobelirteçler kullanılmaktadır. İdrar KIM-1 düzeylerinin serum kreatinini ve idrar çıkışından önce tubüler, interstisyel ve glomerüler hasarda arttığı ve böbrek hasarının şiddeti ile ilişkili olduğu bilinmektedir. Çalışmamızda RIRS yapılan hastalarda R.I.R.S. skorlama sisteminin postoperatif akut böbrek hasarı ile ilişkisinin idrar Kidney Injury Molecule-1 (KIM-1) biyobelirteç değerleri ölçülerek araştırılması amaçlanmıştır. Materyal Metod: Kliniğimizde 01.08.2023 ile 01.02.2024 tarihleri arasında böbrek taşı nedeni ile RIRS yapılan 18-65 yaş arası 60 yetişkin hasta çalışmaya dahil edildi ve prospektif olarak değerlendirildi. Hastaların demografik verileri, ameliyat süresi ve ameliyat sonrası hastanede kalış süreleri ve postoperatif komplikasyonlar kaydedilmiştir. Preoperatif çekilmiş olan bilgisayarlı tomografide taş boyutları, taşın dansitesi (Houndsfield Ünitesi [HU]), lokalizasyonu ve infundibulopelvik açılar incelenerek her hastanın R.I.R.S. skorları hesaplanmıştır. Ayrıca taşsızlığı öngören diğer skorlama sistemleri [Reşorlu-Ünsal Taş Skoru. (RUSS), Modifiye Seul Ulusal Üniversitesi Böbrek Taş Kompleksi Skoru (S-ReSC)] de hesaplanarak bu skorlama sistemlerinin ROC analizi ile taşsızlığı öngörebilme yetenekleri incelenip karşılaştırılmıştır. Hastalardan operasyon öncesinde ve operasyon sonrası 4. ve 24. saatlerde olmak üzere alınan idrar örneklerindeki KIM-1 düzeyleri ELISA yöntemiyle analiz edilmiştir. Operasyon sonrası KIM-1/Cr değerlerindeki değişiklikler hesaplanmıştır. Hastalar için belirlenmiş olan R.I.R.S. skoru ile KİM-1/Cr düzeylerindeki değişiklikler arasındaki ilişki için Pearson korelasyon analizi yapılmıştır ve sonuçlar değerlendirilmiştir. Bulgular: Ortalama hasta yaşı 53.4 (19-64) yıl, ortalama taş boyutu 15.5±6.5 mm idi. Ortalama operasyon süresi 58.3±25.9 dk olup hastaların ortalama R.I.R.S, RUSS ve Modifiye S-ReSC skorları sırasıyla 6.3 (4–10), 0.8 (0-3) ve 1.5 (1–3) idi. Postoperatif taşsızlık oranı %86.7 idi. R.I.R.S. skorlama sisteminin postoperatif taşsızlığı öngörmede diğer iki skorlama sistemine göre daha yüksek prediktif değere sahip olduğu görüldü (AUC = 0.894, %95 CI, 0.805-0.985, p < 0.001). Hastaların preoperatif, postoperatif 4. saat ve postoperatif 24. saat ortalama idrar KIM-1/Cr düzeyleri sırasıyla 0.40, 1.73 ve 1.15 olarak bulundu ve istatistiksel olarak aralarında anlamlı fark görüldü (p<0,001). Postoperatif 4. Saat idrar KIM-1/Cr yükseliş düzeyi ortalama 1.32 (0.5-1.9) olarak saptandı. Yapılan Pearson korelasyon analizinde hastaların R.I.R.S. skorları ile; postoperatif 4. saatteki idrar KIM-1/Cr yükseliş düzeyleri arasında ve postoperatif 4. saat idrar KIM-1/Cr düzeyleri arasında pozitif korelasyon olduğu görüldü (sırasıyla r = 508, p<0.001; r = 0.477, p<0.001). Sonuç: R.I.R.S. skorlama sistemi, RIRS yapılan hastalarda postoperatif taşsızlığı öngörmesinin yanı sıra postoperatif gelişebilecek olan akut böbrek hasarı hakkında da bilgi verebilir.Öğe Endoskopik üreterolitotripside kullanılan farklı güçteki lazerlerin serolojik ve radyolojik biyobelirteçlerle değerlendirilmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Eroıl, Eren; Güven, SelçukGİRİŞ VE AMAÇ: Üriner sistem taş hastalığı ülkemizde sık görülen bir hastalık olup bu olguların yaklaşık %20 sini üreter taşı olan olgular oluşturmaktadır. Üreter taşlarının endoskopik tedavisinde kullanılan yöntemler gelişen litotriptör ve lazer teknolojisi ile birlikte hızlı bir gelişim ve değişim göstermektedir. Gelişen lazer teknolojisi ile birlikte daha güçlü lazerlerin kullanımı yaygınlaşmıştır. Yeni teknoloji, etkin fragmantasyon ve düşük operasyon süreleri açısından umut vaad etmektedir. Bu çalışmanın amacı üreter taşı fragmantasyonunda kullanılan standart holmium lazer tedavisi ile yüksek güçlü lazer tedavisinin etkinliği ve güvenilirliğinin karşılaştırılmasıdır. MATERYAL-METOD: Çalışmamıza Üroloji Kliniğine Ekim 2023-Ocak 2024 tarihleri arasında üreter taşı nedeni ile başvuran ve lazer endoskopik ureterolitotoripsi uygulanan toplam 122 hasta dahil edilmiştir. Bu hastalar yüksek güçlü lazer tedavisi uygulanan 61 hasta (grup-1) ve düşük güçlü lazer tedavisi uygulanan 61 hasta (grup-2) olarak iki gruba ayrılmıştır. Hastaların demografik özellikleri, taş boyutları ve özellikleri, operasyon öncesi, operasyona ait ve operasyon sonrası verileri kaydedilmiş ve veriler SPSS programı yardımı ile değerlendirilmiştir. BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen hastaların ortalama yaşı 51,12 (23-75) iken grup-1’de 52,91± 14,62 grup-2’de 49,32±14,39 saptandı. (p:0,16).Tüm hastaların 77 si erkek (%63,1),45 i kadındı.(%36,9) Hastaların genel ortalama BMI değeri 26,57±3,62 dir. Genel hasta populasyonunda ortalama taş boyutu 9,57±3,33 mm (4-19) iken grup-1 ortalama taş boyutu 9,19±3,27mm, grup-2 de 9,95±3,38 mm saptanmış olup her iki grup taş boyutu benzerdi. (p:0,16) Genel hasta populasyonunda daş dansite ortalaması 785,91±174,83 HU (403-1240) saptanırken grup-1 HU değeri 805,52±141,78 HU, grup-2 HU değeri 766,29±201,8 HU saptanmıştır.(p:0,06) İki grup için operasyon öncesi ve operasyon sonrası değerlendirilen laboratuar bulguları benzer olduğu görüldü. Fragmantasyon süreleri grup-1 de 9,44 ±3,68 dk iken grup-2 de 16,63 ±8,62 dk saptandı.(p<0,05).Operasyon süreleri grup-1 de 28,09±8,04 dk grup-2 de 33,39±13,82 dk saptandı. (p<0,05) Operasyon esnasından kullanılan skopi süreleri ve hastaların hastanede yatış süreleri açısından iki grup arasında anlamlı bir fark saptanmadı. Taşsızlık oranları da grup-1 ve grup-2 arasında benzer saptandı.(p:0,72) Grup-1 de 4 hastada clavien grade-1 komplikasyon görülürken grup 2 de 3 hastada clavien grade-1 ve 1 hastada clavien grade 3A komplikasyon izlendi. Hastaların operasyon sonrası 3.ay hidronefroz takibinde grup-1 de 1 hastada grade-2 ve 1 hastada grade-1 hidronefroz izlendi. Grup-2 de 2 hastada grade-1 hidronefroz ve 1 hastada grade-2 hidronefroz izlendi. Gruplar arasında komplikasyon ve post-operatif 3.ay hidronefroz takibi açısından anlamlı bir fark izlenmedi. SONUÇ: Çalışmamızda üreter taşlarının endoskopik tedavisinde standart tedaviye seçenek olarak kullanılabilecek olan yüksek güçlü lazer tedavisinin taş fragmantasyonunda daha hızlı ve etkin bir fragmantasyon sağladığı ve bu sayede operasyon sürelerini düşürebileceği görülmektedir. Serolojik bulgular ve komplikasyon oranlarında standart tedaviye göre farklılık olmaması kullanımının güvenli olduğuna dair bulgular veririken 3. ay kontrollerde herhangi bir patoloji görülmemesi uzun dönem sonuçlarının da güvenilirliğine işaret etmektedir.Öğe Masif posterosuperior rotator manşet yırtıklarında postoperatif klinik sonuçların; yırtık tipi ve skapula morfolojisi ile ilişkisinin değerlendirilmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Harmankaya, Muzaffer; Özer, MustafaAmaç: Masif posterosuperior rotator manşet yırtıklarında postoperatif dönemde ki klinik sonuçların yırtık tipi ve skapula morfolojisi arasında ki ilişkinin araştırılması planlandı. Yöntem: Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi hasta arşivinden 2016 Ocak ile 2022 Ocak tarihleri arasında omuz artroskopisi operasyonu yapılan 1126 hasta retrospektif olarak tarandı. Çalışmamıza dahil edilme kriterleri; hastaların 18 yaş üzeri olması ve artroskopik olarak tamir edilebilir masif posterosuperior rotator manşet yırtığı olduğunun gösterilmesidir. Bu çalısmada dışlanan hasta grupları ise; tamir edilemez veya parsiyel tamir yapılan hastalar, daha önce üst ekstremite cerrahisi geçiren hastalar, donuk omuz bulguları olan hastalar, subskapularis yırtığı olan hastalar, omuz artrozu olan hastalar, nörolojik ve hematolojik hastalığı olan hastalar ve iki yıllık klinik sonuçların elde edilmesi için ulaşılamayan veya ex olan hastalar olarak belirlendi. Çalışma kriterlerini karşılayan 61 hasta çalışmaya dahil edildi. Masif posterosuperior rotator manşet yırtığı olan hastalarda omuz ap grafide kritik omuz açısı ve MR görüntülemede sagittal akromial slop, glenoid inklinasyonu, glenoid versiyonu ve lateral akromial açı ölçümü yapıldı. Elde edilen veriler IBM-SPSS-version 22 ile analiz edildi. