Cerrahi Tıp Bilimleri Bölümü Tez Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 593
  • Öğe
    Rat modelinde iyatrojenik olarak oluşturulan hipospadias cerrahisinde dexpanthenol/PRP emdirilmiş biodegradable nanofiber uygulamasının iyileşmeye etkisi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Uçmak, Harun; Aydıni Arif
    GİRİŞ VEAMAÇ: Hipospadias, erkek üretra ve fallusunun doğuştan kusuru olup üretral açıklığın ventralde olması ile karakterizedir. Hipospadias cerrahisi sonrası fistül gelişimi cerrahi teknik ve tecrübe kadar doku iyileşmesinin de iyi olmasını gerektirmektedir. Cerrahi sonrası pansuman materyallerinin postoperatif dönemde hastadan çıkarılması esnasında doku travmasına neden olabilmesi nedeniyle biodegradable materyallerin kullanımını gündeme getirmiştir.Dekspantenol, B kompleks vitamini mitotik aktiviteyi artırarak antiinflamatuar etki gösterir. Trombositten Zengin Plazma (PRP), hemostaz, fibröz bağ dokusu oluşumu ve revaskülarizasyonda rol oynar[1]. Biyodegradable nanopolimer mikroorganizmalar tarafından parçalanabilen nanomateryaller anlamına gelmektedir. MATERYAL-METOD: Araştırma prospektif randomize hayvan çalışması olarak Necmettin Erbakan Üniversitesi KONÜDAM Deneysel Tıp Uygulama ve Araştırma Merkezi’nde yapıldı. Çalışmada deney hayvanı olarak 70 adet yetişkin sağlıklı erkek sıçan kullanıldı. Hayvanlar toplam 7 gruba ayrıldı. Her grup 10 rattan oluşturuldu. 1. ve 7. grup dışında tüm ratlara iyatrojenik hipospadias oluşturuldu. Sham grubundaki 2 rat dışında tüm hayvanlar referanslardaki önerilere göre penektomi sonrası sakrifiye edildi. 1. gruptaki 2 rat aynı zamanda PRP elde edilmesi için intrakardiyak kan alınması sonrasında penektomi yapılarak sakrifiye edildi. Nanofiber üretiminde en uygun olacak polimerin PLA olmasında karar kılındı. PLA polimeri miktarının bir kısmı Dexpanthenol/PRP katılarak çeşitli oranlarda karıştırıldı. Nanofiberler Al folyodan ayrılarak yara üzerine sarıldı. Penektomi sonrası histopatolojik inceleme için tespit sonrası kesitler alındı ve Hematoksilen-Eozin ile Masson Trikrom boyamaları uygulandı. Preperatlarda fibrozis, inflamasyon, hiperemi, ödem, sütur reaksiyonu ve fistül değerlendirilerek skorlama sistemi oluşturularak değerlendirildi. Araştırma sonucunda elde edilen veriler SPSS isimli yazılımla değerlendirildi. BULGULAR:Tüm gruplar kendi aralarında ikili, üçlü ve toplu olarak incelendi. Sham(Grup 1) ve sadece nanofiber sarılan Grup 7 dışındaki gruplara iyatrojenik hipospadias uygulandıktan sonra; sekonder iyileşmeye bırakılan (Grup 2), sadece nanofiber sarılan (Grup 3), dexpanthenol emdirilmiş nanofiber uygulanan(Grup 4), PRP’li nanofiber uygulanan (Grup 5), dexpanthenol ve PRP’li nanofiber uygulanan (Grup 6) gruplar kıyaslandı. Fibrozis skorlamasında Grup 2-4(sek- dexp), Grup 3-5(nano-prp), Grup 4-5(dexp-prp) ve Grup 5-6( prp- dexp+prp) arasında p değerleri olarak anlamlı derecede fark görüldü. Hiperemi skorlamasında ise Grup 2-4(sek-dexp), Grup 2- 5(sek-prp), Grup 2-6(sek-dexp+prp),Grup 3-4(nano-dexp),Grup 3-5(nano-prp),Grup 3-6(nano- dexp+prp) arasında da p değerleri açısından anlamlı farklılık olduğu raporlandı. Güç analizinde etki büyüklüğü; d = 0.80, hata oranı % 5 ve güç değeri % 95 olarak tayin edildiğinde her bir grup için asgari sayı 6 olarak hesaplandı. SONUÇ: Hipospadias cerrahisinde post-operatif komplikasyon oranını azaltmak, üretral iyileşmeye katkıda bulunmak ve psikolojik travmayı azaltmak amacıyla üretilen biodegradable materyaller, ratta başarılı sonuçlar vermiştir. Yara iyileşmesine pozitif etkileri olan dexpanthenol ile kolaylıkla emdirilip skar dokusuna uygulanabilir. PRP’nin ise elde edilme aşamalarının ve uygulanabilirliğinin zorluğu nedeniyle bu yönde daha çok çalışmaya ihtiyaç vardır.
  • Öğe
    Septik şokta terapötik plazma değişiminin enflamatuar ve hemodinamik parametreler üzerine etkisi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Koç, Muhammed Nezih; Yosunkaya, Alper
    Amaç: Bu uzmanlık tezinin amacı, dirençli septik şok nedeniyle terapötik plazma değişimi (TPD) uygulanan hastalarda, TPD’nin interlökin-1 (IL-1), interlökin-6 (IL-6), interlökin-8 (IL- 8), interlökin-10 (IL-10), tümör nekroz faktörü alfa (TNF-α), transforme edici büyüme faktörü-beta (TGF-β) ve interferon gama (IFN-γ) seviyeleri ile hemodinamik, biyokimyasal ve klinik parametreler üzerindeki etkilerini değerlendirmektir. Yöntem: Bu çalışma, Necmettin Erbakan Üniversitesi İlaç ve Tıbbi Cihaz Dışı Araştırmalar Etik Kurulu onayı alındıktan sonra, tek merkezli, prospektif ve kontrolsüz gözlemsel bir araştırma olarak gerçekleştirilmiştir. Yoğun bakım ünitesinde septik şok gelişen, standart sepsis tedavilerine yanıt vermeyen ve norepinefrin ihtiyacı ≥ 0.4 mcg/kg/dk olan erken evre (şok başlangıcı < 24 saat) 25 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Hastalara standart bakıma ek olarak tek seferlik TPD uygulanmıştır. TPD öncesi ve sonrası klinik ve biyokimyasal veriler toplanmış, sitokin düzeyleri ELISA yöntemi ile analiz edilmiştir. Bulgular: TPD öncesi ve sonrası tüm sitokin seviyelerinde genel olarak azalma görülmüştür. Ancak IL-6 ve TGF-β seviyelerinde anlamlı değişiklikler saptanmıştır (sırası ile p<0.01, p<0.05). TGF-β seviyelerindeki azalma, 28 günlük mortalite üzerinde olumlu etki yaratmıştır. TPD tedavisi öncesi SOFA skorları median (max-min) olarak 13 (9-18) iken TPD tedavisi sonrası 11.5 (9-16) olarak tespit edilmiştir (p<0.01). TPD sonrası hemodinamik iyileşme kaydedilmiş, OAB) / norepinefrin (NE) doz oranında TPD sonrası 6.saat ve 24.saatte anlamlı artış saptanmıştır (p<0.01). Prokalsitonin (PCT) ve C-reaktif protein (CRP) değerleri de TPD uygulaması sonrası istatistiksel olarak anlamlı şekilde düşmeye başlamış ve çalışma süresince düşüş devam etmiştir. TPD ile ilişkili olarak hipokalsemi dışında herhangi bir yan etki gözlenmemiştir. Sonuç: Terapötik plazma değişimi, dirençli septik şoklu hastalarda erken dönemde inflamatuar yanıtın baskılanması ve hemodinamik stabilitenin sağlanmasında etkili bir tedavi seçeneği olabilir. Ancak, mortalite üzerindeki etkilerinin daha net ortaya konulabilmesi için daha geniş kapsamlı randomize kontrollü çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
  • Öğe
    Neoadjuvan kemoterapi alan ve almayan mide kanserli hastalarda erken dönem postoperatif komplikasyonların karşılaştırılması
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Yalçın, Beril Nur; Küçükkartallar, Tevfik
    Mide kanseri küresel ölçekte önemli bir hastalık olup global olarak en çok teşhis edilen beşinci malignitedir.Başvuru esnasında genellikle ileri evrede olması nedeniyle mide kanserinden kaynaklanan ölüm oranı yüksektir. Mide kanseri tedavi modaliteleri arasında yer alan neoadjuvan kemoterapi(NAKT), tümörün rezektabilitesini artırıp tümör evresini düşürürken hastalarda kemoterapinin oluşturduğu toksisite ve sarkopeni cerrahi sonrası komplikasyonları etkileyebilir.Postoperatif komplikasyonlar hastanın sürviyini ve prognozunu etkilemektedir.Çalışmamızda NAKT alan ve almayan mide kanserli hastalarda erken dönem komplikasyonlar ele alınmıştır Ocak 2014- ocak 2024 tarihleri arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesinde mide adenokarsinom tanısıyla total gastrektomi + özefagojejunostomi işlemi yapılan 179 hasta NAKT alıp almamasında göre iki gruba ayrıldı. NAKT alan grubumuzda 48 hasta, cerrahi olan grubumuzda 131 hasta değerlendirildi. NAKT alan grupta 7 hastamızda, cerrahi grubunda ise 27 hastamızda ClavienDindo sınıflamasına göre derece 2 ve üzeri komplikasyon geliştiği görüldü. PearsonChi-Square test istatistiği sonucuna göre p = 0,362 >0,05 olduğundan Komplikasyon ile Nakt arasında anlamlı bir ilişki bulunamamıştır. Çalışmamızda NAKT’in postoperatif komplikasyon üzerine anlamlı etkisi olmadığı sonucu çıkarılmıştır.
