Cerrahi Tıp Bilimleri Bölümü Tez Koleksiyonu
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Güncel Gönderiler
Öğe Artroskopik rotator manşet onarımında interskalen blok anestezisinin görsel netliğe ve hemodinamik parametrelere etkileri(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Akyol (Günay), Havva Nur; Kılıçaslan, AlperAmaç: Rotator manşet yırtıklarının cerrahi tedavisinde, açık cerrahi yöntemlerin yerini giderek artan şekilde artroskopik yaklaşımlar almıştır. Artroskopik rotator manşet onarımı, minimal invaziv bir yöntem olması nedeniyle daha az postoperatif ağrı, daha kısa hastanede kalış süresi, daha düşük komplikasyon oranı ve daha hızlı fonksiyonel iyileşme gibi avantajlar sunmaktadır. Artroskopik omuz cerrahisinin başarısını etkileyen önemli faktörlerden biri, operasyon sırasında elde edilen görsel netliktir. Rejyonal anestezi teknikleri, özellikle ultrason eşliğinde uygulanan interskalen blok (İSB), omuz cerrahisi anestezisinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Biz bu çalışmamızda, artroskopik rotator manşet onarımında interskalen blok anestezisinin görsel netliğe ve hemodinamik parametrelere etkilerini incelemeyi amaçladık. Yöntem: Çalışmamız prospektif olarak yapıldı. Dahil edilme kriterlerini karşılamış olan genel anestezi uygulanmış olan ve interskalen blok anestezisi uygulanmış olan hastalar içerisinden her iki grupta 40 hasta olmak üzere toplam 80 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastalar, anestezi yöntemi hakkında bilgilendirildikten sonra kendi tercihlerine göre gruplara ayrıldı. Grup İSB: Preoperatif interskalen brakial pleksus bloğu (İSB) yapılan ve sonrasında cerrahi işlem yapılacak olan hastalar; Grup GA: genel anestezi altında cerrahi işlem yapıldıktan sonra postoperatif analjezi için İSB yapılan hastalar. İntraoperatif dönemde tüm hastalarda standart monitörizasyon uygulandı. Cerrahi süresince 30 dk’da bir cerrahi ekip tarafından 0–10 puan aralığında görsel netlik skoru (GNS) (0 çok kötü görüntü netliği – 10 çok iyi görüntü netliği) alınıp ortalaması kaydedildi. Ameliyat süresi, intraartiküler basınç, kullanılan irrigasyon sıvısı miktarı, intraoperatif ve postoperatif hemodinamik parametreler, Görsel analog skala (VAS) skoru (0: ağrısız -10: en şiddetli ağrı), ve bulantı-kusma varlığı kayıt altına alındı. Bulgular: Toplam 80 hasta değerlendirildi. Görsel netlik skoru, genel anestezi grubunda İSB grubuna kıyasla anlamlı derecede daha yüksek bulundu (6.83±1.56 vs. 8.18±1.48; p=0.00019). ROC analizinde, GNS için ≥8 puan eşik değerinde genel anestezinin %65 duyarlılık ve %72,5 özgüllükle üstünlük sağladığı görüldü (AUC = 0.71; p = 0.0004). Sonuç: Bu çalışmada, artroskopik rotator manşet onarımı sırasında genel anestezi uygulanmış olan grupta, interskalen blok anestezisi uygulanmış olan gruba kıyasla daha yüksek görsel netlik sağlandığı gösterilmiştir.Öğe Santral seröz koryoretinopati hastalarında insülin benzeri büyüme faktörü-1 ve insülin direncinin değerlendirilmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Tora, Naciye; Akdeniz, Günhal ŞatırtavAmaç: Santral seröz koryoretinopati (SSKR) hastalarında, İnsülin benzeri büyüme faktörü- 1 (IGF-1) düzeyi ve insülin direnci ilişkili parametreler olan açlık kan glukozu, insülini, Creaktif protein (CRP), HbA1c düzeyi, vücut kitle indeksi (VKİ) ve İnsülin Direncinin Homeostaz Modeli (HOMA-IR) değerlerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmaya 55 SSKR hastası ve 25 sağlıklı kişiden oluşan kontrol grubu dahil edildi. SSKR hastalarının basit (30 hasta) ve kompleks (25 hasta) olarak klinik sınıflandırması yapıldı. Çalışma ve kontrol gruplarının tam bir oftalmolojik muayene sonrası boy ve kiloları kayıt altında alındı, 12 saatlik açlık sonrası kan glukozu, insülini, IGF-1, CRP, HbA1c düzeyleri değerlendirildi. VKİ ve HOMA-IR değerleri hesaplandı. Elde edilen sonuçlar gruplar arasında istatistiksel olarak değerlendirildi. Bulgular: Santral seröz koryoretinopati hastalarının 41’i erkek (%74,5), 14’ü kadın (%25,5) idi. Basit gruptaki 30 SSKR hastasının 23’ü erkek (%76,7), 7’si kadın (%23,3) ve yaş ortalaması 41.87±5.97 yıl idi. Kompleks gruptaki 