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen hastaların 26’sı(%42,6) erkek 35’i(%57,4) kadın, kontrol grubu hastaların 24’ü(%44,4) erkek 30’u(%55,6) kadındı. Hastaların 41’inde(%67,2) sağ 20’sinde(%32,8) sol tarafta patoloji vardı. Kontrol gurubunda ise 38(%70,3) sağ 16(%29,7) sol taraf radyolojik görüntülemelerinde ölçüm yapıldı. Hastaların tümünde masif posterosüperior rotator manşet yırtığı olup eşlik eden subskapularis yırtığı yoktu. Hasta olan grup ile kontrol grubu arasında yapılan ölçümlerde radyolojik ölçümler açısından istastiksel olarak anlamlı fark tespit edildi. Ölçümlerde hasta olan grupta kontrol grubuna göre kritik omuz açısı(p<0.001) ve sagittal akromial slop açısı(p=0,033) artarken lateral akromial açıda(p=0.040) ise azalma tespit edildi. Hasta olan gurup yırtık tipine göre ayrıldığında ise; rotator kablo yırtık olan gurup ile rotator kablo sağlam olan gurup arasında radyolojik parametreler ve postop klinik sonuçlar açısından anlamlı bir fark yoktu. Sonuç: Bu çalışma, masif posterosuperior rotator manşet yırtıklarında postoperatif klinik sonuçları etkileyebilecek iki önemli faktörü, yırtık tipini ve skapula morfolojisini incelemiştir. Sonuç olarak rotator manşet rüptürünü, risk faktörleri açısından multifaktöriyel değerlendirmenin yanı sıra sagittal planda ki akromion eğiminin de dikkate alınması gerektiğini düşünmekteyiz.Öğe Kliniğimizde serebral palsi tanılı hastalarda yapılan rekonstrüktif kalça cerrahisinin proksimal femoral geometri ve asetabuluma etkilerinin radyolojik ve fonksiyonel sonuçlarının değerlendirilmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Akkaya, Mevlüt Kutay; Korucu, İsmail HakkıAmaç: Serebral palsili (SP) bireylerde nöromüsküler kalça deplasmanı, ayak bileği ekin deformitesinden sonra ikinci en yaygın anomalidir. Kalça deplasmanı olan hastaların; yaşam kalitesini ve işlevini iyileştirmek amacıyla koruyucu, rekonstrüktif veya kurtarıcı cerrahi işlemler uygulanmaktadır. Çalışmamızdaki amaç SP’li hastalarda kalça rekonstrüktif cerrahilerin, proksimal femoral geometri ve asetabuluma etkilerinin kısa ve orta vadedeki etkilerinin fonksiyonel ve radyolojik olarak değerlendirilmesini amaçladık. Yöntem: Kliniğimizde Ocak 2013- Ocak 2024 tarihleri arasında serebral palsi tanılı hastaların ameliyatlarının retrospektif değerlendirilerek kalça rekonstrüktif cerrahisi olan vakaların belirlenmesi planlandı. Dahil edilme kriterlerimize uygun hastaların verileri sistemden elde edildi. Tüm hastaların ameliyat öncesi ve son kontrollerinde standardize olarak çekilmiş pelvis ön arka grafileri çalışma kapsamında değerlendirildi. Grafilerde Reimer migrasyon indeksi (RMI), asetabular indeks (AI), Sharp açısı, merkez kenar açısı (MKA), femur boyunşaft açısı, femur baş-şaft açısı, medializasyon indeksi (MeI) durumu değerlendirildi. Tüm hastalara fonksiyonel değerlendirme için fonksiyonel mobilite skalası (FMS) ve ağrı değerlendirilmesi için 10 puanlı VAS uygulandı. Gruplar arası ve zamana göre karşılaştırmalarda bağımlı örneklem t testi ile genel lineer model tekrarlı ölçümler testi kullanılmış, p değerinin 0,05’ten küçük olması (p<0,05) istatistiksel olarak anlamlı kabul edilmiştir. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 37 hastanın 20’si kadın (%54), 17’si erkekti (%46). Kapsama alınan 37 hastanın 47 kalçası değerlendirildi. Opere edilen 47 kalçanın %51’i sağ, %49’u sol kalçaydı. 37 hastanın son kontrollerinde en küçüğü 6 yaşında en büyüğü 21 yaşında idi. Ameliyat edilen 24 kalçaya femoral osteotomiye ek olarak pelvik osteotomi uygulandı. İzole femoral osteotomi yapılan hastalar grup 1, ek olarak pelvik osteotomi uygulanan hastalar grup 2 olarak belirlendi. Grup 1 yaş ortalaması 14,9 ± 4,3, takip süresi 4,6 ± 2 iken; grup 2 yaş ortalaması 10,7 ± 3,2, takip süresi 3,5 ± 1,2 yıldı. Ameliyat öncesi değerlendirmede Grup 2'nin Grup 1'e kıyasla anlamlı derecede daha yüksek Reimer Migrasyon İndeksine sahip olduğunu göstermiştir. (p <0,001). Bu, Grup 2'deki hastaların ameliyat öncesinde daha ileri derecede patolojiye sahip olduğunu düşündürmektedir. Ameliyat sonrası yapılan değerlendirmede ise, her iki grup arasındaki bu fark azalmış olmakla birlikte, Grup 1'in sonuçları Grup 2'ye göre anlamlı olarak daha iyi düzelme göstermiştir. (p = 0,01). Grup 2, ameliyat öncesi asetabular İndeksi değerlerinde Grup 1'e göre istatistiksel olarak anlamlı bir yükseklik sergilemiştir (p = 0,004). Ancak, cerrahi müdahale sonrasında iki grup arasındaki bu farkın önemi kaybolmuş, göstergeler arasındaki fark istatistiksel olarak anlamsız hale gelmiştir (p = 0,14). İki grup arasında ameliyat öncesi yapılan ölçümlerde, Grup 2 anlamlı derecede daha yüksek Merkez Kenar açısı değerlerine sahiptir. (p <0,001), bu da daha şiddetli displaziye işaret eder. Ameliyat sonrası, Grup 1 bu açıda Grup 2'ye kıyasla anlamlı bir iyileşme sergilemiştir. (p = 0,003). Fonksiyonel skorlama için yapılan fonksiyonel mobilite skalasında (FMS) Grup 1'in Grup 2'ye göre istatistiksel olarak anlamlı derecede daha iyi performans sergilediğini göstermektedir. Özellikle FMS 500m skalasında elde edilen p değeri (p = 0,002), Grup 1'in Grup 2'ye göre istatistiksel olarak anlamlı derecede daha iyi performans sergilediğini göstermektedir. Vas Skoru grup 1’de ameliyat öncesi ort. 6,7 ± 0,9, ameliyat sonrası 1,1 ± 0,9; grup 2’de ameliyat öncesi ort. 8,1 ± 0,9, ameliyat sonrası 2,3 ± 1,2 bulundu. Sonuç: Çalışmamızın bulguları, kalça rekonstrüktif cerrahilerin, serebral palsili hastalarda kalça deplasmanı ve çıkıklarının tedavisinde kısa-orta vadede etkinliği ve güvenilirliği konusundaki literatürü desteklemektedir. Kalça rekonstrüktif cerrahilerinde yaş sınırı literatürde tartışmalı olsa da biz çalışmamızda 8 yaşından önce yapılan cerrahilerin kısa orta dönemde benzer sonuçlar elde ettiğini gördük. İzole VDRO yapılan grupta her ne kadar asetabular örtünme sağlansa da ileri asetabular displazisi olan hastalarda pelvik osteotomi de eklenmesini öneriyoruz.Öğe Kemik metastazlı solid tümörlü hastalarda metastazın bölgesel dağılımı(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Tahak, Fatih; Çolak, Tahsin SamiAmaç: Kanser vakalarının toplumda görülme sıklığı artması ile birlikte kansere bağlı gelişen metastazlarda da artış görülmektedir. Kemik metastazları da ortopedi pratiğinde gün geçtikçe artan, mortalite ve morbiditeye sebep olan metastazlardan biridir. Bu çalışmada kemik metastaz bölgelerini, metastaza bağlı iskelet ile ilişkili olayları (SRE) ve bunların mortalite ile ilişkileri incelenecektir. Yöntem: Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi hasta arşivinden 2012 Ocak ile 2022 Aralık tarihleri arasında Pet-BT çekilen 13.047 hastanın demografik bilgileri, Pet-BT raporları, patoloji raporları, iskelet ile ilişkili olaylar, metastaz bölgeleri, tanıdan metastaza kadar geçen süre ve ölüm zamanı hastane otomasyon kayıt sisteminden retrospektif olarak tarandı. Çalışmamıza dahil edilme kriterleri; ilk kemik metastazını belirtilen tarama zamanı içinde yapan, 18-99 yaş arası kemik metastazı olan solid tümörlü hastalar olarak belirlendi. Çalışmanın dışlama kriterleri; solid tümör dışı maligniteler, primer kemik tümörleri, 18 yaş altı çocukluk çağı kanserler ve eksik veri kaydı olan hastalar olarak belirlendi. Çalışma kriterlerini karşılayan 810 hasta çalışmaya dahil edildi. Sağkalım eğrileri arasındaki fark Kaplan-Meier yöntemi kullanılarak karşılaştırıldı. Bulgular: Hastalarda kemik metastazı gelişme sıklığı akciğer, meme, prostat, genitoüriner gastrointestinal, primeri bilinmeyen ve diğer kanserlerde sırayla %8,8/ %12,5/ %29,1/ %5,1/ %3,3/ %3,2/ %2,5 şeklindeydi. Çalışmaya alınan 810 hastanın 470 i (%58.0) erkek, 340 ı (%42.0) kadındı. Hastaların yaş ortalaması 67,05 ti (±12,75). Multipl kemik metastazı 649 (%80,1) hastada bulundu. Kemik metastazı yapan kanser hastalarına bakıldığında birinci metastazın en sık vertebraya olduğu ve vertebra içinde en sık torakal vertebraya (%65,5) olduğu, ikinci kemik metastazın en sık skapulaya (%33,1) olduğu, üçüncü kemik metastazın en sık yaygın (birden fazla kemik) (%29,8) olduğu bulundu. Hastaların %45,8 inde metastaza bağlı SRE görüldü. Tanıdan 