  • Öğe
    Kolonoskopide hastanın tutumunun barsak temizliğine etkisi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Sencar, Nurdan; Çakır, Murat
    Amaç: Kolon kanserinin ve adenomların teşhisinde en önemli tetkik araçlarından biri kolonoskopidir. Kolonoskopinin kalitesinde barsak temizliği büyük önem arz eder. Çalışmamızda kolonoskopi hazırlıkta hastaların tutumlarının barsak temizliğine etkisinin olup olmadığının araştırılması amaçlanmıştır. Materyal ve Metod:Genel Cerrahi endoskopi ünitemizde 2024- 2025 yılları arasında 150 hasta çalışmaya dahil edildi. Çalışma için etik kurul onayı alındı. Bu hastaların tümüne ünitemizde rutin uygulanan diyet programı ve ilaç prosedürü verildi. Ünitemizde rutin diyet olarak; katı beslenmenin ve posa bırakan gıdaların 3 gün önceden kesilerek, sıvı ve posa bırakmayan gıdaların tüketilmesi anlatılmaktadır. İşlemden 1 gün önce en az 2-3 litre su tüketmeleri önerilmektedir. Ünitemizde ayaktan gelecek hastalarımız için rutin barsak temizliğinde önerdiğimiz laksatif kullanımı bu şekildedir: - İşlem öncesi 2 gün önce başlanacak şekilde her gece 2 tablet şeklinde alınacak sennosid A+ B bileşenli laksatif tablet - İşlem öncesi 1 gün önce alınacak birer saat ara ile içilmesi gereken 3 şişe sennosid A+B bileşenli laksatif süspansiyon - İşlem öncesi gece 24:00 da ve işlem günü sabah 07:00 da makattan yapılacak sodyum fosfatlı lavmanlar Hastalara işlem öncesi bir anket sunularak demografik verileri, işlem öncesi su içme miktarları, diyete uyumları not alındı. İşlem sonrası elde edilen Boston Barsak Hazırlık Skoru da bu ankete not edildi. Hangi faktörlerin ne şekilde barsak temizliği üzerinde etkisi olduğuincelendi.Tüm veriler kaydedildikten sonra istatistiksel incelemeye tabi tutuldu. Bulgular:Çalışma için katılımcılara yönlendirilen anket formunda isim soyisim ,yaş, cinsiyet, boy, kilo, BMI, telefon, adres, ek hastalık, kullandığı ilaç, geçirilmiş cerrahiler, ostomi durumu, eğitim durumu, alerji durumu, sigara alkol kullanımı, kabızlık durumu ve varsa ilaç kullanımı , günlük defekasyon sayısı, kolonoskopi öncesi tüketilen su miktarı , kolonoskopi yapılma sebebi, kolonoskopi geçmişi, mevcut işlem için önerilen talimatlara uyup uymadığı, katı beslenmeyi kesme süresi, kolonoskopi ile ilgili olarak da süre, çekum entübasyonu durumu, Boston Barsak Hazırlık Skoru (BBPS), işlem öncesi ve sonrası şikayet durumu , katz skoru bulumaktaydı. Yapılan istatistiki inceleme sonucunda bu parametrelerin BBPS ile ilişkisi incelendi . Elde edilen sonuçlara göre ; BBPS ile kolonoskopi öncesi içilen su miktarı arasında anlamlı bir ilşki elde edilememiştir. BBPS ile katı beslenme kesilme süresi arasında pozitif bir ilişki tespit edilmiştir. Katı beslenmeyi kesme süresi uzun olan hastalarda BBPS skorunun da yüksek değerlerde olduğu görülmüştür. BBPS ile kolonoskopi için verilen ilaç diyetini tam ya da eksik uygulamaları arasında anlamlı bir ilişki elde edilememiştir. Sonuç:Kolonoskopinin kalitesinde barsak temizliğinin yeri çok önemlidir.İdeal bağırsak temizliğinde tolere edilebilir en uygun ilaç hala bulunulamamıştır. "Daha iyi tolere edilen" bağırsak hazırlıklarının geliştirilmesine rağmenkolonoskopilerin yaklaşık dörtte birinin yetersiz kalitede hazırlığa sahip olduğu düşünülmektedir. Yetersiz bağırsak hazırlıkları daha düşük adenom tespit oranlarına (ADR), daha uzun kolonoskopi sürelerine, tekrarlanan prosedürlere, kolorektal kanser önleme maliyetinin artmasına ve hasta memnuniyetinin azalmasına yol açar. Bu nedenle bu çalışmada işlem öncesi hastaların yaklaşımları incelenmiş ve barsak temizliğini iyileştirmek amaçlanmıştır.
  • Öğe
    Tiroit kanserinde mikronükleus testi ile malignite ilişkisinin araştırılması
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Alper, Hilmi; Arbağ, Hamdi
    Amaç: Tiroit nodülü ile takipli, takibi cerrahi ile sonuçlanan hastalarda, elde edilen cerrahi materyalden nodül ve normal tiroit dokusunda MN(Mikronükleus) ve BN(Binükleus) sayılarının farklı bethesda ve cerrahi patoloji gruplarında karşılaştırılması amaçlandı. grupları arasında karşılaştırıldı. İstatistiksel değerlendirmeler R 4.4.1(R Core Team, 2024) programı ile yapıldı. Sayısal değişkenlerin analizinde karma etki modellerinden (mixed effects models) faydalanıldı. Sonuçlar p<0.05 olacak şekilde anlamlı olarak kabul edildi. Malign ve benign tiroit lezyonlarının ayırt edilmesinde MN ve BN sayılarını değerlendirmek amacıyla Receiver Operating Characteristic (ROC) analizi kullanıldı. Bulgular: Preop ince iğne aspirasyon biyopsi (İİAB) değerlendirmesinde 39 hastanın 3’ü Bethesda 1, 10’u Bethesda 2, 8’i Bethesda 3, 1’i Bethesda 4, 4’ü Bethesda 5, 13’ü Bethesda 6 idi. Cerrahi patoloji değerlendirmesinde 39 hastanın 16’sı benign, 19’u papiller tiroit karsinom(PTK), 4’ü foliküler tiroit karsinom(FTK) idi. Normal tiroit dokusundaki MN sayısı (n=0.08±0.35), BN sayısı (n=0.10±0.38) idi. Nodül tiroit dokusundaki MN sayısı (n=4.23±2.99), BN sayısı (n=3.28±3.05) idi. Normal tiroit dokusu ile nodül tiroit dokusu arasında MN ve BN sayıları açısından istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (Nondiagnostik ve benign grubundaki BN karşılaştırılması haricinde) (p<0,05). Cerrahi patoloji grubunda benign, papiller karsinom ve foliküler karsinom olmak üzere 3 grup vardı. Benign tanılı nodül biyopsilerinde MN sayısı (n=1,87±1,62), BN sayısı (n=1,12±1,58) idi. Papiller tiroit karsinom tanılı nodül biyopsilerinde MN sayısı (n=6,21 ±2,65), BN sayısı (n=5,05±2,83) idi. Foliküler tiroit karsinom tanılı nodül biyopsilerinde MN sayısı (n=4,25±1,70), BN sayısı (n=3,50±3,51) idi. Bu gruplar kendi arasında kıyaslandığında malign(papiller ve foliküler) gruplarda, MN ve BN sayıları benign gruba göre istatistiksel olarak anlamlı şekilde yüksekti (p<0,05). Foliküler karsinom ve papiller karsinom grupları kendi arasında kıyaslandığında, MN ve BN sayıları açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0,05). Bethesda sınıflamasına göre 1.(Non-dianostik) ve 2.(Benign) kategoride değerlendirilen nodül biyopsilerinde MN sayısı (n=2±1,79), BN sayısı (n=1,42±2,06) idi. 3.(Önemi Belirsiz Atipi/Önemi Belirlenemeyen Foliküler Lezyon) kategoride değerlendirilen nodül biyopsilerinde MN sayısı (n=4,71± 3,77), BN sayısı (n=4,71±5,05) idi. 4.(Foliküler neoplasm veya foliküler neoplasm şüphesi), 5.(Malignite şüphesi) ve 6.(Malign) kategoride değerlendirilen nodül biyopsilerinde MN sayısı (n=6±2,33), BN sayısı (n=4,31±1,95) idi. Bethesda gruplarında Non-dianostik ve benign kategoriyi oluşturan gruba göre diğer gruplarda MN ve BN sayıları açısından istatistiksel olarak anlamlı bir artış saptandı (p<0,05). Normal tiroit dokusundaki MN ve BN sayılarında patolojiden bağımsız olarak hiçbir kategoride istatistiksel açıdan anlamlı bir farklılık saptanmadı (p>0,05). Sonuç: Tiroit nodülü ile takipli hastalarda preoperatif incelemede MN, BN sayılarının malign benign nodül ayrımında faydalı olacağı sonucuna varıldı. Bethesda sınıflaması kategorilerine göre oluşturulmuş gruplar ve cerrahi patoloji gruplarının her ikisinde de patoloji sonucu malign olanlarda benignlere göre MN ve BN sayılarının artış gösterdiği ve ayırıcı tanıya katkı sağladığı gösterildi. Şüpheli hastalarda preop patolojik değerlendirmeye ilave olarak mikronükleus ve binükleus sayılarının tanı açısından katkı sağlayacağı düşünüldü. Geniş hasta serilerinde İİAB ile MN ve BN çalışılmasına ihtiyaç vardır.