25 SSKR hastasının 18’i erkek (%72), 7’si kadın (%28) ve yaş ortalaması 43.64±5.4 yıl idi. Kontrol grubu olarak çalışmaya alınan 25 katılımcının 17’si erkek (%68), 8’i kadın (%32) ve yaş ortalaması 42.32±5.93 yıl idi. Basit SSKR hasta ve kompleks SSKR hasta grubunda İGF-1 düzeyi kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha yüksekti (sırasıyla p=0.02, p=0.01). Basit SSKR hasta grubu, kompleks SSKR hasta grubu ve kontrol grubu arasında glukoz, HbA1c, CRP, VKİ, HOMA-IR değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı farklılık tespit edilmedi (p>0,05). Sonuç: Bu çalışmada IGF-1 düzeyinin SSKR hastalarında hem basit hem de kompleks SSKR gruplarında sağlıklı kontrollere kıyasla anlamlı şekilde yüksek olduğu saptanmıştır. Elde edilen bulgular, IGF-1 düzeylerinin SSKR patogenezinde rol oynayabileceğini ve özellikle insülin direnci ve diğer metabolik parametrelerde anlamlı bir farklılık olmaması nedeniyle IGF-1 düzeyinin bu hasta grubunda daha özgün bir biyobelirteç olabileceğini desteklemektedir.Öğe Serum prestin düzeyinin ve otoakustik emisyon testinin sensorinoral işitme kaybındaki tanısal değeri(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Üren, Fatma Ardıç; Arbağ, HamdiAmaç: Bu çalışma, sensörinöral işitme kaybı (SNİK) tanısı alan bireylerde serum prestin düzeyinin tanısal değerini ve bu biyobelirtecin otoakustik emisyon (OAE) test sonuçlarıyla ilişkisini değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Ayrıca işitme kaybının klinik seyrinin (ani başlangıçlı ya da yavaş ilerleyici) serum prestin seviyeleri üzerine etkisinin değerlendirilmesi amaçlanmaktadır. Bu kapsamda, unilateral (tek taraflı) ve bilateral (çift taraflı) SNİK’li hastalarda ölçülen serum prestin düzeyleri sağlıklı bireylerle karşılaştırıldı; elde edilen veriler OAE test sonuçları ile korelasyon açısından analiz edildi. Yöntem: Prospektif ve kesitsel tasarımlı bu çalışmaya, 40 bilateral SNİK’li, 40 unilateral SNİK’li ve 40 sağlıklı birey olmak üzere toplam 120 katılımcı dahil edildi. Tüm katılımcıların ayrıntılı kulak burun boğaz muayenesi yapıldı ve saf ses odyometrisi ile işitme düzeyleri belirlendi. USNİK grubundaki işitme kaybı olgularının hepsi ani başlangıçlı idiopatik SNİK’i takiben kalıcı işitme kaybı gelişen hastalardan oluşmaktaydı. Bilateral kayıp grubunda 50 yaş üzeri hastalarda presbiakuzi (yaşa bağlı ilerleyici işitme kaybı) etiyolojisi mevcutken, daha genç BSNİK hastalarında belirgin bir neden yoktu. Serum örneklerinde prestin düzeyleri ELISA yöntemi ile kantitatif olarak ölçüldü. Koklear dış tüy hücre işlevini değerlendirmek üzere OAE testleri (transient uyarılmış ve distorsiyon ürünü OAE) uygulandı; OAE yanıtları prestinle olan ilişkiyi tespit edebilmek için standardize kriterlere göre “geçti” veya “kaldı” şeklinde kaydedildi. Gruplar yaşın etkisini görebilmek amacıyla 50 yaş altı ve üstü şeklinde alt gruplara ayrıldı (her grupta 20 kişi <50 yaş, 20 kişi ≥50 yaş) ve elde edilen veriler istatistiksel olarak karşılaştırıldı. Prestin seviyelerinin gruplar arası karşılaştırılmasında non-parametrik testler kullanıldı. OAE ve odyometri sonuçları ile prestin arasındaki ilişki Spearman korelasyonu ile incelendi. Bulgular: Serum prestin ortanca değeri, sağlıklı bireylerde en yüksek, bilateral SNİK grubunda orta düzeyde, unilateral SNİK grubunda ise en düşük olarak saptandı (sırasıyla ~1184, ~837 ve ~400 pg/ml; p<0,001). Bilateral SNİK’li hastalarda prestin düzeyleri unilateral olgulara göre anlamlı derecede yüksekti (p=0,012). OAE test sonuçları ile serum prestin düzeyleri arasında bazı frekanslarda istatiksel olarak anlamlı korelasyonlar saptandı. USNİK grubunda sağ kulak OAE yanıtı alınabilen hastaların prestin seviyeleri, OAE alınamayanlara kıyasla anlamlı olarak daha yüksekti (p=0,034). Örneğin, tek taraflı SNİK’li hastalar arasında etkilenen kulakta TEOAE cevabı mevcut olanlarda prestin medyanı ~462 pg/ml iken, OAE alınamayanlardaÖğe Tavuk sternal kıkırdak ksenogreftlerinin tavşan modelinde histopatolojik biyouyumluluk analizi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Orhan, Miyase; Eryılmaz, Mehmet AkifAmaç: Bu çalışmada, desellülarizasyon ve