1.metastaza kadar geçen süre ortalama 13,4±23,2 ay, ikinci metastaza kadar geçen süre ortalama 33,8±30,6 ay, üçüncü metastaza kadar geçen süre ortalama 49,3±33,6 aydı. Akciğer, primeri bilinmeyen kanserler ve diğer olarak gruplandırılan kanserlerde kemik metastaz sonrası hastalığın çok hızlı ilerlediği ve medyan hayatta kalma süresinin 6 aydan kısa olduğu görüldü. Tek kemik metastazı, multipl kemik metastazıyla kıyaslandığında tek kemik metastazı olan hastalarda hayatta kalma süresi anlamlı şekilde uzundu. (p <0,05). Multipl kemik metastazı tutulum yerleri kendi arasında karşılaştırıldığında vertebra tutulumu, yaygın tutuluma göre anlamlı şekilde daha uzun yaşam süresi bulundu (p<0,001). Akciğer, meme ve gastrointestinal kanserlerde kemik metastaz yerleri ile metastaz sonrası hayatta kalma süresi arasında anlamlı fark bulundu (p<0,05). Sonuç: Çalışmamız, solid tümörlerin %6,2 kemik metastazı yaptığını ve en sık vertebraya metastaz olduğunu, ikincil metastazın en sık skapulaya, üçüncül metastazın en sık yaygın metastaz olarak görüldüğünü göstermiştir. Akciğer kanseri, primeri bilinmeyen kanser ve diğer kanserlerde kemik metastaz sonrası hayatta kalma süresinin 6 aydan kısa olduğu gösterilmiştir. Çalışmamız, bildiğimiz kadarıyla literatürde daha önce tanımlanmayan solid tümörlerdeki kemik metastaz sıklığını ve ikincil ile üçüncül kemik metastaz bölgelerini tanımlayan ilk çalışma olmuştur.Öğe Parkinson hastalarında konjonktival impresyon sitolojisi ve gözyaşı parametrelerinin değerlendirilmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Tezcan, Ali; Oltulu, RefikAmaç: Parkinson hastalarında konjonktival impresyon sitolojisi (KİS), Schirmer testi, gözyaşı kırılma zamanı (GKZ) ve Oküler Yüzey Hastalık İndeksi (Ocular Surface Disease Index, OSDI) anketi ile oküler yüzeyin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Bu randomize prospektif kontrollü çalışmaya 49 erken dönem Parkinson hastası ve 45 sağlıklı kişiden oluşan kontrol grubu dahil edildi. Parkinson hastalarının Hoehn-Yahr Skalasına göre klinik evrelemesi yapıldı. Çalışma ve kontrol grubuna tam bir oftalmolojik muayene sonrası OSDI anketi, GKZ, Schirmer testi ve KİS uygulandı. Konjonktival örnekler sitolojik olarak Nelson evreleme sistemine göre incelendi. Elde edilen sonuçlar gruplar arasında istatistiksel olarak değerlendirildi. Bulgular: Parkinson hastalarının 27’si erkek (%55.1), 22’si kadın (%44.9) idi. Kontrol grubunun ise 29’u erkek (%64.4), 16’sı kadın (%35.6) idi. Ortalama yaş Parkinson grubunda 66.1±7.2 yıl ve kontrol grubunda 65.3±7.8 yıl idi. Parkinson grubunda Schirmer testi ve GKZ sonuçları kontrol grubundan istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha düşüktü (p<0.001, p<0.001). Parkinson grubunun OSDI skoru sonuçları ve KİS evresi kontrol grubundan istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha yüksekti (p<0.001, p<0.001). Parkinson hastalarında evre 2 grubunun yaş ortalaması, evre 1 grubundan istatistiksel olarak anlamlı derecede daha yüksek bulundu (p<0.001). Schirmer testi ortalamasının evre 2 grubunda, evre 1 grubundan istatistiksel olarak anlamlı derecede daha düşük olduğu bulundu (p=0.009). Parkinson grubunda KİS evresi ile; Schirmer testi (r=-0.477, p<0.001) arasında negatif yönlü orta derecede korelasyon saptandı. Kontrol grubunda Schirmer testi ile; KİS evresi (r=- 0.449, p=0.002) arasında negatif yönlü orta derecede korelasyon saptandı. Sonuç: Parkinson hastalığında GKZ ve Schirmer test değerlerinin azalması, konjoktival goblet hücre kaybı ve skuamöz metaplazi gelişimi oküler yüzeyin etkilendiğini göstermektedir. Parkinson hastalarında kuru göz hastalığı tanısının erken konulması oküler yüzey hasarı ve görme bozuklukları gibi komplikasyonları önlemek açısından önemlidir.Öğe Çift lümenli tüp yerleştirilmesi için geleneksel Macintosh Bleyd, C-MAC Videolaringoskop ve yüksek açılı C-MAC D-bleyd'in kullanımının karşılaştırılması(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Yetiş, Esra; Büyükbezirci, GülayAmaç: Göğüs cerrahisinde torakotomi veya Video destekli torakoskopik cerrahi yapılıp, tek akciğer ventilasyonu uygulanan hastaların çift lümenli tüp entübasyonunda; Konvansiyonel Macintosh, C-MAC Videolaringoskop Macintosh bleyd ve C-MAC Videolaringoskop D-bleydin entübasyon süresi, entübasyon deneme sayısı, entübasyona verilen hemodinamik yanıtlar, entübasyona bağlı gelişen komplikasyonları karşılaştırmayı amaçladık. Yöntem: Çalışmaya 18-90 yaş arası, torakotomi veya video destekli torakoskopik cerrahi yapılan, çift lümenli tüp ile entübe edilen 105 hasta dahil edildi. Hastalar C-MAC Macintosh bleyd, C-MAC D-bleyd ve Konvansiyonel Macintosh bleyd olmak üzere 3 gruba ayrıldı. Hastaların hangi grupta olacakları kapalı opak zarf yöntemi ile belirlendi. Ameliyathaneye alınan hastaların preoperatif havayolu değerlendirildi ve elektrokardiyografi, pulse oksimetre, tansiyon ölçümleri kaydedildi. Hastalar preoksijenize edildikten sonra anestezi indüksiyonu verildi ve train of four değeri 0 olduktan sonra uygun laringoskop ile entübe edildi. Entübasyon süresi, deneme sayısı, Pogo skoru, laringoskopu yerleştirmede zorluk, tüp ilerletmede zorluk gibi entübasyon ile ilgili olan durumlar, entübasyon sonrası 1., 3. ve 5. dakika hemodinamik parametreler ve entübasyon sonrası gelişebilecek komplikasyonlar kaydedildi. Daha sonra hastanın tüpünün doğru yerde olup olmadığını belirlemek amacıyla fiberoptik bronkoskopi uygulandı ve görülen dokularda travma olup olmadığı kaydedildi. Operasyon sonrası 1. ve 24. saatte hasta değerlendirildi, boğaz ağrısı, ses kısıklığı, disfaji, öksürük giibi postoperatif komplikasyonlar sorgulandı ve kaydedildi. Bulgular: Demografik veriler 3 grupta da homojen olarak dağılmıştı. Mallampati, ağız açıklığı ve tiromental mesafe gibi preoperatif havayolu değerlendirmesi gruplar arasında benzerdi. Gruplar arasında entübasyon ile ilgili olan tüp numarası, tüp dizaynı, Pogo skoru, Burp manevrası, laringoskopu yerleştirmede zorluk, tüp ilerletmede zorluk ve entübasyon deneme sayıları açısından fark yoktu. Fakat C-MAC D-bleyd grubunda 2 hasta ikinci denemede de entübe edilemediği için laringoskop değiştirildi. Entübasyon süreleri değerlendirildiğinde ise en kısa süre Konvansiyonel Macintosh grubunda, en uzun süre ise C-MAC D-bleyd grubunda bulundu ve gruplar arasında anlamlı fark saptandı (p<0.01). Entübasyon sırasında ve sonrasında gelişen komplikasyonlar, fiberoptik bronkoskopi ile farkedilen yumuşak doku travmaları, hemodinamik parametreler ve postoperatif değerlendirilen komplikasyonlar açısından da üç grup arasında anlamlı fark yoktu. Sonuç: Normal havayolu olan hastalarda, çift lümenli tüp entübasyonunda Konvansiyonel Macintosh laringoskop ile entübasyon süresi, C-MAC videolaringoskop Macintosh bleyd ve CMAC videolaringoskop D-bleyde göre daha kısa olduğu için, çift lümenli tüp entübasyonunda ilk seçenek laringoskop olarak Konvansiyonel Macintosh laringoskop tercih edilebilir.