  • Öğe
    Retrograd İntrarenal Cerrahide R.I.R.S. kullanılan farklı güçteki lazerlerin yarattığı renal hasarın serolojik biyobelirteçleri ile değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Alalam, Haider Nihad İzaddin; Balasar, Mehmet
    Amaç: Bu çalışmanın amacı, retrograd intrarenal cerrahi (RIRS) sırasında kullanılan düşük ve yüksek güçlü lazerlerin böbrekte oluşturduğu hasarı serolojik biyobelirteçler ve böbrek içi sıcaklık değişimleri aracılığıyla karşılaştırmaktır. KIM-1 ve KIM-1/kreatinin oranlarının preoperatif ve postoperatif değişimleri incelenerek lazer tiplerinin renal hasar üzerindeki etkileri değerlendirilecektir. Literatürde lazerlerin böbrek dokusunda neden olduğu hasarı insan verileriyle inceleyen çalışmalar sınırlıdır. Bu araştırma, farklı lazer güçlerinin böbrek hasarı üzerindeki etkilerini belirleyerek klinik uygulamalara rehberlik etmeyi ve hasta güvenliğini artırmayı amaçlamaktadır. Gereç ve Yöntem: Bu prospektif çalışmaya, 01.10.2023-01.05.2024 tarihleri arasında kliniğimizde böbrek taşı nedeniyle RIRS uygulanan 60 hasta dahil edilmiştir. Hastalar, kullanılan lazer enerjisine göre Low Power (n=30) ve High Power (n=30) olmak üzere iki gruba ayrılmıştır. Preoperatif, postoperatif 4. saat ve 24. saatte olmak üzere üç farklı zaman diliminde hastalardan kan ve idrar numuneleri alınarak KIM-1 ve KIM-1/kreatinin oranları ölçülmüştür. İntraoperatif böbrek içi sıcaklık değişimleri kaydedilmiş ve postoperatif komplikasyonlar Modifiye Clavien Sınıflaması ile değerlendirilmiştir. İstatistiksel analizler SPSS 27 yazılımı ile gerçekleştirilmiş ve p<0.05 anlamlı kabul edilmiştir. Bulgular: Preoperatif dönemde KIM-1 seviyeleri ve KIM-1/kreatinin oranları açısından iki grup arasında anlamlı bir fark bulunmazken (p=0.807), postoperatif dönemde High Power lazer grubunda belirgin farklılıklar tespit edilmiştir. Postoperatif 4. saatte KIM-1 seviyesi High Power grubunda 186.2±237.0 pg/mL, Low Power grubunda ise 95.9±63.9 pg/mL olarak ölçülmüş, ancak bu fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır (p=0.114). Postoperatif 24. saatte ise High Power grubunda KIM-1 seviyesi 278.8±239.6 pg/mL’ye, Low Power grubunda 170.3±172.9 pg/mL’ye yükselmiş ve bu fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p=0.003). KIM-1/kreatinin oranları açısından da High Power grubunda postoperatif dönemde anlamlı artış gözlenmiştir. Postoperatif 4. saatte KIM- 1/kreatinin oranları Low Power grubunda 3.0±3.1, High Power grubunda 4.9±7.1 olarak belirlenmiş, ancak fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır (p=0.287). Postoperatif 24. saatte ise KIM-1/kreatinin oranı High Power grubunda 5.5±4.5, Low Power grubunda 3.1±2.0 olarak ölçülmüş ve bu fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p=0.035). İntraoperatif böbrek içi sıcaklık değişimleri açısından gruplar arasında anlamlı fark bulunmamıştır (p=0.860). Sonuç: Bu çalışmada, High Power lazer kullanımının KIM-1 seviyeleri ve KIM- 1/kreatinin oranlarında anlamlı artışa neden olduğu, bunun da böbrek üzerindeki termal ve mekanik stresi artırabileceği gösterilmiştir. Ancak, taşsızlık oranı, komplikasyonlar ve böbrek içi sıcaklık değişimleri açısından gruplar arasında fark saptanmamıştır. Sonuç olarak, düşük taş yüküne sahip hastalarda Low Power lazer tercih edilebilirken, yüksek güçlü lazerlerin kullanımı renal hasar riski açısından dikkatle değerlendirilmelidir. Uzun vadeli etkileri anlamak için daha geniş kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır.
  • Öğe
    Sentinel lenf nodu biyopsisinde kullanılan metilen mavisinin, patent mavisinin ve indosiyanin yeşilinin advers etki olarak cilt nekrozuyla ilişkisinin incelenmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Nurşen, Hayri Ahmet Burak; Dadacı, Mehmet
    Meme kanseri, kadınlarda en sık rastlanan kanser türlerinden biridir ve tedavisinde hastaların yaşam kalitesini korumak amacıyla farklı cerrahi ve medikal yaklaşımlar uygulanır. Meme kanseri cerrahisinde, tümörlü doku çıkarılırken sağlıklı dokunun korunmasına yönelik olarak organ koruyucu cerrahi yöntemler tercih edilir. Erken evre meme kanserinde yaygın olarak kullanılan yöntemlerden biri, tümörün lenfatik sisteme yayılımını değerlendiren sentinel lenf nodu biyopsisidir (SLNB). Bu yöntem, kanserin yayılma durumunu belirleyerek tedavi planlamasında önemli bir role sahiptir. SLNB sırasında kullanılan boya maddeleri, lenf nodlarının tespiti için kılavuzluk eder. Bu çalışmada, SLNB’de yaygın olarak kullanılan metilen mavisi, patent mavisi ve indosiyanin yeşili (ICG) gibi boyaların etkileri incelenmiştir. Metilen mavisinin, lenf nodlarının tespitini kolaylaştırmasına karşın ciltte toksik etki ve nekroz riski taşıdığı belirlenmiştir. Diğer yandan, patent mavisi toksisite açısından daha düşük riskli olup bazı durumlarda inflamasyon ve apse formasyonuna yol açabilir. ICG ise minimal yan etkilerle öne çıkan güvenli bir alternatif olarak değerlendirilmiştir; floresan özellikleri ile lenf nodlarının daha hassas şekilde belirlenmesine imkân tanır ve toksisite oranı düşüktür. Meme kanseri tedavisinde kullanılan yöntemlerden biri olan cilt koruyucu mastektomi (CKM), meme dokusunun alınmasını, ancak cilt zarfının korunmasını içerir ve genellikle meme rekonstrüksiyonu için avantaj sağlar. Bu cerrahi prosedürün başarılı olabilmesi için cilt dokusunun sağlıklı kalması kritik önemdedir. Ancak SLNB sırasında kullanılan bazı boyalar, özellikle metilen mavisi, yüksek cilt nekrozu riski taşır. Metilen mavisinin toksik profili cilt dokusunda iritasyon ve nekroza yol açarak iyileşme sürecini olumsuz etkileyebilir ve CKM sonrası rekonstrüksiyonun başarısızlıkla sonuçlanmasına neden olabilir. Cilt nekrozu, CKM sonrası implantın açığa çıkması gibi komplikasyonlara yol açarak cerrahi sonucunun hem estetik hem de işlevsel kalitesini düşürebilir. Çalışmada değerlendirilen diğer boyalardan patent mavisi ve indosiyanin yeşili (ICG) ise daha düşük toksisite profiline sahiptir. Özellikle ICG, minimal yan etkileri ile CKM’de güvenli bir seçenek olarak öne çıkar. Bu bağlamda, boya seçimi yapılırken hastanın doku hassasiyeti ve potansiyel yan etkiler göz önünde bulundurulmalı; CKM'nin başarı oranını artırmak için cilt sağlığını koruyacak boyalar tercih edilmelidir. Bu bulgular ışığında, SLNB sırasında boya seçiminde uygun boyanın tercih edilmesi önemlidir. Özellikle metilen mavisinin cilt üzerindeki yüksek toksisite riski, cerrahi uygulamalarda kullanımında dikkatli olunmasını gerektirir.
  • Öğe
    Mikozis fungoideste immunhistokimyasal CADM1 ve TİAM1 ekspresyonlarının tanısal değeri ve histopatolojik parametrelerle ilişkisi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Çalışkan, Havva Nur; Fındık, Sıdıka
    Mikozis fungoides (MF) en sık görülen primer kutanöz lenfoma alt tipi olup tanısal olarak çeşitli zorluklar içerebilir. Tanı kolaylığı sağlamak amacıyla farklı algoritmalar önerilmiştir. Güncel olarak kabul edilen algoritmada klinik, histopatolojik, immunhistokimyasal ve moleküler parametreler yer almaktadır. CADM1’in MF’i yüksek duyarlılık ve hassasiyet ile tespit edebileceğini gösteren çalışmalar mevcuttur. CADM1 ve TİAM1 ilişkisi Erişkin T Hücreli Lösemilerde tanımlanmış olup benzer mekanizmanın MF’de de görülebileceği düşünülmektedir. Çalışmamızda Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Patoloji Laboratuvarında 2019- 2024 yılları arasında incelenerek tanı almış 75 MF, 50 inflamatuar dermatit ve 25 kontrol grubu deri biyopsisinin histopatolojik bulguları ve mevcut CD3, CD4, CD8, CD5, CD7 boyamaları değerlendirildi. Tüm vakalara immunhistokimyasal CADM1 ve TİAM1 boyamaları uygulandı. Veriler istatistiksel olarak karşılaştırıldı. MF tanılı vakalarda tanısal histopatolojik bulgulardan epidermotropizm varlığında CADM1 skorunun daha yüksek olduğu tespit edildi (z:2.914, p:0.004). CADM1’in MF’i inflamatuar dermatit ve kontrol grubundan yüksek duyarlılık ve seçicilikle ayırt ettiği gösterildi (skor> 0.5 için %93.30 duyarlılık, %88.00 seçicilik). MF tanılı vakalarda tanısal histopatolojik bulgulardan fibroplazi varlığında TİAM1 skorunun yüksek olduğu tespit edildi (z:2.445, p:0.014). TİAM1’in MF’i yalnızca inflamatuar dermatit grubundan %64 duyarlılık ve seçicilik ile ayırt ettiği gösterildi. CADM1’in yaş ve cinsiyetten bağımsız olarak ileri evre vakalarda ve büyük hücre transformasyonunda anlamlı olarak yüksek olduğu bulundu. (𝜒2:22.051, p<0.001 ve z:3.263, p:0.001). CADM1 ile TİAM1 arasında kontrol grubunda orta derecede pozitif korelasyon saptanırken MF’de zayıf derecede pozitif korelasyon saptandı. Sonuç olarak CADM1’in MF tanısı için yüksek duyarlılık ve seçiciliğe sahip tanısal ve kötü prognozu gösterebilen bir belirteç olduğunu; TİAM1’in ise MF için tanısal ve prognostik değeri olmadığını düşünmekteyiz. MF’de CADM1 ve TİAM1 korelasyonunun azalması nedeniyle MF’de CADM1 aktivasyonunda farklı mekanizmaların rol oynayabileceğini ve bu konuda daha çok çalışmaya ihtiyaç olduğunu düşünmekteyiz.