sterilizasyon işlemlerine tabi tutulan tavuk sternal kıkırdağının, auriküler otolog kıkırdak greftleriyle histopatolojik düzeyde karşılaştırılması ve bu materyalin biyouyumluluk özellikleri ile taşıyıcı skafold potansiyelinin deneysel hayvan modeli üzerinde değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmada 12 adet beyaz Yeni Zelanda tavşanı kullanıldı. Ksenogreftler, kesimhaneden temin edilen tavuklardan elde edilerek %2 sodyum dodesil sülfat içeren desellülarizasyon protokolünden geçirildi ve etilen oksit ile sterilize edildi. Her tavşana 4 otogreft ve 4 ksenogreft implante edildi. Greftler 1. hafta, 1, 3 ve 4. ayda çıkarıldı. Histopatolojik analizler Hematoksilen-Eozin, Alcian Blue, Masson Trichrome, Toluidin Blue ve Glial Fibriler Asidik Protein immünohistokimyasal boyaları ile gerçekleştirildi. Kondrosit nükleus kaybı, periferik kondrosit proliferasyonu, vaskülarizasyon, inflamasyon, fragmentasyon, dev hücre oluşumu, kemik metaplazi, kalsifikasyon, fibrozis, rezorpsiyon, glikozaminoglikan miktarı, kollajen düzeyi, metakromazi ve rejenerasyon kapasitesi parametreleri değerlendirildi. Bulgular: Makroskopik olarak, yalnızca bir deneğe ait 1. ve 3. ay greftleri hariç tüm greftler eksplantasyon sırasında yerinde gözlendi. Otogreft ve ksenogreft gruplar karşılaştırıldığında, kondrosit nükleus kaybı, inflamasyon, greft rezorbsiyonu, GAG miktarı korunumu ve dev hücre varlığı gibi histopatolojik parametre açısından otogreft lehine anlamlı farklar saptandı (p<0,05). Buna karşılık, kemik metaplazi, kalsifikasyon ve matriks kolajen içeriği tüm zaman noktalarında her iki greft türünde benzer düzeydeydi (p>0,05). Zamana bağlı analizlerde; kondrosit nükleus kaybı, inflamasyon, dev hücre oluşumu, greft rezorbsiyonu ve GAG miktarı gibi parametrelerde anlamlı değişiklikler izlendi ve bu değişimlerde greft tipinin de belirgin etkisi olduğu tespit edildi (p<0,001). Ancak matriks kolajen içeriği ile rejenerasyon kapasitesi dört aylık takip boyunca stabildi ve greft tipine bağlı anlamlı bir fark göstermedi (sırasıyla p=0,204, p=0,936). Sonuç: Bu çalışma, desellülarize edilmiş tavuk sternal kıkırdağının otogreft auriküler kıkırdakla histopatolojik düzeyde karşılaştırıldığı literatürdeki ilk deneysel hayvan modelini sunmaktadır. Elde edilen bulgular, otogreftlerin biyolojik stabilite açısından üstün olduğunu göstermiştir. Ancak tavuk sternal kıkırdağı, şekillendirilebilir yapısı, morfolojik uygunluğu, biyogüvenliği ve taşıyıcı skafold potansiyeliyle klinik uygulamalar için umut vadeden bir ksenogreft alternatifi olarak öne çıkmaktadır. Bu materyalin, morfolojik stabilitesi ve şekillendirilebilir yapısı sayesinde, biyomühendislik temelli modifikasyonlarla nazal cerrahi ve rekonstrüktif prosedürlerde klinik olarak uygulanabilir bir skafold adayı olabileceği öngörülmektedir.Öğe Kolon kanserı tanılı hastalarda miyeloid kökenli baskılayıcı hücre (MDSC) oranlarının araştırılması(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Akbay, Burak Alparslan; Vatansev, CelalettinAmaç: Kanser, 21. yüzyılda artan görülme sıklığı ve ölüm oranlarıyla küresel çapta önemli bir sağlık problemi haline gelmiştir.(1). Amerika Birleşik Devletleri'nde kolorektal kanser (CRC), hem erkek hem kadın popülasyonlarında en yaygın üçüncü malignite olarak görülmekte olup, yeni kanser vakalarının yaklaşık %8’ini oluşturmaktadır.(2) Kolorektal kanserlerin standart tedavi algoritması, orta ve yüksek riskli vakalarda cerrahi rezeksiyonun ardından uygulanan adjuvan kemoterapiyi kapsamaktadır.(3) Ancak adjuvan tedaviye rağmen, hastaların yaklaşık %20-30’unda hastalığın tekrar ortaya çıktığı bildirilmektedir.(4) İlk kez 2007 yılında tanımlanan miyeloid kökenli baskılayıcı hücreler (MDSC), patolojik koşullar altında bağışıklık sisteminin homeostazını düzenleyen kritik hücresel aktörler olarak kabul edilmektedir.(5, 6) MDSC'ler, bağışıklık düzenlemesindeki görevlerinin yanı sıra, tümör progresyonunun desteklenmesi ve immünoterapötik yanıtın şekillendirilmesinde de kritik bir rol üstlenmektedir. Kanser hücreleri, bağışıklık sisteminden kaçış mekanizmalarının bir unsuru olarak MDSC'lerin immünosupresif kapasitesinden yararlanmakta ve tümör mikroçevresinde immün baskıyı artırmaktadır.