Öğe Laparoskopik kolesistektomi operasyonlarında farklı FiO2 değerlerinin perioperatif atelektaziye etkisinin akciğer ultrasonografi ile değerlendirilmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Yüce, Şeyma Özyürek; Topal, AhmetAMAÇ: Bu çalışmada birincil amacımız; laparoskopik kolesistektomi vakalarında anestezi yönetiminde solunan oksijen fraksiyonları (FiO2) arası farklılığın, Akciğer Ultrasonografisi Skorlaması aracılığıyla perioperatif atelektaziye etkisinin gözlemlenip saptanmasıdır. İkincil amacımız ise; anestezi yönetiminde solunan oksijen fraksiyonları (FiO2) arası farklılığın postoperatif pulmoner komplikasyonlara (PPK) ve hastanede kalış süresine etkisinin gözlemlenip saptanmasıdır. YÖNTEM: Çalışmamız; Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesinde Genel Cerrahi Ameliyathanesinde 02/09/2021-02/09/2022 tarihleri arasında gerçekleştirilmiş olup, 18-80 yaş aralığında Amerikan Anestezistler Derneği (ASA) fiziksel statüsü I-III olan elektif laparoskopik kolesistektomi operasyonu geçiren hastaların anestezi yönetiminde solunan oksijen fraksiyonları (FiO2) arası farklılığın, Akciğer USG’si vasıtasıyla perioperatif atelektaziye etkisini gözlemsel olarak değerlendirmeye almıştır. Bu gözlemler neticesinde uygulanan FiO2 farklılığına göre hastaları Grup D (düşük FiO2) ve Grup Y (yüksek FiO2) olarak iki grupta değerlendirdik. İntraoperatif hedef SpO2 değeri %94 olacak şekilde tüm hastalarda belirlenmiş olup; FiO2 anestezi indüksiyonunda D grubu 0.7- Y grubu 1.0, intraoperatif dönemde D grubu 0.3-Y grubu 0.6, uyandırma evresinde D grubu 0.7-Y grubu 1.0 olarak, PACU’da ise oronazal maske aracılığıyla D grubu 2-Y grubu 10 litre/dakika oksijen desteği olacak şekilde uygulandı. Hastalar operasyondan 15 dakika öncesi preoperatif değerlendirme ünitesinde ve operasyon bitimi PACU’da postoperatif 30. dk’da olmak üzere 2 farklı zaman diliminde Modifiye Akciğer Ultrasonografi Skoru’na (MAUS) göre değerlendirildi. BULGULAR: Düşük FiO2 grubu ile karşılaştırıldığında yüksek FiO2 grubunda postoperatif MAUS skoru istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha yüksekti (p = 0,034). Her iki grupta da preoperatif MAUS skoru ile karşılaştırıldığında postoperatif MAUS skorunun istatistiksel olarak anlamlı düzeyde arttığı saptandı (p<0,001). Gruplar arasında preoperatif MAUS skoru bakımından ise istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p>0,05). Grupların değerlendirmeye alınan intraoperatif hipoksemi, postoperatif pulmoner komplikasyon (PPK) verileri ve taburculuk zamanı verileri arasında ise istatistiksel açıdan anlamlı düzeyde fark görülmemiştir. SONUÇ: Yüksek FiO2 kullanımının Modifiye Akciğer Ultrason Skoruna göre düşük FiO2 kullanımına göre daha yüksek oranda atelektaziye neden olduğu gösterilen bu çalışmamızdan sonra kliniğimiz, perioperatif dönemde aşırı oksijen uygulamaktan kaçınmak amacıyla klinik uygulamasını değiştirmiştir. Biz de çalışmamız neticesinde intraoperatif süreçte SpO2>%94 değerini sağlayacak minimum FiO2 değerinin sağlanması gerektiğini ve oksijenin bir medikasyon aracı olarak değerlendirilmesi gerektiğini ve bu noktada farkındalık arttırıcı klinik içi eğitimlerin tüm sağlık profesyonellerine sağlanması gerektiğini düşünüyoruz.Öğe Rinoplasti cerrahisinde melatonin premedikasyonun ve subanestezik dozlarda ketamin uygulamasının postoperatif uyku kalitesi üzerine etkilerinin karşılaştırılması(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Keklicek, Ömer; Erol, AtillaAmaç: Postoperatif uyku bozuklukları cerrahi hastalarında sık gözüken morbiditeyi ve hastane yatış süresini uzatan önemli bir cerrahi ve/veya anestezi komplikasyonudur. Bu komplikasyonu önlemek ve tedavi etmek için medikal veya non medikal birçok yöntem araştırılmaktadır. Bu çalışma en çok yapılan kozmetik cerrahilerinden biri olan rinoplasti cerrahisi geçirecek hastalarda melatoninin ve ketaminin postoperatif uyku bozuklukları üzerine etkisini araştırmayı amaçlamıştır. Yöntem: Yeterli çalışma gücü baz alınarak rinoplasti yapılacak 183 hasta çalışmaya alındı. Hastalar melatonin (m) ve ketamin (k) verilmesine göre 61’ rer kişilik M, K ve MK olarak 3 gruba ayrıldı. M grubuna preoperatif ve postoperatif 0,1 mg/kg oral melatonin, K grubuna intraoperatif 0,3 mg/kg iv ketamin, MK grubuna preoperatif ve postoperatif 0,1 mg/kg oral melatonin ve intraoperatif 0,3 mg/kg iv ketamin verildi. Hastaların preoperatif son gün uyku kaliteleri (RCUÖ) ile, demografik verileri ve ASA skorları kaydedildi. 0.01 mg/kg iv midazolam ile premedikasyon uygulanan hastalara non invaziv (Ekg, SpO2, KB, NMT) monitörizasyon yapıldıktan sonra iv 2 mg/kg propofol, 1 μg/kg fentanil, 1 mg/kg lidokain ve 0.6 mg/kg rokuronyum ile anestezi indüksiyonu yapıldı. İdamede ise iv 0.1-0.3 μg/kg/dk remifentanil (SPI, 40-60 arası olacak şekilde) ve 0.5-1 MAK sevofluran inhalasyonu ameliyat öncesi vital değerlerin (KH, SAB ve OAB) %20'si içinde tutulmasına özen gösterilerek uygulandı. Hastalara aynı cerrahi ekip tarafından rinoplasti cerrahisi yapıldı. Hastaların bazal, entübasyon sonrası ,30 dakika aralıklı ve ekstübasyon sonrası vital değerleri (KH, SAB, DAB OAB), cerrahi süre, ekstübasyon süresi, remifentanil ve sevofluran tüketimi kayıt edildi. Ekstübasyon sırasında öksürme, soluk tutma, desatürasyon, kusma ve laringospazm erken komplikasyon olarak ve PABÜ’de geç komplikasyonlar olarak kayıt edildi. PABÜ’de Modifiye Aldrete skorları, skora ulaşma süreleri ve 1. Saat NRS skorları kaydedildi. Postoperatif 1.günde hastaların uyku kaliteleri RCUÖ ile ve NRS skorları değerlendirildi. Bulgular: Hastaların entübasyon sonrası, 30. dakika, ekstübasyon sonrası vital değerleri ortalaması MK grubunda diğer iki gruba göre istatiksel olarak anlamlı düşüktü. Bazal ve 60. dakika verilerinde gruplar arası anlamlı fark yoktu. Remifentanil ve sevofluran tüketimi MK grubunda diğer iki gruptan düşüktü fakat istatiksel olarak sadece M grubu ile arasındaki fark anlamlıydı. M ve K grupları arasında tüketim açısından fark yoktu. Modifiye Aldrete skoru ve skora ulaşma süreleri açısından gruplar arası fark yoktu. PABÜ ve 24. Saat NRS skorları MK grubunda diğer iki gruba göre daha düşüktü. 24.saat NRS skorlarında ise M ve MK gruplarının değerleri K grubundan anlamlı derece düşüktü. Grupların ekstübasyon sonrası ve PABÜ komplikasyonları arasında bir fark saptanmadı. Postoperatif 1. gün sabahında bakılan RCUÖ toplam puanında MK grubu diğer iki gruptan daha yüksek puana sahipti. RCUÖ cut off değeri 50 alındığında rinoplasti hastalarında preoperatif ilk gece uyku bozukluğu %17,5 postoperatif ise %20,2 bulundu. MK grubunda uyku bozukluğu diğer iki gruptan anlamlı derecede düşük bulundu Sonuç: Bu randomize, kontrollü, prospektif, çalışma rinoplasti cerrahisi geçiren hastaların postoperatif uyku bozuklukları üzerine melatonin ve ketaminin etkilerini araştırmıştır. Sonuçlarımız melatonin ve ketaminin postoperatif uÖğe Preeklampsi ve FGR olgularının 1. trimester tarama testi parametreleri ile ilişkisi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Gümüş, Meryem; Acar, AliAmaç: İlk trimester tarama testlerindeki biyokimyasal belirteçlerin kromozomal ve yapısal anomali riskini belirlemekle birlikte, gebelik komplikasyonlarının öngörüsünde de faydalı olabileceği anlaşılmıştır. Birinci trimester taramasında serum g ebelikle ilişkili plazma protein A (PAPP A) serbest i nsan koryoni k gonadotropin β (serbest βhCG) ve fetal nukal translusensi kalınlığı (NT) ölçülmektedir. Bu çalışma nın amacı, birinci trimester tarama test i parametrelerinin preeklampsi (PE) ve fetal büyüme kısıtlılığı ( olguları ile ilişkisi ve öngö rüdeki etkinliğinin araştırılması dır. Gereç ve Yöntem: Ocak 2020 Eylül 2023 tarihleri arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde doğum yapan ve çalışma kriterlerini karşılayan preeklampsi tanılı 52, fetal büyüme kısıtlılığı tanılı 101 ve sağlıklı gebeliği olan 285 hasta tespit edildi. H astaların dosyaları retrospektif olarak tarandı. 1. Trimester tarama testi nde bakılan serum PAPP A, β hCG düzeyleri ve N T ölçümleri karşılaştırılarak PE ve FGR ön görebilirliği araştırılmıştır Bulgular: Grupların demografik verileri (yaş, gravida, abortus, ek hastalıklar, sigara kullanımı, IVF ile gebelik) benzer izlendi. PE, FGR ve kontrol grupları ortalama NT mm, NT MoM, ortanca PAPP A(mIU/ml), β hCG (ng/ml) ve CRL mm değerleri arasında anlamlı bir fark lılık izlenmedi (p> PAPP A MoM değeri gruplar arasında farklılık gösterdi. (p= Posthoc analize göre s ubgrup karşılaştırmada FGR grubu PAPP A MoM değeri PE grub una göre istatistiksel anlamlı olarak az izlendi p=0.00 1 FGR grubu PAPP A MoM değeri kontrol grub una göre de istatistiksel anlamlı olarak az izlendi. (p=0,009) PE ile kontrol grubu birbirine benzerdi (p= β hCG MoM değeri gruplar arasında farklılık gösterdi (p= Posthoc analize göre subgrup karşılaştırmada fark FGR ile P E grubu arasında izlendi (p= 0.013). PE grubunda β hCG MoM değeri FGR grubuna göre anlamlı yüksek izlendi. FGR ile k ontrol ve PE ile kontrol grupları birbirine benze r izlendi. (sırasıyla p=0.605, p=0.073). Sonuç: İlk trimester maternal serum PAPP A MoM seviyel eri düşüklüğü gebeliğin ileri haftalarında gelişen FGR ile , β hCG MoM seviyel eri yüksekliği gebeliğin ileri haftalarında gelişen PE ile ilişkilidir ve tarama testi parametre leri olarak yol gösterici olabilir ler Ancak FGR ve PE’yi öngörmede tek par ametre olarak kullanım larının yeterli tanısal değeri yoktur. PAPP A MoM seviyel eri düşük , β hCG MoM seviyel eri yüksek tespit edilen vakaları gebeliğin ilerleyen zamanlarında yakın dan takip etme k faydalı olacaktırÖğe Plasenta dekolmanı olan hastaların bir sonraki gebeliklerinde prognoz değerlendirilmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Khiavi, Parisa Ebrahimzadeh; Acar, AliAmaç: Plasenta dekolmanı maternal ve fetal mortaliteyi arttıran aynı zamanda öngörülemeyen bir gebelik komplikasyonu olarak kabul ediliyor. Araştırmamızda, kliniğimize plasenta dekolmanı nedeni ile acil sezeryan yapılan gebelerde,bir sonraki gebeliklerinde maternal ve fetal prognoz değerlendirilmesini amaçlamaktadır. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmaya Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği’nde 2013-2023 yılları arasında plasenta dekolmanı ön tanısı ile sezaryen doğuma alınan ve dekolman plasenta tanısı operasyonda doğrulanan 54 gebelik dahil edilmiştir. Klinik ve sonografik olarak dekolman plasenta şüphesi ile doğuma alınan 186 gebenin 9 tanesi makroskopik ve histolojik olarak tanı almadığı için, 5 tanesi de vajinal doğum sonrası dekolman olarak tanı aldığı, 7 tanesinin dekolman yüzdesi %30 ın altına olması, 3 tanesi dış merkezden sezeryan sonrası sevk ile tarafımıza başvurduğu, 60 tanesi son gebelik olması, 11 tanesi bilateral tubal ligasyon olması, 32 tanesine ulaşılamadığı için çalışmaya dahil edilmemiştir. Araştırmaya dekolma plasenta tanısı alan, 20.gestasyon haftadan daha büyük gebe hastalar dahil edilmiştir. Dekolman plasenta tanısı, spesifik klinik ultrasonografi görüntüsü ile birlikte plasentanın makroskopik olarak incelemesi sonucu dekolman plasenta gözlenmesi ile konulmuştur. Araştırma verileri retrospektif olarak hastaların arşiv dosyaları ve elektronik bilgi sistemi üzerinden elde edilmiştir. Aynı zamanda tüm hastalar, hastane sistemi üzerinden telefon bilgilerine ulaşılarak arandı .Hastaların hastane sistemi üzerinden, ameliyat notu, epikrizleri ve poliklinik kayıtları incelendi. Bulgular: Bu çalışma, 54 dekolman plasenta öyküsüne sahip kadınları ve dekolman öyküsü bulunmayan ancak sezaryen ile doğum yapmış olan 100 gebe kadını içermektedir. Toplamda 154 gebe kadın ile bu araştırma tamamlanmıştır. dekolman ve kontrol grubunun sosyodemografik ve klinik özelliklerinin ve tekrar dekolman olma riskini etkileyebilecek parametrelerin karşılaştırılması hedeflenmiştir. Önceki gebelikteki yaşı için her bir yaş artışı için dekolman riski yaklaşık olarak %6 artmaktadır; ancak bu artış istatistiksel olarak anlamlı değildir (p=0.090). Sonraki gebelikteki yaşı için yaşta her bir yıl azalması ile dekolman riskinde %2 azalma gözlenmiş, ancak bu azalma da istatistiksel olarak anlamlı değildir (p=0.52).BMI'da her bir birim azalması ile dekolman riskinde %3 azalma gözlenmiştir, bu da istatistiksel olarak anlamlı değildir (p=0.32). Gebelik sayısındaki her bir artış dekolman riskini %1 oranında arttırmaktadır, bu değişiklik istatistiksel olarak anlamlı değildir (p=0.91).Doğum sayısındaki her bir artış dekolman riskini %33 oranında arttırmaktadır, ancak bu istatistiksel olarak anlamlı değildir (p=0.16).GDM varlığı dekolman riskinde bir artışa yol açsa da, bu artış istatistiksel olarak anlamlı değildir (p=0.74). Gestasyonel hipertansiyon varlığı dekolman riskinde bir azalmaya yol açsa da, bu azalma istatistiksel olarak anlamlı değildir (p=0.49). Trombosit sayısındaki değişiklikler dekolman riskini etkilememektedir (p=0.79). Bu değişkenler, tekrar dekolman olma riskini etkilemediği görülmektedir. Diğer taraftan, tekrar dekolman olma riskini anlamlı şekilde etkileyen değişkenler şunlardır: Tedavi ile desteklenen gebeliklerde dekolman riski 3.17 kat artmaktadır (p=0.045).Sezaryen sayısındaki her bir artış dekolman riskini %54 oranında arttırmaktadır (p=0.025).Önceki gebelikteki hafta için gebelik haftasındaki her bir haftalık azalma dekolman riskini %53 oranında azaltmaktadır (p=0.001). Sonraki gebelikteki hafta için gebelik haftasındaki her bir haftalık azalma dekolman riskini %41 oranında azaltmaktadır (p=0.001).Abortus sayısındaki her bir artış dekolman riskini %58 oranında azaltmaktadır (p=0.002).Küretaj sayısındaki her bir artış dekolman riskini %44 oranında azaltmaktadır (p=0.023).Erken membranrüptürü olması dekolman riskini 19.5 kat arttırmaktadır (p=0.001).Fetal gelişme geriliği olan gebeliklerde dekolman riski 3.45 kat artmaktadır (p=0.007).Preeklemsi varlığı dekolman riskini 8.1 kat arttırmaktadır (p=0.001).Proteinüri varlığı dekolman riskini 14.1 kat arttırmaktadır (p=0.001).HELLP sendromu varlığı dekolman riskini yaklaşık 18 kat arttırmaktadır, ancak bu artışın p-değeri sınırda anlamlıdır (p=0.055).Antihipertansif ilaç kullanımı dekolman riskini 3.17 kat arttırmaktadır (p=0.045).Hemoglobin değerindeki her bir g/dL azalma dekolman riskini %27 oranında azaltmaktadır (p=0.004).WBC sayısındaki her bir birimlik artış dekolman riskini %33 oranında arttırmaktadır (p=0.001).Kompresyon sütürüuygulanması dekolman riskini yaklaşık 10 kat arttırmaktadır (p=0.001).Plasental anomali varlığı dekolman riskini 7.2 kat arttırmaktadır (p=0.008).Sezaryenler arasındaki sürenin her bir ay kısalması dekolman riskini %28 oranında azaltmaktadır (p=0.001).DMAH kullanımı dekolman riskini 3.89 kat arttırmaktadır (p=0.001).Aspirin kullanımı dekolman riskini 14.1 kat arttırmaktadır (p=0.001).Bu değişkenler, tekrar dekolman olma riskini anlamlı şekilde etkilemektedir. Sonuç: Dekolman plasenta maternal ve fetal mortaliteyi arttıran öngörülemeyen bir gebelik komplikasyonudur ve bunun tekrar edilmesi çok daha katastrofik durumlara sebep olabilir, o yüzden bir sonraki gebelikte tekrar etme riskini araştırdışımız bu çalışmada tedavi gebelik varlığı, sezaryen sayısında artma, erken membran rüptürü, fetal gelişme geriliği, preeklampsi, proteinüri, WBC artışı plasental anomali varlığı, DMAH ve aspirin kullanımı, gebelik haftasında azalma, preoperatif hemoglobin değerinde azalma, sezaryenler arasındaki sürede azalma deolman plasenta riskinin arttığını tespit ettik. Ancak bu konuda çok merkezli prospektif randomize kontrollu çalışmalara ihtiyaç vardır.Öğe Safra yolları anastomozunda absorbabl polyglycolic asid kaplı tüple onarım ile polypropylene sütürle onarımın striktür oluşumuna etkileri.(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Bulut, Osman; Şentürk, MustafaAmaç: Biliyer sistem hastalıkları gastrointestinal sistem patolojilerin başında gelir. Safra kesesi ve safra yolları cerrahisi sonrası gelişen en önemli komplikasyonlardan birisi biliyer darlıklardır. Çalışmamızda sıçanlarda koledok kesilerinde poliprolen sütür materyali onarımı ile poliglikolik asit kaplı tüple onarımın biliyer striktür gelişimine etkisinin karşılaştırılması amaçlanmıştır. Materyal Metod: Hayvan deneyi modelimizde 30(otuz) adet Wistar Albino cinsi dişi rat random olarak kullanıldı. Denekler random olarak 3(üç) gruba ayrıldı. Çalışma iki aşamalı cerrahi üzerinden planlandı. Birinci cerrahi basamakta deneklerin hepsinden preoperatif kan numuneleri alındı. Anestezi prosedürünü takiben laparotomi yapıldı. Ratların hepsinden 0.5 cm eksizyonel karaciğer biyopsileri alındı. Her grupta koledok distal anterior yüzünde kontrollü defekt oluşturuldu. Grup 1 de koledok defekti 8/0 poliglikolik asit ile primer onarıldı, Grup 2 de 8/0 polyproplen ile primer onarıldı, Grup 3 de koledok defekti 8/0 poliglicolidcolaktid (PGLA) ile primer onarıldıktan sonra etrafı emilebilir poliglikolik asit mesh tüp ile sarıldı. İkinci cerrahi basamakta, postoperatif 3. ayda yeniden tüm deneklerden kan numuneleri alındı. Ratlardan anestezi sonrası laparotomi yapılarak eksizyonel karaciğer biyopsileri alındı. Onarım yapılan koledok alanı rezeke edilerek histopatolojik değerlendirme için örnekleme yapıldı. Gruplar arasında koledok onarımı öncesi alınan karaciğer biyopsileri ile onarım sonrası 3. Ayda alınan karaciğer biyopsileri portal ödem, fibrozis, inflamasyon, safra kanalı proliferasyonu parametreleri incelenerek