  • Öğe
    Graves hastalığında statik ve dinamik pupillometri parametrelerinin incelenmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Orhan, Zeynep (Kaya); Özkağnıcı, Ahmet
    Amaç: Bu çalışmada Graves hastalığında statik ve dinamik pupillometri parametrelerinin değerlendirilmesi, elde edilen parametrelerin Graves oftalmopatisi ve steroid tedavisi alma durumu ile ilişkilerinin incelenmesi amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Göz Hastalıkları Polikliniği’nde, Ocak 2017 ile Mayıs 2023 tarihleri arasında Graves oftalmopati açısından takip edilen 66 olgu ile 28 sağlıklı kontrol grubu dahil edildi. Graves hastalığı bulunan olgularda pupillometri değerleri oküler tutulumu olmayan, oküler tutulumu bulunup steroid almayan ve oküler tutulum nedeniyle steroid tedavisi alan olmak üzere 3 gruba ayrılarak sağlıklı kontrol grubu ile karşılaştırıldı. Nörolojik hastalıklar, travma gibi başka bir nedene bağlı optik sinir hastalığı, glokom ve pupiller anormallikler (sineşi, anizokori) gibi durumlar ile pupil mekaniğini etkileyen sistemik ilaç kullanım öyküsü olan olgular çalışma dışı bırakıldı. Statik ve dinamik pupillometri ölçümleri bilgisayarlı otomatize kantitatif pupillometri cihazı kullanılarak yapıldı. Olguların retina sinir lifi kalınlığı ölçümleri optik koherens tomografi kullanılarak gerçekleştirildi. Araştırma sonucu elde edilen veriler bilgisayar ortamında Statistical Package for Social Sciences 20.0 paket programı ile analiz edildi. Bulgular: Gruplar arasında statik pupillometri parametreleri (skotopik pupil çapı, mezopik pupil çapı, düşük fotopik pupil çapı ve yüksek fotopik pupil çapı) açısından anlamlı fark saptanmadı. Dinamik pupillometri parametreleri açısından steroid alan grupta (Grup I) PK (pupil kontraksiyonu) amplitüdü 1.66±0.37 mm, steroid almayan ve oküler tutulumu olan grupta (Grup II) 1.60±0.36 mm, oküler tutulumu olmayan grupta (Grup III) 1.92±0.35 mm iken kontrol grubunda (Grup IV) 2.05±0.38 mm olarak ölçüldü. Grup I ve Grup II’nin PK amplitüdü Grup IV’deki değerlerden düşüktü (sırasıyla p=0.006, p=0.001). Grup II’nin PK amplitüdü de Grup III’ten daha düşüktü (p=0.002). Grup I’in PK hızı 5.63±0.91 mm/s, Grup II’nin 5.42±1.03 mm/s, Grup III’ün 6.32±0.89 mm/s iken Grup IV’de ise 6.58±0.84 mm/s olarak bulundu. Grup I ve II’nin PK hızının Grup IV’e göre daha düşük olduğu saptandı (sırasıyla p=0.004, p=0.001). Grup II’nin PK hızı, Grup III’den daha düşüktü (p=0.012). Grup I’de PD (pupil dilatasyonu) hızı 1.76±0.36 mm/s, Grup II’de 1.59±0.33 mm/s, Grup III’de 2.09±0.38 mm/s iken Grup IV’de ise 2.05±0.55 mm/s olarak ölçüldü. PD hızı açısından karşılaştırıldığında; Grup II’de, Grup III ve Grup IV’e göre daha düşük değerler ölçüldü (p=0.001, p=0.006). Grup I’in PD hızı Grup III’e göre anlamlı şekilde düşüktü (p=0.03). Grupların RNFL ortalamaları arasında anlamlı fark saptanmadı. Sonuç: Graves oftalmopatinin statik pupillometri parametrelerini etkilemediği, bununla birlikte belirli dinamik pupillometri parametreleri üzerinde olumsuz etkiye neden olduğu söylenebilir. Daha kapsamlı çalışmalar gerekmekle birlikte klinik çalışmalarda pupillometrik inceleme yapılırken, graves oftalmopatisinin dinamik pupillometri parametrelerindeki olumsuz etkisi göz önünde bulundurulmalıdır.
  • Öğe
    Tripple Negatif Meme Kanserlerinde Trps-1 Ve Gata-3 Ekspresyonlarının Karşılaştırılması Ve Trps-1'in Prognostik Değerinin Araştırılması
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Yiğit (Perihan), Tuğçe; Avunduk, Mustafa Cihat
    Amaç: Meme kanseri kadınlarda en sık görülen malignitedir. Mortalitesi oldukça yüksektir. Meme kanseri subtiplerinden üçlü negatif meme kanserlerleri (ÜNMK), diğer alt tiplere göre daha kötü prognoza sahiptir. ÜNMK’nin kötü differansiye olarak karşımıza çıkabilmesi ve hormon profilinin negatif olması nedeniyle bazı olgularda tanı vermede güçlük çekilmektedir. Bu bağlamda, meme kanserinde spesifik ekspresyon ve yüksek prevalans gösteren yeni genlerin tanımlanması, aynı zamanda kanser tedavisi için hedeflenebilecek yeni moleküler yolları da ortaya çıkarabilir. ÜNMK’nde TRPS-1’in duyarlılığını ve hastanın klinikopatolojik verileri (yaşı, T evresi, lenf nodu metastazı, lenfovasküler invazyon, östrojen, progesteron, HER-2 reseptör durumları, ki67 indeksi, tümör histolojik tipi) ile ilişkisinin gösterilmesini amaçlıyoruz. Ayrıca kemik ve karaciğer metastazlarında bu iki belirtecin duyarlılıklarını incelemeyi amaçlıyoruz. Gereç-yöntem: Çalışmamızda 2017-2023 yılları arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesinde tanı almış yaklaşık 50 adet üçlü negatif meme kanseri ve hormon profilinden bağımsız, meme metastazı olduğu bilinen 20 adet metastatik kemik, 20 adet metastatik karaciğer dokusuna ait bloklar, hematoksilen& eozin ve immünhistokimyasal boyamalara ait camlar arşivden çıkarıldı. Bloklara immünhistokimyasal GATA-3 ve TRPS-1 boyaları uygulanarak boyanma yüzdeleri değerlendirildi. Nükleer ekspresyon anlamlı kabul edilerek, boyanan tümör hücreleri yüzdesel olarak değerlendirildi (0: <%1; 1: %1-10; 2: %11-50; 3: %51-100). Bulgular: Çalışmamızda ÜNMK vakalarında TRPS1 ile GATA3’e oranla daha yüksek oranlarda ekspresyon izlenmiştir. T evresi ile TRPS-1 boyanması arasında anlamlı ilişki saptanmış olup, artmış T evresinde daha düşük oranlarda TRPS-1 ekspresyonu izlenmiştir. Tümör derecesi, histolojik tip, lenf nodu durumu ve hastalık evresi ile TRPS1 ekspresyonu arasında anlamlı ilişki saptanmamıştır. Ayrıca karaciğer ve kemik metastazı olgularının tamamında hem TRPS-1 hem de GATA3 ile tüm vakalarda pozitif ekspresyon izlenmiştir. TRPS-1 ve GATA3 arasında anlamlı bir sensitivite farkı saptanmamıştır. Sonuç: Tüm bu veriler, TRPS1'in ÜNMK için mükemmel bir belirteç olduğunu ve sınırlı biyopsi dokusu için daha az IHK çalışmayla metastazların meme kökenini doğrulamaya yardımcı olabileceğini göstermiş olup, çalışmamızda anlamlı bir prognostik belirteç olacağı yönünde bulgu izlenmemiştir. Ancak bu bulguların klinik pratikte uygulanabilirliğinin değerlendirilmesi için daha geniş kapsamlı çok merkezli çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
  • Öğe
    Ratlarda deneysel subaraknoid hemorajide wogonin'in serebral vazospazma yönelik iyileştirici özellikleri
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Yüksek, Muhammed Erkam; Güney, Ahmet Önder
    Amaç: Bu çalışmada Wogonin’in subaraknoid kanama (SAK) sonrası görülen serebral vazospazm üzerine iyileştirici etkilerini incelemek amaçlanmaktadır. Gereç ve Yöntem: Wistar Albino cinsi 250-350 gram ağırlığında toplam 60 adet rat çalışmaya dahil edildi. Deney grupları, Grup 1 (kontrol, n=12), Grup 2 (Sham grubu, n=12), Grup 3 (SAK Grubu, n=12), Grup 4 (SAK+DMSO grubu, n=12), Grup 5 (SAK+Wogonin grubu, n=12) olacak şekilde randomize edildi. Subaraknoid kanama, sisterna magnaya çift enjeksiyon modeliyle gerçekleştirildi. Deneyin başlangıcından ratların sakrifikasyonuna kadar ilk gün 0, son gün 7 olacak şekilde günler numaralandırıldı. SAK indüksiyonu çift enjeksiyon modeli ile deneyin 0. ve 2. günlerinde uygulandı. Wogonin, çift enjeksiyon modeli ile SAK indüksiyonu tamamlandıktan hemen sonra intraperitoneal yolla 40 mg/kg dozunda uygulandı. Anestezi, cerrahi işlemlerin öncesinde 10 mg/kg xylazine ve 60 mg/kg ketamin ile sağlandı. Deneyin 7. günü intrakardiyak kan ve serebral doku örnekleri alınarak hayvanlar sakrifiye edildi. Elde edilen santral sinir sistemi dokusunda ve kanda interlökin 1 Beta (IL-1β), interlökin 10 (IL-10), sinir büyüme faktörü (NGF), glial derived büyüme faktörü (GDNF) seviyeleri enzyme linked immunosorbent assay (ELİSA) yöntemiyle ve total antioksidan stres (TAS), total oksidan stres (TOS) seviyeleri spektrofotometri yöntemiyle çalışıldı. Baziller arter görülecek şekilde transvers kesilerek bloklanan doku örnekleri, Hematoksilen Eozin ile boyandı. Preparatların morfometrik olarak, görüntülü analiz programı eşliğinde ve ışık mikroskobu altında damar çapları ölçüldü. İmmünhistokimyasal Apoptoz boyama (TUNNEL Metodu) ile vasküler endoteldeki ekpresyon yüzdeleri tespit edildi. Sayısal değişkenler için ortalama ve standart sapma istatistikleri verildi. Sayısal değişkenlerin analizinde ANOVA ve karma etki modellerinden (mixed effects models) faydalanıldı. Posthoc ikili karşılaştırmalarda Tukey Testi ya da Tukey düzeltmeli en küçük kare ortalama karşılaştırmaları yapıldı. Verilerin analizi R 4.4.1 (R Core Team, 2024) programi ile yapıldı. p<0,05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Bulgular: Bu çalışmada yapılan histopatolojik incelemede apoptozisi gösteren ortalama TUNEL pozitif endotel hücre yüzdesinin SAK grubunda, Kontrol grubuna göre istatistiksel açıdan anlamlı miktarda yüksek olduğu görüldü. Wogonin tedavisi ile ortalama TUNEL pozitif hücre yüzdesinin istatistiksel olarak anlamlı düzeyde azaldığı gözlendi. SAK grubu ortalama baziller arter çapı değerlerinin kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde azaldığı, Wogonin uygulanan grupta ise bu azalmanın olmadığı görüldü. Wogonin grubunda, inflamatuar sitokin olan IL-1β düzeyinde SAK grubuna göre anlamlı azalma gözlendi. Wogonin tedavisi nöroprotektif etkileri gösteren NGF ve GDNF düzeylerinde SAK grubuna göre anlamlı artış sağlamıştır. Ayrıca SAK nedeniyle ortalama TOS düzeylerinde görülen artışın ve ortalama TAS düzeylerinde görülen azalmanın, Wogonin uygulanan grupta anlamlı şekilde düzeldiği görüldü. Sonuç: Wogonin tedavisinin etkilerini araştıran bu deneysel çalışmada, Wogonin’in SAK sonrası artan endotelyal apoptozisi azalttığı ve azalan baziller arter çapını artırdığı gözlendi. Ayrıca yapılan biyokimyasal incelemelerde Wogonin’in SAK sonrası gelişen serebral vazospazmda antiinflamatuar, nöroprotektif ve antioksidan etkileri olduğu gösterildi.