(7, 8) Güncel literatür, malignite vakalarında periferik dolaşımdaki MDSC seviyelerinin artmasının kötü prognozla pozitif korelasyon gösterdiğini ortaya koymaktadır.(9)Örneğin Multipl miyelom ve Hodgkin dışı lenfoma gibi hematolojik malignitelerde MDSC oranlarının belirgin şekilde arttığı; pankreas premalign lezyonlarında ise özellikle M-MDSC alt grubunun dolaşımdaki oranlarının yükseldiği rapor edilmiştir.(10, 11) Bu çalışmanın amacı, kolon kanseri tanısı konulan hastalarda MDSC düzeylerinin kantitatif olarak ölçülmesi, bu hücresel alt popülasyonların hastalık progresyonu üzerindeki etkilerinin ortaya konulması, MDSC alt gruplarının klinik değişkenlerle korelasyonlarının değerlendirilmesi ve kolon kanseri immünolojisine ilişkin literatürdeki mevcut boşluğun doldurulmasına katkı sağlamaktır. Materyal ve Metod: Bu çalışma, Eylül 2024 ile Mart 2025 tarihleri arasında 21 kolon kanseri tanısı alan hasta ve 21 sağlıklı kontrol grubu dahil edildi. Çalışmaya uluslararası kılavuzlardaki (12) kriterlere göre klinik ve laboratuvar bulguları doğrultusunda kolon kanseri tanısı alan hastalar ile hiçbir malignite öyküsü bulunmayan, 18 yaş ve üzeri sağlıklı bireyler oluşturdu. Hasta ve kontrol gruplarından, rutin tetkikler sırasında alınan venöz kan örnekleri kullanılmış olup, her bireyden 2 mL EDTA'lı tüplere alınan kan örnekleri değerlendirmeye alındı. Hastalara ait demografik (yaş, cinsiyet vb.), klinik (başvuru şikayeti, eşlik eden ek hastalıklar vb.), radyolojik (BT sonuçları vb.) ve rutin laboratuvar (tam kan sayımı, biyokimyasal parametreler vb.) tetkikleri, cerrahi sonrası patoloji sonucu (evreleme) hasta dosyasından retrospektif olarak elde edildi. Çalışmada total MDSC, M-MDSC, PMN-MDSC, immature PMN-MDSC ve mature PMN-MDSC oranları akan hücre ölçer ile değerlendirildi. Bu amaçla CD14 (PerCp Cy5.5), CD15 (FITCH), CD16 (PE), CD11b (APC), CD66b (PE Cy7), HLA-DR (APC Cy7) monoklonal antikorlar (mAb)’ı kullanıldı. İki ml kan örneği 1:1 oranında Fosfat Tamponlu Salin (PBS) ile karıştırılıp ardından Histopaque 1077 ile 2000 g’de 30 dk boyunca gradiyent santrifüj yapıldı Santrifüj sonrası periferal mononükleer hücre (PBMC) katmanı aspire edilip yeni bir tüpe aktarıldı ve yeniden PBS içinde süspanse edildi. Aşağıda özetlenen protokolüne göre yüzey boyama başmakları uygulandı.500 μl PBS içinde süspanse edilen pellet süspansiyonundan 100 μl alınıp yeni bir test tüpüne aktarıldı.Üzerine 10’ar μl CD14 (PerCp Cy5.5), CD15 (FITCH), CD16 (PE), CD11b (APC), CD66b (PE Cy7), HLA-DR (APC Cy7) mAb’ler ilave edilip karanlıkta oda sıcaklığında 15 dakika boyunca inkübe edildi.İnkübasyonun ardından PBS solüsyonu ile yıkanıp Beckman Coulter akan hücre ölçer cihazında hücre sayımı (en az 100.000) yapılıp Beckman Coulter Kaluza Analysis Software ile de analizi yapıldı. Total MDSC’ler HLA-DRCD11b+, total PMN-MDSC’ler HLA-DR-D11b+CD15+CD66b+CD14- ve M-MDSC’ler ise HLA-DR-CD11b+CD15-CD66b-CD14+ hücreler olarak tanımlandı. PMN-MDSC’ler içinden CD14-CD16+ hücreler mature PMN-MDSC, CD14-CD16- hücreler immature PMN-MDSC’yi oluşturdu. Sonuçlar: Hasta ve kontrol grupları karşılaştırma sonuçlara göre; hasta grubunda MDSC %, PMN-MDSC %, M-MDSC %, immatür PMN-MDSC % ve matür PMN-MDSC % düzeyleri kontrol grubuna kıyasla anlamlı derecede yüksek bulunmuştur (p<0.05). Ortalama değerlere bakıldığında, özellikle PMN-MDSC % (hasta: 40.44, kontrol: 4.40) ve MDSC % (hasta: 25.20, kontrol: 4.75) düzeylerinde belirgin fark dikkat çekmektedir. Bu bulgular, kolon kanseri hastalarında miyeloid baskılayıcı hücre oranlarının anlamlı biçimde arttığını göstermektedir Tartışma:Çalışmamızda kolon kanserli hastalarda hastalık evresi ilerledikçe MDSC ve alt popülasyonlarının (PMN-MDSC, M-MDSC) periferik kandaki oranlarının belirgin biçimde arttığı görülmüştür. Özellikle immatür (olgunlaşmamış) granülositik MDSC’lerde ileri evrede dramatik bir birikim söz konusudur. Bu bulgular, ileri evre hastalarda tümörün immün sistemi daha fazla baskıladığı ve MDSC birikiminin tümör progresyonu ile ilişkili olduğu düşüncesini desteklemektedir. Sonuç olarak, MDSC yüzdeleri ile kolon kanseri evresi arasında güçlü bir pozitif ilişki saptanmış olup, bu hücresel verilerle hastalığın ilerleme süreci anlamlı ölçüde izlenebilmektedir. MDSC % ve PMN-MDSC %'nin kolon kanserinde hastalık varlığıyla güçlü bir şekilde ilişkili olduğunu ve bu parametrelerin tanısal ve prognostik biyobelirteçler olarak klinik kullanım potansiyeline sahip olabileceğini göstermektedir.