karşılaştırıldı. Gruplar arası koledok onarımı sonrası 3.ayda anastomoz hattı ve proksimal koledok kısmı ayrı ayrı rezeke edilerek çap oranları kameralı mikroskop ile mikron cinsinden ölçüm sonrası karşılaştırıldı. Koledok anastomoz alanlarının histopatolojik inceleme ile striktür yoğunlukları değerlendirildi. Bulgular: Operasyon sonrası ALT ve GGT düzeyleri Grup 1’deki ratlarda diğer gruplardaki ratlara göre istatistiksel olarak anlamlı yüksek bulundu (p değerleri sırasıyla; p=0,036, p=0,017). Operasyon sonrası Grup 2’deki ratların ALP düzeyleri diğer gruplardaki ratlara göre istatistiksel olarak anlamlı düşük saptandı (p=0,049). Her üç grupta anastomoz ve proksimal çap ölçümleri istatistiksel olarak benzer tespit edildi. Oransal olarak en geniş çap 482,50±174,47 micron ile Grup 3 iken, en dar çap 377,85±100,53 micron ile Grup 1 olmuştur. Grupların koledok histopatolojik bulgularında her üç grupta polimorf, mononükleer hücre, proliferatif fibroblastlar ve kollajenskar dokusu oranları benzer olarak saptandı (p >0,05). Grup 3’te bulunan ratların %20’ında epitelyal hiperplazi varlığı tespit edildi. Grup 3’te oransal olarak proliferatif fibroblastlar ve kollajen skar dokusu diğer gruplara göre daha az görüldü. Grupların operasyon sonrası karaciğer histopatolojik bulgularında Grup 1 ve Grup 3’te bulunan ratların tamamında (n=10), Grup 2’de bulunan ratların %90’ında (n=9) inflamasyon varlığı tespit edildi. Her üç grupta fibrozis ve safra kanalı proliferasyonu varlığı benzer olarak bulundu (p>0,05). Grup 3’te bulunan ratlarda portal ödem olmama oranı grup 1 ve grup 2’deki ratlara göre istatistiksel olarak anlamlı yüksek bulundu (p=0,009). Grup 1’de bulunan ratların tamamında (n=10) postop dönemde portal ödem ve inflamasyon varlığı saptandı. Sonuç: Çalışmamızda üç grubunda anastomoz çapları istatistiksel olarak benzer tespit edilmiş olup, kolanjiyografik ölçümlerin histolojik ölçümlerden daha optimal sonuç vereceğini düşünmekteyiz. Oransal olarak, prolen ile onarım yapılan ratların anastomoz çapı PGLA sütür ile onarım yapılan ratlardan geniş olmasına rağmen PGLA ile sütürasyon sonrası poliglikolik asit kaplı tüp kullanılan ratların anastomoz çaplarının en geniş olması poliglikolik asit kaplı tüplerin safra yolları onarımında striktürü azaltabileceğini düşündürmüştür. Daha önceki çalışmaların aksine nonabsorbable monoflaman sütür materyali olan prolenin transaminazlar ve kolestaz enzimlerini diğer gruplara göre anlamlı olarak daha az yükseltmesi striktür geliştirmeme açısından diğer sütür materyalinden üstün olabileceğini düşündürmüştür. PGA kaplı kondüitin bilindiğinin aksine inflamatuar süreçlere yol açabileceği düşünüyoruz.Öğe Rektum kanseri cerrahisinde ileostomi kapatılma yönteminin fonksiyonel etkisinin araştırılması(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Karadoğan, Muhammed Furkan; Alkan, SelmanAmaç: Rektum kanseri sebebiyle opere edilen hastalarda koruyucu ileostomi gereksinimi olabilmektedir. İleostomi kapatılmasında çeşitli yöntemler kullanılmaktadır ancak kesinleşmiş bir yöntem yoktur. Bu çalışmada amacımız ileostomi kapatılma yöntemlerinin defekasyon fonksiyonuna etkisini araştırmaktır. Materyal ve Metod: Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Kliniği’nde Ocak 2019 – Ocak 2024 tarihleri arasında rektum kanseri sebebi ile opere edilip koruyucu ileostomi açılan, sonrasında ileostomisi hastanemizde kapatılan hastalar belirlendi. Belirlenen hastalar içerisinden ileostomi kapatılmasından sonraki 4 ay içerisinde abdominal bilgisayarlı tomografi (BT) çekilen hastalar seçildi. İleostomi kapatılma yöntemine göre çalışma kriterlerini karşılayan gruplardan randomize 40’ar adet hasta belirlendi. Çalışmamızda hastaların yaşı, cinsiyeti, operasyon sonrası batın dreni konulup konulmadığı, operasyon süresi, operasyondan sonraki hastaneden taburculuk süresi, stapler ile kapatılan hastalarda kullanılan stapler sayısı ve boyutu, ileum çapları, barsak tıkanıklığı semptomları gelişip gelişmediği ve LARS skorları incelendi. Bulgular: Çalışmamızda stapler yardımıyla ileostomisi kapatılan hastaların sütür yardımıyla ileostomisi kapatılan hastalara göre ileum çaplarının geniş olduğu, daha az barsak tıkanıklığı semptomları yaşadıkları, operasyon ve taburculuk süresinin daha kısa olduğu, daha az intraabdominal dren kullanıldığı ve LARS skorlarının daha düşük olduğu görüldü. Sonuç: Stapler ile ileostomisi kapatılan hastaların sütür ile ileostomisi kapatılan hastalara göre daha az barsak tıkanıklığı semptomları gösterdiği, hastaneden taburculuk ve operasyon sürelerini önemli ölçüde kısaldığı görülmüştür. Yapılan literatür çalışmalarında ileostomi kapatılma tekniği ile ilgili birliktelik sağlanamamıştır. Bundan dolayı çokmerkezli, prospektif ve daha geniş kapsamlı çalışmalar yapılarak literatüre kazandırılmalıdır. Bu sayede rektum kanserli olgularda açılan koruyucu ileostominin kapatılma yönteminin belirlenmesine ışık tutabilir.Öğe Son 10 Yılda Kliniğimizde Yapılan Serklajların Retrospektif Değerlendirilmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) Akıncı, Delal; Acar, AliAmaç: Hastanemizde son 10 yılda yapılan serklajların retrospektif değerlendirilmesi ile proflaktik ve acil serklajların; servikal yetmezliğin risk faktörleri, hastanın demografik özellikleri gibi çeşitli yönlerle ele alınarak serklajın obstetrik sonuçlar üzerine etkilerinin karşılaştırılmasıdır. Yöntem: Hastanemizde son 10 yıl içinde yapılan serklajlar retrospektif olarak hastanenin elektronik kayıt sisteminden ve arşivdeki hasta dosyaları üzerinden tarandı. Çalışmaya çoğul gebelikler fetal anomalisi olanlar ve Mc Donald Tekniği dışında yapılan serklajlar dahil edilmedi. Öyküye ve ultrasonografik bulgulara bağlı serklajlar proflaktik, fizik muıayeneye bağlı serklajlar acil serklaj olarak kabul edildi.Hastaların yaşı boyu kilosu beden kitle indeksi serklajın gebeliğin kaçıncı haftasında yapıldığı ek hastalık varlığı geçirilmiş cerrahi öyküsü gravide parite yaşayan çocuk sayısı abortus sayısı intrauterın mort fetüs ivf öyküsü geçirilmiş konizasyon Denklemi buraya yazın.öyküsü herhangi bir sebeple geçirilmiş servikal dilatasyon öyküsü mevcut doğumun şekli doğumun haftası apgar ve doğum kilosu vb sorgulandı Bulgular: Erken doğum öyküsü var olan hasta oranı proflaktik serklaj yapılan hasta grubunda acil serklaj yapılan hasta grubuna göre anlamlı olarak daha yüksek izlendi (p<0.05). %84.3’e karşı %48.1. Geçirilmiş serklaj öyküsü oranı proflaktik serklaj yapılan hasta grubunda acil serklaj yapılan hasta grubuna göre anlamlı olarak daha yüksek izlendi (p<0.05).%44.1’e karşı %9.3. Ortalama servikal uzunluk proflaktik serklaj yapılan grupta ortalama 30.44 mm iken acil serklaj yapılan grupta ortalama 18.84 mm olarak bulunmuş olup bu fark istatistiksel olarak anlamlı bulundu(p<0.05). Servikal muayene esnasında fuenniling tespit edilen hasta oranı acil serklaj yapılan grupta %27.8 olup proflaktik serklaj yapılan grupta %0 olarak tespit edildi .Bu fark istatiksel olarak anlamlı bulundu (p<0.05) Doğum haftası açısından karşılaştırıldığında proflaktik serklaj yapılan hasta grubunda ortalama doğum haftası 35.17, acil serklaj yapılan hasta grubunda ortalama 30.77 olarak bulunmuş olup proflaktik serklaj yapılan hasta grubunda serklajdan doğuma kadar geçen sürenin daha uzun olduğu tespit edildi. Bu fark istatistiksel olarak anlamlıdır.(p<0.05) Doğum ağırlığı proflaktik serklaj yapılan hasta grubunda ortalama 2686.37 gr acil serklaj yapılan hasta grubunda ortalama 1910 gr olarak tespit edilmiştir bu fark istatistiksel olarak anlamlı bulundu. .(p<0.05) 5. dakika APGAR skoru karşılaştırıldığında proflaktik serklaj yapılan hasta grubunda ortalama 6.04 iken acil serklaj yapılan hasta grubunda ortalama 4.5 olarak tespit edilmiş olup bu oran istatistiksel olarak anlamlı idi. .(p<0.05) Sonuç:Çalışmamızda proflaktik serklaj yapılan servikal yetmezlik açısından yüksek riskli gebelerde acil serklaj yapılan hastalara göre doğuma kadar geçen süre daha uzun APGAR ve doğum kiloları daha tatmin edici sonuçlar vermiştir.