  • Öğe
    Rat modelinde priapizm sonrası oluşan iskemik reperfüzyon hasarı üzerine pentoksifilin /pirfenidon/dekspantenol uygulamalarının karşılaştırılması
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Göksoy, İbrahim; Sönmez, Mehmet Giray
    Amaç: Daha önce rat priapizm modellerinde kronik etkileri çalışılmış pirfenidon ve pentoksifilini iskemi reperfüzyon hasarının akut etkileri açısından değerlendirmeyi, daha önce bu priapizmde denenmeyen dekspantenolün etkilerini ve bu moleküllerin olası sinerjistik etkilerini araştırmayı amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Bu deneysel çalışmada olarak 175-245 g vücut ağırlıklı, 8-10 haftalık, 68 adet yetişkin erkek Wistar albino rat kullanıldı. Ratlar ranodmize olarak 7 gruba ayrıldı; Sham grubu (grup1), kontrol grubu (grup2), pirfenidon (grup3), pentoksifilin (grup4), dexpantenol (grup5), pentoksiflin+dexpantenol (grup6), pirfenidon+dexpantenol (grup7). Sham grubuna sadece penektomi yapıldı. Kontrol grubuna 1 saat iskemik priapizm ve 30 dk reperfüzyon hasarı uygulandı. Diğer gruplara ise iskemi reperfüzyon modeli ile beraber bahsedilen tedaviler eklendi. Deney sonrası ratların serumlarında IL-1β, IL-10, TAS, TOS, MDA, eNOS değerleri ölçüldü. Penektomi materyallerinde histopatolojik olarak vazokonjesyon, inflamasyon, deskuamasyon, ödem ve tunica albguineada ayrılma/hemoraji kategorilerinde yarı kantitatif olarak değerlendirilip puanlanmıştır. Bulgular: Biyokimyasal olarak kontrol grubu ile sham grubu arasında anlamlı olarak fark bulunan değerler IL-1β, IL-10, eNOS ve MDA parametreleri oldu. Kontrol grubu ile Sham grubu TAS ve TOS değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark izlenmediği için tedavi gruplarıarasındaki farkın değerlendirilmesine dahil edilmedi. IL-1β değerindeki karşılaştırmada; grup2’nin grup3, grup4 ve grup7’ten anlamlı olarak yüksek olduğu tespit edildi. (sırası ile p2-3=0,01 p2-4=0,06 ve p2-7=0,12) IL-10 değerindeki karşılaştırmada; grup2’nin grup4’ten en anlamlı olarak düşük tespit edildi. (p2-4=0,02) eNOS değerindeki karşılaştırmada; grup2 değeri grup4 ve grup7’den anlamlı olarak yüksek bulundu. (p2-4=0,01 ve p2-7=0,035) MDA değerleri kıyaslamasında; Grup2 tüm gruplardan yüksek tespit edildi. (p<0,0001) Genel olarak tedavi gruplarının farklı mekanizmalar ile iskemi reperfüzyon hasarını engellediği kanısına varıldı. Histopatolojik değerlendirmede Kontrol grubu toplam patoloji skoru Sham grubundan anlamlı olarak yüksek bulundu. (p<0,001) Toplam patoloji skoru kontrol grubunda grup5 (p=0,935) hariç diğer tüm gruplardan anlamlı olarak yüksek tespit edildi. Sonuç: Bu çalışma pirfenidon ve pentoksifilinin antiinflamatuvar ve antioksidan mekanizmalar ile priapizm sonrası iskemi reperfüzyon hasarında önleyici role sahip olduğunu göstermiştir. Tek doz dekspantenol tedavisi kontrol grubuna üstünlük kuramamıştır.
  • Öğe
    Dianthus orientalisin pankreas kanserindeki invazyon ve metastaz etkilerinin in vitro olarak araştırılması
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Sevinç, Burak; Yıldırım, Mehmet Aykut
    Amaç: Pankreas kanseri ileri derece ölümcül bir malign hastalıktır. Pankreas kanseri tedavisinin hastalık evresine bağlı olarak cerrahi teknikler mevcut olup beraberinde birden fazla sistemik tedavi seçenekleri mevcuttur (Mizrahi ve ark. 2020). Hastaların tedavisinde kullanılan sistemik kemoterapötikler kanser hücrelerinin apopitozunu sağlayabilir, proliferasyonunu engelleyebilir, metastatik özelliklerini baskılayabilir veya hücre ölüm yolaklarını uyarararak etki gösterebilmektedir. Pankreas kanserinin tedavisinde hem sentetik hem de bitkisel kaynaklı ilaç araştırmaları halen devam etmektedir. Bununla birlikte neoadjuvan kemoterapide ilaç toksisite veya perioperatif komplikasyonların artışına sebep olma gibi dezavantajları mevcuttur. Pankreas kanserinde adjuvan ve neoadjuvan yeni ajanların çıkması hastalara sunulacak tedaviler için ileri derece önem arz etmektedir. Klinik kullanımda olan ilaçların çoğunluğu bitkisel kaynaklı olup dianthus türleri de içerdiği fenolik bileşikler ile antikanserojen bir ajan olabilecek potansiyele sahiptir. Bununla birlikte literatürde bu bitki ile yapılmış az sayıda veri bulunmaktadır. Bu çalışmada Dianthus orientalis ekstraktının pankreas kanser hücre hattındaki olası antikanser, antiproliferatif ve antimetastatik etkilerinin değerlendirilmesi amaçlandı. Materyal ve Metod: Çalışmada Panc-1 ve BxPC-3 olmak üzere iki farklı pankreas hücre hattı kullandı. Dianthus orientelis ekstraklarının sağlıklı hücrelerdeki etkisinin değerlendirilmesi amacıyla HEK-293 sağlıklı embriyonik böbrek hücre hattı kullanıldı. Çalışma için Dianthus orientalis ekstraklarının uygulanıp uygulanmadığı duruma göre; Panc-1 hücre hattına Dianthus orientalis’in uygulandığı grup DiO-[P+], uygulanmadığı grup DiO-[Pneg], BxPC-3 hücre hattına Dianthus orientalis’in uygulandığı grup DiO- [Bx+], uygulanmadığı grup DiO-[Bxneg] HEK293 hücrelerine DiO ekstraklarının uygulandığı grup DiO-[HEK+] ve uygulanmadığı grup DiO-[HEKneg] olmak üzere gruplar oluşturuldu. Panc-1, BxPC-3 ve HEK-293 hücreleri %10 FBS (Fetal Bovine Serum) ve %1 penisilin/streptomisin (100 μg/ml streptomisin ve 100 U/ml penisilin) içeren DMEM (Dulbecco's Modified Eagle's Mediu) kültürü ortamında T75 flasklarda 37°C ve % 5’lik CO2’li ortamda kültüre edildi. Hücrelerin bu ekstrakta duyarlılığı tetrazolyum indirgenme (MTT) methoduyla analiz edildi. RT-PZR yöntemi ile Bax, Bad, p50, Bak, Apaf-1, Bcl-2, Bcl-XL, Casp6, Casp9, Casp3, Casp12, Casp2, p50, Bak, Apaf-1, MMP7, MMP9, VIM, SNAIL, N-Cadherin, Beta-Catenin, ZEB1, ACTA2, DDR2, SNAI2, SNAI1, PALB2, CHEK2, CDH1, TWIST1 gen ekspresyonları analiz edildi. Bulgular: Çalışmamızda Panc-1 ve Bx-PC3 Pankreas kanseri hücre hattında Dianthus orientalis ekstraktı ile tedavi edilen grupta SNAI1 PALB2 ve CHEK2 ekpsresyonları anlamlı olarak up-regüle idi. Bx-PC3 hücre hattında CHD1 ekspresyonu anlamlı olarak down-regüle idi . Apopitoz analizinde tedavi grubunda kontrol grubuna göre artmış apopitoz oranı görüldü. Sonuçlar: MTT analiz sonucunda göre IC50 dozu 48 saatte 250 μg olarak tespit edildi. Çalışmamız pankreas hücre hattında uygulanılan Dianthus orientalis ekstraktı için invazyon ve metataz üzerine bazı genlerde anlamlı farklılıklar tespit edildi. Proapototik genler ile kaspaz yolağındaki başlatıcı ve efektör kaspaz aktivasyonu sağlayarak apopitoz yolağını aktive ettiğini gösterdi, apopitoz analizindeki kontrole göre artmış apopitoz oranı ekspresyon sonuçlarını da destekler nitelikteydi. Sonuç olarak pankreas kanseri hücresine Dianthus orientalis ektraktının anlamlı antikansoreojen ekinliği gösterilmiştir.