Öğe Beta Talasemi Majör hastalarında bir yıllık optik koherens tomografi anjiyografi değişiklikleri ve kardiyak-karaciğer MR ile ekokardiyografi korelasyonları(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Şahin, Küpra Balban; Belviranlı, SelmanAmaç: Bu çalışmanın amacı, Beta Talasemi Majör hastalarında bir yıl süresince Optik Koherens Tomografi Anjiografi (OKTA) ile retinal mikrovasküler değişimleri incelemek ve bu bulguların kardiyak ve karaciğer Manyetik Rezonans (MR) görüntüleme sonuçları ile ekokardiyografik ölçümlerin olası korelasyonlarını değerlendirmektir. Yöntem: Bu prospektif çalışma, Mayıs 2023 ile Ağustos 2024 tarihleri arasında kliniğimizde takip edilen 30 Beta Talasemi Majör hastasını kapsamaktadır. Başlangıçta tüm hastalara göz taraması yapılarak OKTA ölçümleri, ekokardiyografi, ve kardiyak-karaciğer MR incelemeleri gerçekleştirilmiştir. Hastalar, 6. ve 12. aylarda tekrar değerlendirilmiş; OKTA, ekokardiyografi ve MR tetkikleri yeniden uygulanmıştır. OKTA taramalarında damar yoğunluğu değerleri ölçülmüştür. Ekokardiyografik incelemeler yapılmış; kardiyak parametreler değerlendirilmiştir. Kardiyak ve karaciğer demir birikimi ile fibrozis tespiti MR cihazı kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Bulgular: Çalışmaya alınan 30 Beta Talasemi Majör hastasında, retinal mikrovasküler değişiklikler, kardiyak ve karaciğer fonksiyonları ile ilişkilendirildi. 1 yıllık takip sonucunda, sağ göz yüzeyel kapiller pleksus yoğunluğu (KPY) tüm alan, superior ve inferior ölçümlerinde anlamlı düşüşler; sol göz yüzeyel KPY fovea ölçümünde anlamlı düşüş; sağ göz derin KPY inferior ve perifovea ölçümlerinde anlamlı düşüşler gözlemlendi, sol göz derin kapiller pleksus dansitesinde istatistiksel anlamlı düşüş saptanmadı. Kardiyak ve karaciğer MR verilerinde, relaksasyon zamanlarında anlamlı azalmalar kaydedildi. Sonuç: Beta Talasemi Majör hastalarında 1 yıllık takip sürecinde OKTA, retinal mikrovasküler değişikliklerin erken tespiti için potansiyel bir araç olarak değerlendirilmektedir. Özellikle kapiller pleksus yoğunluklarındaki değişiklikler ile kardiyak ve karaciğer fonksiyonları arasında bazı ilişkiler gözlemlendi. Ancak, buÖğe Rat modelinde iyatrojenik olarak oluşturulan hipospadias cerrahisinde dexpanthenol/PRP emdirilmiş biodegradable nanofiber uygulamasının iyileşmeye etkisi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Uçmak, Harun; Aydıni ArifGİRİŞ VEAMAÇ: Hipospadias, erkek üretra ve fallusunun doğuştan kusuru olup üretral açıklığın ventralde olması ile karakterizedir. Hipospadias cerrahisi sonrası fistül gelişimi cerrahi teknik ve tecrübe kadar doku iyileşmesinin de iyi olmasını gerektirmektedir. Cerrahi sonrası pansuman materyallerinin postoperatif dönemde hastadan çıkarılması esnasında doku travmasına neden olabilmesi nedeniyle biodegradable materyallerin kullanımını gündeme getirmiştir.Dekspantenol, B kompleks vitamini mitotik aktiviteyi artırarak antiinflamatuar etki gösterir. Trombositten Zengin Plazma (PRP), hemostaz, fibröz bağ dokusu oluşumu ve revaskülarizasyonda rol oynar[1]. Biyodegradable nanopolimer mikroorganizmalar tarafından parçalanabilen nanomateryaller anlamına gelmektedir. MATERYAL-METOD: Araştırma prospektif randomize hayvan çalışması olarak Necmettin Erbakan Üniversitesi KONÜDAM Deneysel Tıp Uygulama ve Araştırma Merkezi’nde yapıldı. Çalışmada deney hayvanı olarak 70 adet yetişkin sağlıklı erkek sıçan kullanıldı. Hayvanlar toplam 7 gruba ayrıldı. Her grup 10 rattan oluşturuldu. 1. ve 7. grup dışında tüm ratlara iyatrojenik hipospadias oluşturuldu. Sham grubundaki 2 rat dışında tüm hayvanlar referanslardaki önerilere göre penektomi sonrası sakrifiye edildi. 