Öğe Endometrial Karsinomlarda İmmünhistokimyasal Lipin-1 Ekpresyonunun Değerlendirilmesi ve Prognostik Verilerle İlişkisi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Yılmaz, Okancan; Oltulu, PembeEndometrial kanser (EMK), kadınlarda görülen jinekolojik kanserler arasında en yaygın olanlarından biridir. Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı (IARC) bünyesindeki Global Kanser Gözlemevi (GCO) tarafından yayımlanan GLOBOCAN 2020 istatistiklerine göre, endometrial kanser dünya genelinde 417.000 yeni tanı ve 97.000 ölümle, kadınlarda altıncı en sık rastlanan kanser türüdür ve kadın kanserlerinin yaklaşık %4,5'ini temsil etmektedir. Diğer birçok kanser türünün aksine, son yirmi yıl içinde insidans oranlarında düşüş gözlemlenirken, endometrial kanserin insidansı yükselmeye devam etmektedir. Kanser hücreleri, normal hücrelere kıyasla, genellikle metabolik yolları değiştirerek çalışır. Bu, yeni moleküler yapıların üretilmesi ve artan enerji taleplerinin karşılanması amacıyla yapılır. Bu süreç, özellikle metastaz yapabilme ve hızlı büyüme yetenekleri için gerekli olan organellerin üretimini sağlayacak yeni membranların üretilmesi için lipid metabolizmasının yeniden düzenlenmesini içerir. Bu süreç için, yağ asitlerinin ve kolesterolün alımı veya sentezi gerekir. Lipin ailesi olarak bilinen ve üç üyesi bulunan (lipin-1, lipin-2, lipin-3) fosfatidik asit fosfataz (FAF), bu mekanizmada kritik bir role sahiptir. Lipin-1'in enzimatik aktivitesi, hücre farklılaşmasını, inflamasyonu ve otofajiyi içeren çeşitli yolları hızlandırarak karsinogenezis (kanser oluşumu) sürecini tetikler. Bu nedenle, lipinler ve lipid biyosentezini düzenleyen diğer enzimler, geliştirilmekte olan kanser terapilerinde hedeflenmesi muhtemel önemli faktörler arasındadır.Lipin-1 ile alakalı daha önce akciğer, prostat ve meme karsinomlarında çalışmalar mevcut olup lipin-1 inhibitörleri bu tümörlerin tedavisinde kullanılmaya başlanmıştır. Çalışmamızda Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Patoloji Anabilim Dalı’nda EMK tanısı almış olgular değerlendirildi. Olgulara immünhistokimyasal olarak Lipin-1 boyası uygulandı. Elde edilen veriler klinikopatolojik parametrelerle istatistiksel olarak karşılaşıltırıldı. Lipin-1 ile tümör derecesi arasında orta düzeyde ve istatistiksel olarak anlamlı bir pozitif korelasyon saptanmıştır (r = 0.284, p = 0.004). Lipin-1 ile hasta yaşları arasında anlamlı bir fark bulunmuştur (p = 0.020). Yoğun boyanan grup en yüksek ortalama yaşa sahiptir. Lipin-1 ile FIGO evresi evresi açısından gruplar arasında anlamlı farklar bulunmuştur (p = 0.032). Yoğun boyanan grupta daha ileri evreler sık görülmüştür. FIGO evresi ile tümör derecesi arasında güçlü ve istatistiksel olarak çok anlamlı bir pozitif korelasyon gözlenmiştir (r = 0.693, p < 0.001). FIGO evresi ile lenf nodu metastazı arasında da güçlü ve istatistiksel olarak anlamlı bir pozitif korelasyon bulunmuştur (r = 0.720, p < 0.001). Tümör derecesi ile lenf nodu metastazı arasında orta düzeyde ve istatistiksel olarak anlamlı bir pozitif korelasyon tespit edilmiştir (r = 0.315, p = 0.001). Tümör derecesi ile yaş arasında da orta düzeyde ve istatistiksel olarak anlamlı bir pozitif korelasyon saptanmıştır (r = 0.380, p < 0.001). Lenf nodu metastazı ile tümörün en uzun çapı arasında düşük düzeyde fakat istatistiksel olarak anlamlı bir pozitif korelasyon mevcuttur (r = 0.209, p = 0.037). Lipin-1 ile endometrioid ve seröz tip kanserler açısından gruplar arasında anlamlı bir farklılık yoktur (p = 0.305). Daha önce literatürde EMK ile ilgili çalışma bulamadığımız Lipin-1 molekülü ile EMK anlamlı sonuçlar elde edilmiş olup bu molekülün tedavi aşamasında kullanılabileceğini düşünmekteyiz.Öğe Erişkin Akut Lösemilerinde İmmunhistokimyasal Pd-L1 Ve Pd-L2 Ekspresyonlarının Klinikopatolojik ve Prognostik Analizi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Gürel, İpek; Kılınç, FahriyeErişkinlerde en sık görülen akut lösemi Akut Myeloid Lösemi (AML) olup çocuklarda ise Akut Lenfoblastik Lösemi (ALL)’dir. Refrakter ve relaps (R/R) vakalar erişkin yaş grubunda daha sık görülmektedir. Son yıllarda malign tümör insidansının artması; kemoterapi, radyoterapinin immun sistemi zayıflatması ve bu tedavilerin ciddi yan etkilere neden olmasıyla immunoterapinin önemi artmıştır. Kanser immünoterapisinde immun checkpoint moleküllerinin keşfi ise büyük atılımlara yol açmış olup solid tümörlerin tedavilerinde ve hematolojik malignitelerde ise multiple myelomda kullanılmaya başlanmıştır. Çalışmamızda Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesinde 2017-2023 yıllarında 18 yaş üzerinde tanı almış ve ek hastalığı (anti PD-1/anti PD-L1 tedavisi alan non hematolojik malignite, romatolojik ve otoimmun hastalıklar) olmayan 41 ALL ve 55 AML hastasının ilk tanı aldıkları kemik iliği biyopsisi bloklarından kesitler alınarak immunhistokimyasal PD-L1 ve PD-L2 boyamaları yapıldı. Blastik hücrelerdeki PD-L1 ve PD-L2 ekspresyonlarının boyanma yüzdeleri değerlendirildi ve sonuçlar klinikopatolojik ve genetik verilerle istatistiksel olarak kıyaslandı. PD-L1 ile cinsiyet arasında erkek cinsiyet lehine zayıf korelasyon (rho:0,266, p:0,009) ve ferritin ile de pozitif yönde korelasyon (p: 0,035) saptandı. PD-L2 ekspresyonu ile lösemi tipleri arasında AML (p:0,039) yönünde, yaş (p:0,003) ve selülarite (p:0,043) ile de pozitif yönde korelasyon izlendi. Sonuç olarak çalışmamızda PD-L1 pozitifliği ALL’de %43,9, AML’de %58,2; PD-L2 pozitifliği ise ALL’de %73,1, AML de %74,5 hastada tespit edilmesi nedeniyle tedavide anti PD-1 ve anti PD-L1 ajanlarının kullanımına yer verilebileceğini ayrıca PD-L1 ekspresyonu negatif saptanan hastaların 31 (%32,2)’inde PD-L2 ekspresyonu izlenmesi nedeniyle PD-L1 negatif olgularda dahi PD-L2 pozitifliği nedeniyle anti PD-1 ajanların kullanım yolunun açılabileceğini düşünmekteyiz. Çalışmamızda PD-L1 ve PD-L2 ekspresyonunun R/R vakalarda, toplam sağ kalım ile ilişkisinde, kötü risk gruplarının ortaya konmasında anlamlı farklılık saptanmamış olup daha geniş vaka serilerinde, flow sitometri veya FISH ile değerlendirildiğinde farklı sonuçların ortaya çıkabileceğini düşünmekteyiz.Öğe Proteinürisi Olan ve Olmayan Gebelerde Beyin Omurilik Sıvısı Protein Değerlerinin İncelenmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Erdoğan, Arif Caner; Gezginç, KazımAmaç: Proteinürisi olan ve olmayan gebelerin beyin omurilik sıvısı protein değerinin perinatal sonuçlarla ilişkisinin incelenmesi Yöntem: Çalışmamız prospektif randomize kontrollü olup Mart 2023-Ekim 2023 ayları arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Kadın Hastalıkları ve Doğum servisine başvuran spinal anestezi uygulanarak sezaryen ile doğum yapan dahil olma kriterlerine uygun 31 proteinüri negatif 30 proteinüri pozitif toplamda 61 gebe dahil edilmiştir. Çalışmamızda hastadan alınan beyin omurilik sıvısı (BOS) örnekleri biyokimya laboratuvarında Roche Cobas 8000 Modelinin C 702 serisinde türbidimetrik yöntem kullanılarak çalışıldı. Elde edilen veriler SPSS Statistics 26 programına kaydedilerek analiz edildi. Bulgular: Gruplar arasında sosyodemografik özellikler açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmamıştır (p>0,05). Proteinüri ile BOS protein değerleri arasında istatiksel olarak anlamlı bir korelasyon izlenmemiştir (r=-0,014, p=0,912). Spot idrardaki protein/ kreatinin oranının 0.86 kesme noktasında yenidoğan yoğun bakım yatışının, duyarlılık %47.06, özgüllük %93.18, PPV (pozitif prediktif değer) %72.73, NPV (negatif prediktif değer) %82, AUC (eğrinin altındaki alan) 0.715’dir. Spot idrardaki proteinüri saptanan gebelerde FGR (fetal büyüme kısıtlılığı) görülme riski 3.9 kata kadar artmıştır (p=0,024), yenidoğan yatışı gerektiren hasta sayısı ile proteinürisi olan gebelerde spot idrardaki protein değerleri arasında anlamlı bir korelasyon bulunmuştur (r=0,468, p=0,001). Proteinüri pozitif olan hastaların %23,3’ünde (7 hasta) preeklampsi (p=0,004) ve %16,7’sinde (5 hasta) FGR (p=0,018) izlenmiştir. Kreatinin (p=0,035) ve üre (p=0,004) değerleri açısından, proteinüri pozitif olan hastalarda daha yüksek izlenmiştir. Yaş ile Spot idrar protein değerleri arasında anlamlı bir korelasyon bulunmamıştır (r=0,224, p=0,083). Sonuç: Spot idrarda bakılan proteinürinin ile BOS proteini arasında korelasyon yoktur. İdrarda protein değerlendirmesi gebelerde rutin bakılması gerektiği gibi sadece preeklampsi açısından değil fetal sağlık hakkında da bilgi verebilir. Proteinüri tespit edilen gebeler fetal büyüme kısıtlılığı açısından dikkatlice takip edilmeli ve yenidoğan yoğun bakım ünitesine ihtiyaç duyulabileceği unutulmamalı, bu gereksinime göre hazırlıklar yapılmalıdır.