  • Öğe
    Kolon kanser hücre hattında Dianthus orientalis ekstraktının olası antikanser etkilerinin araştırılması
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Paydaş, Samet; Yıldırım, Mehmet Aykut
    Amaç: Kolon kanserinde adjuvan ve neoadjuvan yeni ajanların ortaya çıkması hastalara sunulacak tedaviler açısından önemlidir. Klinik kullanımda olan ilaçların çoğunluğu bitkisel kaynaklıdır. Dianthus türleride içerdiği fenolik bileşikler ile antikanser ajan olabilecek potansiyelde olmakla birlikte literatürde az sayıda veri bulunmaktadır. Bu noktadan hareketle çalışmada Dianthus orientalis ekstraktının kolon kanser hücre hattındaki olası antikanser etkilerinin değerlendirilmesi amaçlandı. Bu amaçla apopitoz ve kaspaz yolağında rol oynayan gen ekspresyonlarındaki değişikliklerin belirlenmesi amaçlandı. Materyal ve Metod: Dianthus orientalis ekstraktı hazır toz halinde temin edildi. Ekstraktlar hekzan, diklorometan (DCM), etil asetat (EA), ethanol (EtOH), ethanol/su (%70) ve su gibi farklı çözücülerde hazırlandı. Bitki ekstraktlarının kimyasal kompozisyon analizleri HPLC-MS tekniği kullanılarak belirlendi. Bu analiz hizmet alımı şeklinde gerçekleştirildi. Çalışmada HT-29 kolon kanser hücre hattı ve kontrol grubu olarak da HEK-293 sağlıklı embriyonik böbrek hücre hattı ile CCD sağlıklı kolon hücre hattı kullanıldı. HT-29 ve HEK-293 hücre hattı temin edilen bu hücreler, %10 FBS (Fetal Bovine Serum) ve %1 penisilin/streptomisin (100 U/ml penisilin ve 100 μg/ml streptomisin) içeren RPMI kültür ortamında flasklarda kültüre ekildi. Hücreler kültür ortamında yeterli sayıya ulaştıktan sonra PBS ile yıkanarak % 0,25 Trypsin-EDTA aracılığıyla enzimatik olarak kültür ortamında kaldırılıp FBS içeren besiyeri ile inaktive edildi. Çalışma için yeterli miktardaki hücreler ile çalışmaya devam edilen diğer hücrelerin %10 dimethyl sulfoxide (DMSO) protokolü ile kriyoprezervasyonu yapılarak -80°C de stoklandı. Çalışmaya devam edilen hücrelerin 37°C ve %5’lik CO2’li ortamda kültüre ekilen, besiyerleri iki günde bir yenilenerek ve yeterli sayıya ulaşana kadar bu işlem tekrar edildi. Yeterli hücre sayısına ulaşılan hücreler yeni kültür ortamlarına alınıp hücre sayımı yapıldı. Sonrasında sitotoksisite analizi, real time polimeraz zincir reaksiyonu ve flow sitometrik analizler yapılarak veriler istatistiksel analize alındı. Bulgular: DiO22 uygulanılan grupta antiapoptotik genler olan Bcl-XL ve Bcl-2 ekspresyonlarında anlamlı olarak azalma tespit edildi. Proapoptotik gen ekspresyonlarında ise Apaf-1, Bax, Bak, p53 ve ATM gen ekspresyonlarında istatistiksel olarak anlamlı artış tespit edildi. DiO23 uygulanılan grupta antiapoptotik genler olan Bcl-XL ve Bcl-2 ekspresyonlarında anlamlı olarak azalma tespit edildi. Proapoptotik gen ekspresyonlarında ise Apaf-1, Bax, Bak, p53 ve ATM gen ekspresyonlarında istatistiksel olarak anlamlı artış tespit edildi. Sonuç: Çalışmamız Dianthus orientalis bitkisine ait iki farklı şekilde hazırlanmış olan DiO22 ve DiO23 ekstraktlarının kolon kanser hücre hattında antiapoptotik genleri baskıladığı görüldü. Proapototik ile kaspaz yolağındaki başlatıcı ve efektör kaspaz gen ekspresyonlarını aktive ettiğini gösterdi. İlave olarak flow sitometrik apopitoz analizindeki DiO22 grubunda erken apopitozda, DiO23 grubunda geç apopitoz oranındaki kontrole göre artmış apopitoz oranı gen ekspresyon sonuçlarını da destekler nitelikteydi.
  • Öğe
    Halluks valgus cerrahisinde perkütan ve açık osteotomi tekniklerinin fonksiyonel ve radyolojik sonuçlarının karşılaştırılması
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Yılmaz, Cumali; Kekeç, Ahmet Fevzi
    Amaç: Halluks valgus cerrahisinde minimal invaziv perkütan ve açık osteotomi tekniklerinin fonksiyonel ve radyolojik sonuçlarının karşılaştırılacaktır Yöntem: Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi hasta arşivinden 2019 ile 2023 tarihleri arasında halluks valgus düzeltme cerrahide; chevron, scarf, minimal invaziv perkütan osteotomi ve lapidus prosedürü uygulanan hastalar retrospektif olarak tarandı. Çalışmamıza dahil edilme kriterleri; 19-69 yaş aralığındaki hastalar ve radyolojik olarak birinci metatarsofalangeal eklemde artroz olmayan hastalar olarak belirlendi. Dışlama kriterleri ise; inflamatuar hastalığa sahip olan hastalar ve metatarsofalangeal eklemde artritik değişikleri olan hastalar olarak belirlendi. Çalışma kriterlerini karşılayan 88 hasta çalışmaya dahil edildi. Halluks valgus düzeltme cerrahisi yapılmış hastalarda preoperatif ve postoperatif dönemde, ayak dorso-plantar grafide; HVA (halluks valgus açısı), İMA (intermetatarsal açı), DMAA (distal metatarsal eklem açısı), sesamoid subluksasyonu, birinci metatars pronasyonu ve birinci metatars uzunluğu ölçümü yapıldı. Elde edilen veriler IBMSPSS- version 22 ile analiz edildi. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen hastaların 18’i(%20.5) erkek, 70’i(%79.5) kadındı. Hastaların 35’ine (%39.8) sağ, 46’sına (%52.3) sol, 7’sine (%7.9) bilateral halluks valgus düzeltme cerrahisi uygulanmıştı. 12 ile 24. aylar arasındaki yapılan radyolojik ölçümlerde HVA, minimal invaziv perkütan osteotomi yapılan grupta anlamlı derece düşük olarak ölçüldü(p=0.009). Minimal invaziv perkütan osteotomi uygulanan hastalarda metatars pronasyonu anlamlı derecede azalmış olduğu görüldü(p<0.001). Minimal invaziv perkütan osteotomi uygulanan hastalarda sasamoid subluksasyonunun azalmış olduğu görüldü. Fakat bu fark anlamlı değildi. Minimal invaziv perkütan osteotomi ve açık osteotomi tekniklerini uygulanan hastalar arasında İMA, DMAA ve metatars uzunlukları arasında anlamlı farklılık saptanmadı. Fakat minimal invaziv perkütan osteotomi tekniklerinde preoperatif ve postoperatif grafiler karşılaştırıldığında, HVA(p=0.035) ve İMA(p<0.001) değerlerindeki düzeltme anlamlı derecede daha fazlaydı. Açık osteotomi tekniklerinin uygulandığı grupta nüks oranları anlamlı derecede daha fazlaydı(p=0.005). Her iki grupta fonksiyonel sonuçların karşılaştırılmasında anlamlı fark saptanmadı. Sonuç: Bu çalışma, açık osteotomi ve minimal invaziv perkütan osteotomi tekniklerinin fonksiyonel ve radyolojik sonuçlarını değerlendirmiştir. Minimal invaziv perkütan osteotomi uygulanan hastalarda halluks valgus deformitesinin tüm düzlemlerde etkin bir şekilde düzeltilebildiğini, bununda nüks oranlarını etkilediğini düşünmekteyiz. Ayrıca minimal invaziv perkütan osteotomi tekniğinin fonksiyonel sonuçlarının, geleneksel açık osteotomi teknikleriyle kıyaslanabilir güvenilirlikte olduğunu düşünmekteyiz
  • Öğe
    Demir eksikliği anemisi olan total abdominal histerektomi hastalarında koagulasyonun tromboelastogram ile değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Karakol, Ayşe; Yılmaz, Resul
    Amaç: Anestezi pratiğinde karşılaşılan sık bir problem olan demir eksikliği anemisinin koagulasyon süreci üzerine olan etkilerini trombolestogram kullanarak detaylandırmak; demir eksikliği anemisi olup majör cerrahi geçiren hastaların, anemik olmayan hastalara göre intraoperatif hemidonami ve kanama takiplerinde farklılık olup olmadığını saptayarak özellikle transfüzyon yönetiminin belirlenmesine katkıda bulunmayı amaçladık. Yöntem: Çalışmaya 18-70 yaş arası, ASA skoru I-II, BMI<30 olan total abdominal histerektomi geçiren 60 hasta dahil edildi. Preoperatif labaratuvar ölçümlerine göre demir eksikliği anemisi ve kontrol grubu olmak üzere iki gruba ayrıldı. Her iki grupta çalışma kriterlerine uygun olan hastaların demografik verileri, ASA bilgileri, preoperatif ve intraoperatif vital bulgu değerleri, preoperatif dönemde alınan rutin kan örnekleri kullanılarak çalışılan tromboelastogram değerleri kayıt altına alındı. Standart anestezi ve analjezi protokolü uygulanan hastaların cerrahi süre ve bu sürede kaybedilen kan miktarı not edildi. Hastaların kanama miktarı, spanç sayımı ve aspiratör ölçümü ile belirlendi. İntraoperatif ve postoperatif dönem ilk 24 saatte yapılan kan transfüzyonu takip edilip, Hb değerleri kaydedildi. Bulgular: Grupların demografik verileri incelendiğinde, DEA olan grubun daha genç hastalardan oluştuğu belirlendi. Labaratuvar ölçümleri değerlerindirildiğinde, DEA olan grupta belirgin bir trombositoz saptandı. Grupların fibrinojen değerleri açısından belirgin bir fark yoktu. İntraoperatif kanama DEA olan grupta daha az saptandı. Yine tomboelastogram sonuçları da bu grupta koagulasyona yatkınlık olduğuna işaret ediyordu. Grupların peroperatif dönemde yapılan kan transfüzyonu açısından birbirlerine üstünlükleri saptanmadı. Sonuç: Demir eksikliği anemisi, hemostatik sistemde özellikle trombositler üzerindeki etkisi ile koagulasyona yatkınlık oluşturmaktadır. Bu, intraoperatif dönemdeki kan kaybını azaltmakta olup, ileri araştırmalar ile kan transfüzyonu stratejisinde göz önünde bulundurulması gerektiği kanaatindeyiz.