1. gruptaki 2 rat aynı zamanda PRP elde edilmesi için intrakardiyak kan alınması sonrasında penektomi yapılarak sakrifiye edildi. Nanofiber üretiminde en uygun olacak polimerin PLA olmasında karar kılındı. PLA polimeri miktarının bir kısmı Dexpanthenol/PRP katılarak çeşitli oranlarda karıştırıldı. Nanofiberler Al folyodan ayrılarak yara üzerine sarıldı. Penektomi sonrası histopatolojik inceleme için tespit sonrası kesitler alındı ve Hematoksilen-Eozin ile Masson Trikrom boyamaları uygulandı. Preperatlarda fibrozis, inflamasyon, hiperemi, ödem, sütur reaksiyonu ve fistül değerlendirilerek skorlama sistemi oluşturularak değerlendirildi. Araştırma sonucunda elde edilen veriler SPSS isimli yazılımla değerlendirildi. BULGULAR:Tüm gruplar kendi aralarında ikili, üçlü ve toplu olarak incelendi. Sham(Grup 1) ve sadece nanofiber sarılan Grup 7 dışındaki gruplara iyatrojenik hipospadias uygulandıktan sonra; sekonder iyileşmeye bırakılan (Grup 2), sadece nanofiber sarılan (Grup 3), dexpanthenol emdirilmiş nanofiber uygulanan(Grup 4), PRP’li nanofiber uygulanan (Grup 5), dexpanthenol ve PRP’li nanofiber uygulanan (Grup 6) gruplar kıyaslandı. Fibrozis skorlamasında Grup 2-4(sek- dexp), Grup 3-5(nano-prp), Grup 4-5(dexp-prp) ve Grup 5-6( prp- dexp+prp) arasında p değerleri olarak anlamlı derecede fark görüldü. Hiperemi skorlamasında ise Grup 2-4(sek-dexp), Grup 2- 5(sek-prp), Grup 2-6(sek-dexp+prp),Grup 3-4(nano-dexp),Grup 3-5(nano-prp),Grup 3-6(nano- dexp+prp) arasında da p değerleri açısından anlamlı farklılık olduğu raporlandı. Güç analizinde etki büyüklüğü; d = 0.80, hata oranı % 5 ve güç değeri % 95 olarak tayin edildiğinde her bir grup için asgari sayı 6 olarak hesaplandı. SONUÇ: Hipospadias cerrahisinde post-operatif komplikasyon oranını azaltmak, üretral iyileşmeye katkıda bulunmak ve psikolojik travmayı azaltmak amacıyla üretilen biodegradable materyaller, ratta başarılı sonuçlar vermiştir. Yara iyileşmesine pozitif etkileri olan dexpanthenol ile kolaylıkla emdirilip skar dokusuna uygulanabilir. PRP’nin ise elde edilme aşamalarının ve uygulanabilirliğinin zorluğu nedeniyle bu yönde daha çok çalışmaya ihtiyaç vardır.Öğe Septik şokta terapötik plazma değişiminin enflamatuar ve hemodinamik parametreler üzerine etkisi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Koç, Muhammed Nezih; Yosunkaya, AlperAmaç: Bu uzmanlık tezinin amacı, dirençli septik şok nedeniyle terapötik plazma değişimi (TPD) uygulanan hastalarda, TPD’nin interlökin-1 (IL-1), interlökin-6 (IL-6), interlökin-8 (IL- 8), interlökin-10 (IL-10), tümör nekroz faktörü alfa (TNF-α), transforme edici büyüme faktörü-beta (TGF-β) ve interferon gama (IFN-γ) seviyeleri ile hemodinamik, biyokimyasal ve klinik parametreler üzerindeki etkilerini değerlendirmektir. Yöntem: Bu çalışma, Necmettin Erbakan Üniversitesi İlaç ve Tıbbi Cihaz Dışı Araştırmalar Etik Kurulu onayı alındıktan sonra, tek merkezli, prospektif ve kontrolsüz gözlemsel bir araştırma olarak gerçekleştirilmiştir. Yoğun bakım ünitesinde septik şok gelişen, standart sepsis tedavilerine yanıt vermeyen ve norepinefrin ihtiyacı ≥ 0.4 mcg/kg/dk olan erken evre (şok başlangıcı < 24 saat) 25 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Hastalara standart bakıma ek olarak tek seferlik TPD uygulanmıştır. TPD öncesi ve sonrası klinik ve biyokimyasal veriler toplanmış, sitokin düzeyleri ELISA yöntemi ile analiz edilmiştir. Bulgular: TPD öncesi ve sonrası tüm sitokin seviyelerinde genel olarak azalma görülmüştür. Ancak IL-6 ve TGF-β seviyelerinde anlamlı değişiklikler saptanmıştır (sırası ile p<0.01, p<0.05). TGF-β seviyelerindeki azalma, 28 günlük mortalite üzerinde olumlu etki yaratmıştır. TPD tedavisi öncesi SOFA skorları median (max-min) olarak 13 (9-18) iken TPD tedavisi sonrası 11.5 (9-16) olarak tespit edilmiştir (p<0.01). TPD sonrası hemodinamik iyileşme kaydedilmiş, OAB) / norepinefrin (NE) doz oranında TPD sonrası 6.saat ve 24.saatte anlamlı artış saptanmıştır (p<0.01). Prokalsitonin (PCT) ve C-reaktif protein (CRP) değerleri de TPD uygulaması sonrası istatistiksel olarak anlamlı şekilde düşmeye başlamış ve çalışma süresince düşüş devam etmiştir. TPD ile ilişkili olarak hipokalsemi dışında herhangi bir yan etki gözlenmemiştir. Sonuç: Terapötik plazma değişimi, dirençli septik şoklu hastalarda erken dönemde inflamatuar yanıtın baskılanması ve hemodinamik stabilitenin sağlanmasında etkili bir tedavi seçeneği olabilir. Ancak, mortalite üzerindeki etkilerinin daha net ortaya konulabilmesi için daha geniş kapsamlı randomize kontrollü çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.