Öğe Kliniğimizde Opere Edilen İntra-Kranial Menenjiom Olgularının Retrospektif Analizi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Döğer, Bekir Murat; Araç, DenselAmaç: Kliniğimizde intra-kranial menenjiom tanısı ile opere edilen hastaların sonuçlarının, literatür ışığında retrospektif olarak değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Kasım 2014 ile Şubat 2023 yılları arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Beyin ve Sinir Cerrahisi kliniğinde opere edilen 101 hasta, cinsiyet, yaş, semptom ve bulgular, histopatolojik grade ve alt tip, tümör lokalizasyonu, takipte nüks varlığı, nüks sonrası uygulanan tedavi yaklaşımları, nüks ile histopatolojik tip, tümör lokalizasyonu, rezeksiyon evresi ilişkisi, patolojik grade ile cinsiyet, başvuru semptomları, nörolojik muayene, tümör lokalizasyonu ilişkisi, cerrahi sonrası komplikasyonlar ve nörolojik durum ve takipte sağ kalım açısından literatür ile kıyaslanarak incelenmiştir. Bulgular: İntrakranial menenjiom nedeniyle opere ettiğimiz hastaların yaş ortalaması 54,58 ± 13,76 yıl olarak tespit edildi; %68,3’ü (n=69) kadın, %31,7’si (n=32) erkekti. Hastalarda en sık görülen semptom baş ağrısıydı (%60,8; n=61). Hastaların %53,5’inde (n=54) nörolojik muayenede bulgu saptanmazken, hastaların %46,5’inde (n=47) nörolojik muayenede bulgu saptandı. En sık kaydedilen nörolojik muayene bulguları %25,7 (n=26) ile parezi idi. Olgularımızda menenjiomların en sık yerleşim lokalizasyonu konveksite (%29,6) olarak tespit edildi. Vakaların %75,2’si grade I, %23,8’i grade II, %1’i grade III olarak tespit edilirken, en sık görülen histopatolojik alt tipler %33,6 ile meningotelyal ve %18,8 ile atipik menenjiomlar olarak saptandı. Olguların %50,5’ine Simpson evre 2, %23,8’ine Simpson evre 3, %25,7’sine Simpson evre 4 rezeksiyon uygulandığı tespit edildi. Hastaların %26,7’sinde nüks menenjiom izlendi; Simpson Evre 2 rezeksiyon yapılan hastalarda nüks gözlenmezken, Simpson evre 3 rezeksiyon uygulananlarda %8,3, Simpson evre 4 rezeksiyon yapılanlarda ise %96,2 nüks oranı görüldü. Bu durum, istatistiki olarak anlamlı bulundu; Simpson rezeksiyon evresi ile nüks arasında ilişki olduğu tespit edildi. Tümör lokalizasyonuna göre nüks gelişimi değerlendirildiğinde, en sık serebello-pontin köşede yerleşenlerde nüks görüldüğü (%75’inde) saptandı. Çalışmada, grade III menenjiom olgularının %100’ünde, grade II menenjiomların %38’inde ve grade I menenjiomların %22,4’ünde nüks izlendi. Olgular arasında, nörolojik muayenede bilinç bozukluğu bulgusu olan hastaların %75’inin grade II ve III menenjiom olduğu görüldü; bu durum istatistiksel olarak anlamlı bulundu; bu sonuç bize, bu hastalarda beyin invazyonunu düşündürmüştür. Ayrıca yüksek grade (II ve III grade) menenjiomların en fazla bulunduğu lokalizasyonlar, intraventriküler ve konveksite lokalizasyonları olarak tespit edildi. Vakaların %9,9’unda post-operatif komplikasyon görüldü; en sık görülen komplikasyon bos fistülü (%6) olarak tespit edildi. Takip süresi boyunca 2 hastamızda exitus görüldü. Post-operatif dönemde, menenjite bağlı sepsis nedeniyle bir olgu exitus oldu; post-operatif erken dönem mortalite oranımız %1 di. Post-operatif erken dönem değerlendirmede, vakaların %73’ünün nörolojik muayene bulgularında değişiklik olmazken, %22’sinde düzelme, %4’ünde ise kötüleşme saptandı. Sonuç: Çalışmada elde edilen sonuçların, genel itibariyle, literatürdeki mevcut çalışmalarla benzer olduğu izlenmektedir. Çalışmamızın, %95’lik güven aralığında izlenen mevcut istatistiki sonuçları ile, ileride yapılacak çalışmalar için kaynak olabileceği değerlendirilmektedir.Öğe Opere Lomber Dar Kanal Hastalarında Lomber Vertebral Kanal Morfolojik Varyasyonu(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Yıldırım, Muhammet Talha; Araç, DenselAmaç: Lomber dar kanal ( LDK), spinal kanalın , nöral foramenin ve ya nöral elemanların sıkışmasına bağlı olarak nörojenik ağrı veya kladikasyoya s ebep olan klinik sendrom olarak ifade edilmektedir. Bu klinik durumun cerrahi tedavisinde ise nöral elem an ların sıkışıklığının ortadan kaldırılması için dekompresyon, gerekli durumlarda da enstr u m a ntasyon ve füzyon uygula nır. Bu çalışmamızda opere edilen lomber dar kanal hastaları yaş, cinsiyet, opere edilen lomber bölgenin morfolojik yapısı, ek sistemik hastalığı , açısından mevcut literatür ışığında değerlendirilecektir. Gereç ve Yöntem: Çalışma kapsamında Ocak 2019 Ocak 2023 yılları arasında kliniğimizde lomber stenoz tanısıyla değerlendirilen ve opere edilen hastalar retrospektif incelen e cektir. Ameliyattan önce tüm hastalar cerrahi yaklaşımlar hakkında deteylı bilgilendiril di ve cerrahi onam formu alın dı . Hastalar nöro lojik muayene , radyolojik değerlendirme sonuçları, sistemik hastalıklar göz önüne alınarak cerrahi uygulan dı . Hastalar lomber stenozun anatomik yeri, lomber vertebranın morfolojik yapıs ının dar kanal oluşumuna etkisi , lomber dar kanal sayısı , lomber dar k analın olduğu seviyede kanal ölçüleri, lomber dar kanalı olan hastaların kadın erkek oranı , ameliyat öncesi laseq varlığı, ameliyat öncesi de fi sit varlığı, ameliyatta enstruman kull a nılıp kullanılmadığı açısından değerlendilecektir. Bulgular: Çalışmaya dahil ettiğimiz 26 87 yaş aralığındaki hast a ların ortalam a yaşı 63 olarak bulundu. 212 hastanın 141 tanesi (%66,5) kadın cinsiyete sahip hastalardan oluşmaktadır. Hastaların %68,9’ unda özgeçmişlerinde ek hastalık olduğu tespit edilmiştir. Ek hastalıklarda n HT (Hipertansiyon) 103 kişiyle en çok görülen hastalık olurken, 55 DM (Diyabetes Mellitus), 20 astım, 19 KA H Koroner Arter Hastalığı ), 16 guatr, 10 HL (Hiperlipidemi), 6 SVO (Serebrovasküler Olay), 37 hastada diğer ek hastalıkların olduğu görülmüştür. H astalar darlık görülen kanal seviyelerine bakıldığı nda; L1 2 kanal darlığı 3 hasta , L2 3 kanal darlığı 19 hasta, L3 4 kanal darlığı 68 hasta, L4 5 kanal darlığı 145 hasta, L5 S1 kanal darlığı 8 hasta olduğu tespit edilmiştir. Hastaların 40 tanesinde birde n fazla seviyede kanal darlığı olduğu bunların 26 tanesinde L3 4, L4 5 kanal darlığı birlikteliği bulunduğu gözlemlenmiştir. 40 hastanın 38’ inde 2 seviyede darlık varken 2 tanesinde 3 seviyede darlık bulunmuştur. Hastaların 114 tanesinde (%53,8) defisit o lduğu tespit edilmiştir. Muayene edilen hastaların 47 tanesinde (%22,2) laseq mevcuttur. 184 hastada (%86,8) ameliyat sırasında enstrumantasyon uygulanmıştır. Hastalar vertebral kanal morfolojilerine göre değerlendirildiklerinde; 149’ u (%70,3) triangüler, kanal morfolojilerine göre değerlendirildiklerinde; 149’ u (%70,3) triangüler, 54’ ü (%25,5) 54’ ü (%25,5) elips, 9’ u (%4,2) oval olarak belirlenmiştir.elips, 9’ u (%4,2) oval olarak belirlenmiştir. Sonuç: Sonuç: Çalışmamızda kanal darlığı Çalışmamızda kanal darlığı tanısı ile tanısı ile opere ettiğimiz hastaların çoğunluğunun opere ettiğimiz hastaların çoğunluğunun triangüler morfolojitriangüler morfolojiye sahipye sahip olduğu ve en çok L4olduğu ve en çok L4--5 5 mesafesinmesafesinde görüldüğünü tespit ettik. de görüldüğünü tespit ettik. Bu nedenle triangüleBu nedenle triangüler morfolojiye sahip hastaların r morfolojiye sahip hastaların bilgisayarlı tomografi (BT)bilgisayarlı tomografi (BT), , manyetik manyetik rezonans görüntüleme (MRG) rezonans görüntüleme (MRG) görüntüleri ve muayeneleri detaylı bir şekilde görüntüleri ve muayeneleri detaylı bir şekilde değerlendirilmeli ve bu hastaların cerrahi adayı olmalarının diğer morfolojiye sahip değerlendirilmeli ve bu hastaların cerrahi adayı olmalarının diğer morfolojiye sahip hastalardan daha fazla olabihastalardan daha fazla olabileceği göz önünde bulundurulmalıdır. leceği göz önünde bulundurulmalıdır.