  • Öğe
    Kolon tümör nedeni ile cerrahi planlanan yaşlı hastalarda preoperatif demir eksikliği anemisinin Edmonton kırılganlık skoruna etkisinin değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Kaya, Asiye Özkan; Yılmaz, Resul
    Amaç: Kırılganlık, yaşam boyunca f3zyoloj3k s3stem rezerv ve 3şlevlerde kümülat3f b3r azalma sonucu endojen veya ekzojen stres faktörler3ne karşı savunmasızlık durumu olarak tanımlanab3l3r. Kırılganlık, b3r hastanın cerrah3 b3r prosedürün stres3ne karşı savunmasızlığının ve artan postoperat3f kompl3kasyon gel3şme r3sk3 ve daha uzun hastanede kalış süres3 de dah3l olmak üzere, postoperat3f advers olayların 3y3 b3l3nen b3r öngörücüsü olarak düşünüleb3l3r. Çalışmamız kolon tümör neden3yle cerrah3 operasyon geç3recek olan, 65 yaş üstü hastalarda dem3r eks3kl3ğ3 anem3s3n3n Edmonton Kırılganlık Skoruna etk3s3n3 araştırmayı amaçlamaktadır. Yöntem: Çalışmamıza elekt3f laporoskop3k kolon tümör cerrah3s3 planan, 65 yaş üzer3 120 hasta dah3l ed3ld3. Hastalarımızın preoperat3f dönemde ASA skorlaması ve demograf3k ver3ler3 kayded3ld3. Hastalarımızın tamamı anem3 açısından değerlend3r3ld3 ve hemoglob3n değer3 13 altında olanlar anem3k olarak kabul ed3ld3. Hastalar 2 gruba (60 anem3s3 olan 60 anem3s3 olmayan) ayrıldı. Dem3r eks3kl3ğ3n3n serum göstergeler3; düşük dem3r sev3yes3, düşük ferr3t3n düzey3, artmış dem3r bağlama kapas3tes3, artmış transferr3n satürasyon değerler3 aranarak dem3r eks3kl3ğ3 anem3s3 tesp3t3 yapıldı. Hastalarımızın tamamı preoperat3f değerlend3rme esnasında Edmonton Kırılganlık Ölçeğ3ne tab3 tutuldu. Hastalarımıza 0,01 mg/kg 3v m3dazolam 3le premed3kasyon uygulandı ve non 3nvaz3v (Ekg, SpO2, KB, NMT) mon3tör3zasyon yapıldıktan sonra 3v 1 mg/kg propofol ve 0.6 mg/kg rokuronyum 3le anestez3 3ndüks3yonu yapıldı. İdamede 3se 3v 0.1-0.3 μg/kg/dk rem3fentan3l ve 0.5-1 MAK desflurane 3nhalasyonu amel3yat önces3 v3tal değerler3n (KH, SAB ve OAB) %20-30 3ç3nde tutulmasına özen göster3lerek uygulandı. Hastalara aynı cerrah3 ek3p tarafından laparoskop3k kolon tümör cerrah3s3 yapıldı. Hastaların bazal, 3ndüks3yon sonrası, entübasyon 5. Dak3kası, cerrah3 5.,30. ve 60. dak3ka aralıklı, ekstübasyon sonrası ve PACU 15. dak3kadak3 v3tal değerler3 (KH, SAB, DAB OAB) kayıt ed3ld3. PACU’de Mod3f3ye Aldrete skoru hesaplandı. Hastalarımız per3operat3f dönemde ayrıca; operasyon süres3, 3notrop3k ajan 3ht3yacı, kanama m3ktarı, kan ve kan ürünler3 transfüzyon gereks3n3m3, yoğun bakımda-hastanede yatış süres3, PACU’da Mod3f3ye Aldrete Skoru ve 30 günlük mortal3te açısından 3ncelend3. Bulgular: Çalışmamızda preoperat3f dönemde dem3r eks3kl3ğ3 anem3s3 olan grubunun yaş ortalaması(p=0,017), ek hastalıkları, yoğun bakım ün3tes3nde yatış günü (p=0,01), total hastane yatış günü (p=0,016) ve Edmonton Kırılganlık Ölçeğ3 (p<0,001) değerler3 genel hasta popülasyonuna göre daha yüksekt3. Yoğun Bakım Ün3tes3ne yatış süreler3nde Edmonton Kırılganlık Ölçeğ3 3le poz3t3f yönde (p<0,001), Mod3f3ye Aldrete Skorları 3le negat3f yönde b3r korelasyon 3l3şk3s3 vardı (p<0,001). Ayrıca postoperat3f 1 aylık mortal3te değerlend3r3lmes3nde 3stat3ksel olarak anlamlı farklılık yoktu. Dem3r eks3kl3ğ3 anem3s3 olan ve yüksek kırılganlık skoruna sah3p grupta solunumsal (p=0,047), kard3yak (p=0,047) ve nörops3kojen3k (p=0,046) kompl3kasyon ve 3notrop3k ajan kullanımı daha yüksekt3 (p<0,001). Anem3s3 olan hastaların PACU’da daha düşük Mod3f3ye Aldrete Skoruna (p<0,001) sah3pt3; ayrıca Edmonton Kırılganlık Ölçeğ3 3le Mod3f3ye Aldrete Skorları arasında negat3f b3r korelasyon 3l3şk3s3 vardı (p<0,001). Ayrıca Edmonton Kırılganlık Ölçeğ3 3le 3ndüks3yon sonrası SAB (p=0,003), DAB (p=0,001), OAB (p=0,001) arasında negat3f (ters) yönde orta düzeyde b3r korelasyon 3l3şk3s3 görülmüştür. Sonuç: Bu prospekt3f gözlemsel kl3n3k çalışmada; dem3r eks3kl3ğ3 anem3s3 olan ger3atr3k hastaların daha yüksek kırılganlık skoruna sah3p olduğunu gördük. Ayrıca bu kırılgan hastalarda; 3ntraoperat3f 3notrop3k ajan 3ht3yacı, yoğun bakım ve hastanede kalış süreler3, postoperat3f kompl3kasyonlar daha fazla görülmüş ve Mod3f3ye Aldreye Skoru 3se daha düşük tesp3t ed3lm3ş ve 3stat3ksel olarak anlamlı bulunmuştur. Ancak mortal3te ve kan transfüzyonu açısından anlamlı farklılık saptanmamıştır. Özell3kle ger3atr3k onkoloj3k hasta grubunun preoperat3f değerlend3r3lmes3nde kırılganlığın ASA skorunun öngörücü doğruluğunu artırdığını düşünüyoruz. Edmonton Kırılganlık Skoru’nun Ayrıca hem kırılganlığın düzelt3leb3l3r r3sk faktörler3n3n (anem3, malnutr3syon, pol3farmas3 vb.) tesp3t3 ve tedav3s3, hem de oluşab3lecek postoperat3f kompl3kasyonları değerlend3reb3lmek 3ç3n rut3n olarak kullanılması gerekt3ğ3n3 düşünüyoruz.
  • Öğe
    Spontan subaraknoid kanama ile gelen hastaların klinik ve radyolojik açıdan retrospektif incelenmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Yıldırım, Seyfullah; Kenan, Mehmet
    Amaç: Spontan subaraknoid kanamalar (SAK), beyinde veya omurilikte subaraknoid mesafeye kan sızması sonucu oluşan, ani ve hayatı tehdit eden acil bir durumdur. Bu kanamalar çoğunlukla anevrizma kaynaklı olmaktadır. Biz çalışmamızda spontan SAK ile gelen ve kliniğimizde takip edilen hastaları klinik ve radyolojik açıdan incelemeyi, sonuçlarını literatürle karşılaştırmayı hedefledik. Gereç ve Yöntem: Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi Beyin ve Sinir Cerrahisi Ana Bilim Dalı Yoğun Bakım Ünitesinde Ocak 2014 – Aralık 2022 tarihleri arasında takip edilmiş spontan SAK ile gelen 99 hasta retrospektif olarak klinik ve radyolojik verilerle incelendi. Çalışmamıza spontan SAK geçiren hastalar dahil edilirken, travma sonrası SAK hastaları ile kanamamış intraserebral vasküler patolojisi olan hastalar dahil edilmedi. Çalışmamıza dahil olan hastalar yaş, cinsiyet, kanamanın lokalizasyonu, kanama boyutunun çapı, FISHER skorlaması, anevrizma şekli, mortalite ve morbidite sonuçları, hastaneye geliş ve taburculuk glaskow koma skalası (GKS) sonuçları, ventriküle açılma durumu, vazospazm oranları, endovasküler girişim ve cerrahi müdahale durumları araştırıldı. Bulgular: Çalışmamızdaki tüm hastaların yaş ortalaması 55,4 ±13,1 yıldı. Her iki cinsiyet arasında yaş ortalaması, anevrizma şekli, ventriküle açılma durumu, kanama boyutunun çapı, vazospazm, FISHER skorlaması, cerrahi müdahale, defisit varlığı, mortalite, geliş ve taburculuk GKS’si açısından istatistiki olarak anlamlı fark yoktu (sırasıyla; p=0,243; p=0,154; p=0,367; p=0,152; p=0,356; p=0,600; p=0,055; p=0,755; p=0,051; p=0,053). Her iki cinsiyet arasında lokalizasyon ve endovasküler girişim açısından istatistiki olarak anlamlı fark vardır (sırasıyla p=0,040; p=0,016). Mortaliteye göre lokalizasyon, anevrizma şekli, kanama boyutunun çapı, morbidite, geliş GKS ile taburculuk GKS açısından istatistiki olarak anlamlı fark yoktu (sırasıyla; p=0,756; p=0,312; p=0,233; p=0,182; p=0,533). Mortaliteye göre yaş ortalaması, ventriküle açılma, vazospazm, FISHER skorlaması, cerrahi müdahale, endovasküler girişim açısından istatistiki olarak anlamlı fark vardır (sırasıyla; p=0,003; p=0,004; p=0,008; p=0,023; p=<0,001; p=<0,001). Sonuç: Her iki cinsiyet arasında lokalizasyon ve endovasküler girişim açısından anlamlı yüksek ilişki mevcuttur. Ventriküle açılma durumu, vazospazm varlığı, FISHER skorlaması, cerrahi müdahale, endovasküler girişim mortalite açısından değerlendirildiğinde anlamlı yüksek ilişki mevcuttur.