Öğe Neoadjuvan kemoterapi alan ve almayan mide kanserli hastalarda erken dönem postoperatif komplikasyonların karşılaştırılması(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Yalçın, Beril Nur; Küçükkartallar, TevfikMide kanseri küresel ölçekte önemli bir hastalık olup global olarak en çok teşhis edilen beşinci malignitedir.Başvuru esnasında genellikle ileri evrede olması nedeniyle mide kanserinden kaynaklanan ölüm oranı yüksektir. Mide kanseri tedavi modaliteleri arasında yer alan neoadjuvan kemoterapi(NAKT), tümörün rezektabilitesini artırıp tümör evresini düşürürken hastalarda kemoterapinin oluşturduğu toksisite ve sarkopeni cerrahi sonrası komplikasyonları etkileyebilir.Postoperatif komplikasyonlar hastanın sürviyini ve prognozunu etkilemektedir.Çalışmamızda NAKT alan ve almayan mide kanserli hastalarda erken dönem komplikasyonlar ele alınmıştır Ocak 2014- ocak 2024 tarihleri arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesinde mide adenokarsinom tanısıyla total gastrektomi + özefagojejunostomi işlemi yapılan 179 hasta NAKT alıp almamasında göre iki gruba ayrıldı. NAKT alan grubumuzda 48 hasta, cerrahi olan grubumuzda 131 hasta değerlendirildi. NAKT alan grupta 7 hastamızda, cerrahi grubunda ise 27 hastamızda ClavienDindo sınıflamasına göre derece 2 ve üzeri komplikasyon geliştiği görüldü. PearsonChi-Square test istatistiği sonucuna göre p = 0,362 >0,05 olduğundan Komplikasyon ile Nakt arasında anlamlı bir ilişki bulunamamıştır. Çalışmamızda NAKT’in postoperatif komplikasyon üzerine anlamlı etkisi olmadığı sonucu çıkarılmıştır.Öğe Kolonoskopide hastanın tutumunun barsak temizliğine etkisi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Sencar, Nurdan; Çakır, MuratAmaç: Kolon kanserinin ve adenomların teşhisinde en önemli tetkik araçlarından biri kolonoskopidir. Kolonoskopinin kalitesinde barsak temizliği büyük önem arz eder. Çalışmamızda kolonoskopi hazırlıkta hastaların tutumlarının barsak temizliğine etkisinin olup olmadığının araştırılması amaçlanmıştır. Materyal ve Metod:Genel Cerrahi endoskopi ünitemizde 2024- 2025 yılları arasında 150 hasta çalışmaya dahil edildi. Çalışma için etik kurul onayı alındı. Bu hastaların tümüne ünitemizde rutin uygulanan diyet programı ve ilaç prosedürü verildi. Ünitemizde rutin diyet olarak; katı beslenmenin ve posa bırakan gıdaların 3 gün önceden kesilerek, sıvı ve posa bırakmayan gıdaların tüketilmesi anlatılmaktadır. İşlemden 1 gün önce en az 2-3 litre su tüketmeleri önerilmektedir. Ünitemizde ayaktan gelecek hastalarımız için rutin barsak temizliğinde önerdiğimiz laksatif kullanımı bu şekildedir: - İşlem öncesi 2 gün önce başlanacak şekilde her gece 2 tablet şeklinde alınacak sennosid A+ B bileşenli laksatif tablet - İşlem öncesi 1 gün önce alınacak birer saat ara ile içilmesi gereken 3 şişe sennosid A+B bileşenli laksatif süspansiyon - İşlem öncesi gece 24:00 da ve işlem günü sabah 07:00 da makattan yapılacak sodyum fosfatlı lavmanlar Hastalara işlem öncesi bir anket sunularak demografik verileri, işlem öncesi su içme miktarları, diyete uyumları not alındı. İşlem sonrası elde edilen Boston Barsak Hazırlık Skoru da bu ankete not edildi. Hangi faktörlerin ne şekilde barsak temizliği üzerinde etkisi olduğuincelendi.Tüm veriler kaydedildikten sonra istatistiksel incelemeye tabi tutuldu. Bulgular:Çalışma için katılımcılara yönlendirilen anket formunda isim soyisim ,yaş, cinsiyet, boy, kilo, BMI, telefon, adres, ek hastalık, kullandığı ilaç, geçirilmiş cerrahiler, ostomi durumu, eğitim durumu, alerji durumu, sigara alkol kullanımı, kabızlık durumu ve varsa ilaç kullanımı , günlük defekasyon sayısı, kolonoskopi öncesi tüketilen su miktarı , kolonoskopi yapılma sebebi, kolonoskopi geçmişi, mevcut işlem için önerilen talimatlara uyup uymadığı, katı beslenmeyi kesme