  • Öğe
    Korakoakromial ligament morfolojisinin skapula morfolojisi ve sık görülen omuz patolojileri ile ilişkilerinin değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Özdemirci, Ayhan; Özer, Mustafa
    Amaç: L􀵴teratüre bakıldığında omuz patoloj􀵴ler􀵴nde kr􀵴t􀵴k omuz açısı (CSA), gleno􀵴d vers􀵴yon (GV), gleno􀵴d 􀵴nkl􀵴nasyon (Gİ), korakoakrom􀵴al l􀵴gament (KAL) kalınlık, korakoakrom􀵴al ark açısı g􀵴b􀵴 parametreler ve omuz patoloj􀵴ler􀵴 􀵴l􀵴şk􀵴ler􀵴 araştırılmıştır. Bu çalışmanın amacı KAL uzunluğunu ve b􀵴l􀵴nen bu ölçümlere ek olarak kend􀵴 tanımladığımız radyoloj􀵴k ölçümlerden de yararlanarak KAL ve skapula morfoloj􀵴s􀵴n􀵴n omuz patoloj􀵴ler􀵴 üzer􀵴ndek􀵴 etk􀵴s􀵴n􀵴 ortaya koymaktır. Yöntem: Bu çalışmada Aralık 2016- Aralık 2023 tar􀵴hler􀵴 arasında Necmett􀵴n Erbakan Ün􀵴vers􀵴tes􀵴 Meram Tıp Fakültes􀵴 ortoped􀵴 ve travmatoloj􀵴 pol􀵴kl􀵴n􀵴ğ􀵴ne omuz ağrısı 􀵴le başvuran 950 hasta 􀵴çer􀵴s􀵴nden dışlama kr􀵴terler􀵴 kullanarak (􀵴ler􀵴 derece artroz olması,b􀵴rden çok omuz patoloj􀵴s􀵴n􀵴n b􀵴r arada olması ) rastgele seç􀵴len 213 hasta dah􀵴l ed􀵴ld􀵴. Çalışma grubunda anter􀵴or omuz 􀵴nstab􀵴l􀵴tes􀵴, subakrom􀵴yal sıkışma sendromu, rotator manşet yırtığı grupları olarak heps􀵴nden 50 şer hasta rastgele seç􀵴ld􀵴. Kontrol grubu manyet􀵴k rezonans (MR) görüntülemede (herhang􀵴 b􀵴r omuz patoloj􀵴s􀵴 olmayan) normal grup 63 hasta rastgele seç􀵴ld􀵴. Çalışma ve kontrol grubu hastalarının MR ve röntgen kes􀵴tler􀵴nde; daha önceden tanımlanmış olan CSA, GV, Gİ, korakoakrom􀵴yal ark açısı, bunlara ek olarak KAL uzunluğu ve b􀵴z􀵴m yen􀵴 tanımladığımız akrom􀵴yon kapsama açısı (AKA), korakoakrom􀵴yal kapsama açısı (KKA), akrom􀵴on-gleno􀵴d aks arası açı farkı (AGAF) ölçümler􀵴 kullanıldı. Bulgular: Çalışmaya dah􀵴l ed􀵴len toplam 213 hastanın 90’ı kadın (%42,2), 123’ü erkekt􀵴 (%57,8). Çalışmaya dah􀵴l ed􀵴len b􀵴reyler􀵴n kontrol grubu, rotator manşet yırtığı, 􀵴zole subakrom􀵴yal sıkışma, anter􀵴or omuz 􀵴nstab􀵴l􀵴tes􀵴 olanların 118’􀵴nde (%55,5) sağ kolda 􀵴ken, 95’􀵴nde (%44,5) sol koldaydı. Korakoakrom􀵴yal ark açısı, KAL total uzunluğu, KAL yüksekl􀵴k ve aks􀵴yel uzunluk AGAF, KKA, GV, CSA gruplar arası (p<0,001) bu parametreler 􀵴le patoloj􀵴ler arasında anlamlı farklılıklar olduğunu tesp􀵴t ed􀵴ld􀵴. Ölçümlerde gruplar arasında subakrom􀵴al sıkışma sendromu 􀵴ç􀵴n CSA, GV, AGAF, KKA parametreler􀵴nde anlamlı farklılıklar olduğu gözlend􀵴.(p<0,001) Rotator manşet yırtığı grubunda 􀵴se; AGAF, KKA, KAL aks􀵴yel uzunluk, KAL yüksekl􀵴k, KAL total uzunluk, KAA parametreler􀵴nde anlamlı farklılıklar olduğu gözlend􀵴.(p<0,001) Anter􀵴or omuz 􀵴nstab􀵴l􀵴te grubunda 􀵴se; AGAF, KKA, KAL aks􀵴yel uzunluk, KAL total uzunluk, KAA parametreler􀵴nde anlamlı farklılıklar olduğu gözlend􀵴.(p<0,001) KAL aks􀵴yel uzunluk, yüksekl􀵴k ve total uzunluğu (sırasıyla 44,2 mm,14 mm,47 mm eş􀵴k değer ve üzer􀵴nde), rotator manşet yırtığı tanısında anlamlı farklılıklar gösterd􀵴ğ􀵴 tesp􀵴t ed􀵴ld􀵴.(sırasıyla p değerler􀵴; p=0,005, <0,001, <0,001) KAL aksiyel uzunluk, KAL total uzunluk(sırasıyla 43,8 mm, 47,6 mm ve eşik değer ve üzerinde ) ve korakoakromial ark açısının ise (123,8 derece eşik değer ve üzeri açılarda) instabilite tanısında anlamlı farklılıklar gösterdiği tespit edildi.(sırasıyla p değerleri ; <0,001 , <0,001, 0,001)Bizim tanımladığımız açılardan korakoakromial kapsama açısının (53,1 derece eşik değer ve üzerinde) instabilite tanısında anlamlı farklılıklar gösterdiği tespit edildi.(p=0,011) CSA’nın ve GV’nin (sırasıyla 30,1 ve 2 derece eşik değer) subakromiyal sıkışma sendromu tanısında anlamlı farklılıklar gösterdiği tespit edildi.(sırasıyla p<0,03, p<0,001) Sonuç: Sonuç olarak radyoloj􀵴k ölçümlerle b􀵴lg􀵴 sah􀵴b􀵴 olunan skapula morfoloj􀵴s􀵴; KAL aks􀵴yel ve total uzunluğunun artması 􀵴le 􀵴nstab􀵴l􀵴te ve rotator manşet yırtığı r􀵴sk􀵴n􀵴n arttığı gözlend􀵴. Korakoakrom􀵴yal ark açısı ve b􀵴z􀵴m tanımladığımız korakoakrom􀵴al kapsama açısının artması 􀵴le 􀵴nstab􀵴l􀵴te r􀵴sk􀵴n􀵴n arttığı gözlend􀵴. Bunlara ek olarak CSA ve GV’n􀵴n subakrom􀵴al sıkışma sendromu 􀵴le 􀵴l􀵴şk􀵴l􀵴 parametreler olab􀵴leceğ􀵴 tesp􀵴t ed􀵴ld􀵴. KAL ve skapula morfoloj􀵴ler􀵴n􀵴n sık görülen omuz patoloj􀵴ler􀵴n􀵴n etyopatogenez􀵴n􀵴n aydınlatılmasına yardımcı parametreler olduğu gözlend􀵴.
  • Öğe
    Herediter anjioödem hastalarının odyolojik ve vestibüler bulgularının değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Afifoğlu, Malik; Eravcı, Fakih Cihat
    Amaç: Herediter anjioödem (HAE), otozomal dominant geçişli nadir bir genetik hastalıktır. Literatürde HAE’nin odyo-vestibüler fonksiyonlarının üzerine etkisi araştırılmamış olup mevcut çalışmada herediter anjioödem hastalığının odyovestibüler fonksiyonlarının değerlendirilmesi amaçlandı. Yöntem: Çalışmaya 20 herediter anjioödem hasta ve 20 sağlıklı kontrol grubu dahil edildi. Her iki gruba otoendoskopik muayenesi ve katılımcılara araştırma verilerinin elde edilmesinde sosyo-demografik özelliklerinin kaydedileceği anket formu, saf ses odyometresi, kalorik test, Video Head Impulse Test (VHIT) ve komputerize dinamik posturografi (KDP) testleri ve baş dönmesi engellilik envanteri (BEE) uygulandı. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen HAE hastaların 11(%55)’i, kontrol grubunun ise 12 (%60)’si kadındı. Hasta ve kontrol grubunda yaş ve cinsiyet dağılımı istatistiksel olarak benzer bulundu (p>0,05). Hastaların hava ve kemik yolu işitme seviye ölçümlerinden 2000 Hz ölçümleri dışındaki (500, 1000 ve 4000 Hz) ölçümlerde, hasta grubu işitme seviyesi kontrol grubuna kıyasla anlamlı düzeyde düşük tespit edildi (p<0,005). Kalorik testte hasta grubunda 9 (%45) hastanın kanal parezisi saptandı, kontrol grubunda ise kanal parezisi saptanmadı. İstatiksel olarak hasta grubunda kanal parezisi kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde yüksek tespit edildi. Maksimum yavaş phase velocity (MSPV) parametresi hasta grubunda kontrol grubuna göre düşük belirlendi (p=0,023). VHIT’te hasta grubunda 6 (%30) hastada vestibulo-ocular refleks (VOR) kazanç kaybı görüldü. Ayrıca 11 (%55) hastada patolojik sakkad (covert,overt) izlendi. Kontrol grubunda ise VOR kazanç kaybı ve patolojik sakkad hiç izlenmedi. İstatiksel olarak VOR kazancı hasta grubun sol anterior (LA) ve sol lateral kanal (LL)’larında, kontrol grubuna göre istatistiki olarak anlamlı düzeyde düşük belirlendi (p değerleri sırasıyla; p=0,035; p=0,006). KDP sonuçları incelendiğinde hasta grubunda, kontrol grubuna göre Visual (AP), VES (AP), PREF (AP), Global (AP), Visual (ML), VES (ML), PREF (ML), Global (ML) parametreleri istatistiki olarak anlamlı düzeyde düşük belirlendi (p<0,001). BEE’de hasta grubunun 7 (%35)’inde dizziness handikap izlendi; birinde (%5) hafif ve 6’sında (%30) orta derece handikap izlendi. Buna karşın kontrol grubunu bireylerinde dizziness handikap izlenmedi. Sonuç: Bu çalışmamız, HAE hastalarının odyo-vestibüler sistemin değerlendirilmesini gerçekleştiren literatürdeki ilk çalışmadır. HAE hastalarının odyovestibüler sistemlerinin etkilendiği objektif ve subjektif değerlendirmelerle ortaya konmaktadır. Bu hasta grubu baş dönmesi şikayetleri ile kliniklere başvurabileceği ve ilk tanı anında dahi olabileceği bilinmelidir. Ek olarak bu hastalara yönelik spesifik vestibüler rehabilitasyon programları uygulanabilir ve hastaların vestibüler fonksiyonları düzenli aralıklarla takip edilmesi gerekmektedir.