süresi, kolonoskopi ile ilgili olarak da süre, çekum entübasyonu durumu, Boston Barsak Hazırlık Skoru (BBPS), işlem öncesi ve sonrası şikayet durumu , katz skoru bulumaktaydı. Yapılan istatistiki inceleme sonucunda bu parametrelerin BBPS ile ilişkisi incelendi . Elde edilen sonuçlara göre ; BBPS ile kolonoskopi öncesi içilen su miktarı arasında anlamlı bir ilşki elde edilememiştir. BBPS ile katı beslenme kesilme süresi arasında pozitif bir ilişki tespit edilmiştir. Katı beslenmeyi kesme süresi uzun olan hastalarda BBPS skorunun da yüksek değerlerde olduğu görülmüştür. BBPS ile kolonoskopi için verilen ilaç diyetini tam ya da eksik uygulamaları arasında anlamlı bir ilişki elde edilememiştir. Sonuç:Kolonoskopinin kalitesinde barsak temizliğinin yeri çok önemlidir.İdeal bağırsak temizliğinde tolere edilebilir en uygun ilaç hala bulunulamamıştır. "Daha iyi tolere edilen" bağırsak hazırlıklarının geliştirilmesine rağmenkolonoskopilerin yaklaşık dörtte birinin yetersiz kalitede hazırlığa sahip olduğu düşünülmektedir. Yetersiz bağırsak hazırlıkları daha düşük adenom tespit oranlarına (ADR), daha uzun kolonoskopi sürelerine, tekrarlanan prosedürlere, kolorektal kanser önleme maliyetinin artmasına ve hasta memnuniyetinin azalmasına yol açar. Bu nedenle bu çalışmada işlem öncesi hastaların yaklaşımları incelenmiş ve barsak temizliğini iyileştirmek amaçlanmıştır.Öğe Tiroit kanserinde mikronükleus testi ile malignite ilişkisinin araştırılması(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Alper, Hilmi; Arbağ, HamdiAmaç: Tiroit nodülü ile takipli, takibi cerrahi ile sonuçlanan hastalarda, elde edilen cerrahi materyalden nodül ve normal tiroit dokusunda MN(Mikronükleus) ve BN(Binükleus) sayılarının farklı bethesda ve cerrahi patoloji gruplarında karşılaştırılması amaçlandı. grupları arasında karşılaştırıldı. İstatistiksel değerlendirmeler R 4.4.1(R Core Team, 2024) programı ile yapıldı. Sayısal değişkenlerin analizinde karma etki modellerinden (mixed effects models) faydalanıldı. Sonuçlar p<0.05 olacak şekilde anlamlı olarak kabul edildi. Malign ve benign tiroit lezyonlarının ayırt edilmesinde MN ve BN sayılarını değerlendirmek amacıyla Receiver Operating Characteristic (ROC) analizi kullanıldı. Bulgular: Preop ince iğne aspirasyon biyopsi (İİAB) değerlendirmesinde 39 hastanın 3’ü Bethesda 1, 10’u Bethesda 2, 8’i Bethesda 3, 1’i Bethesda 4, 4’ü Bethesda 5, 13’ü Bethesda 6 idi. Cerrahi patoloji değerlendirmesinde 39 hastanın 16’sı benign, 19’u papiller tiroit karsinom(PTK), 4’ü foliküler tiroit karsinom(FTK) idi. Normal tiroit dokusundaki MN sayısı (n=0.08±0.35), BN sayısı (n=0.10±0.38) idi. Nodül tiroit dokusundaki MN sayısı (n=4.23±2.99), BN sayısı (n=3.28±3.05) idi. Normal tiroit dokusu ile nodül tiroit dokusu arasında MN ve BN sayıları açısından istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (Nondiagnostik ve benign grubundaki BN karşılaştırılması haricinde) (p<0,05). Cerrahi patoloji grubunda benign, papiller karsinom ve foliküler karsinom olmak üzere 3 grup vardı. Benign tanılı nodül biyopsilerinde MN sayısı (n=1,87±1,62), BN sayısı (n=1,12±1,58) idi. Papiller tiroit karsinom tanılı nodül biyopsilerinde MN sayısı (n=6,21 ±2,65), BN sayısı (n=5,05±2,83) idi. Foliküler tiroit karsinom tanılı nodül biyopsilerinde MN sayısı (n=4,25±1,70), BN sayısı (n=3,50±3,51) idi. Bu gruplar kendi arasında kıyaslandığında malign(papiller ve foliküler) gruplarda, MN ve BN sayıları benign gruba göre istatistiksel olarak anlamlı şekilde yüksekti (p<0,05). Foliküler karsinom ve papiller karsinom grupları kendi arasında kıyaslandığında, MN ve BN sayıları açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0,05). Bethesda sınıflamasına göre 1.(Non-dianostik) ve 2.(Benign) kategoride değerlendirilen nodül biyopsilerinde MN sayısı (n=2±1,79), BN sayısı (n=1,42±2,06) idi. 3.(Önemi Belirsiz Atipi/Önemi Belirlenemeyen Foliküler Lezyon) kategoride değerlendirilen nodül biyopsilerinde MN sayısı (n=4,71± 3,77), BN sayısı (n=4,71±5,05) idi. 4.(Foliküler neoplasm veya foliküler neoplasm şüphesi), 5.(Malignite şüphesi) ve 6.(Malign) kategoride değerlendirilen nodül biyopsilerinde MN sayısı (n=6±2,33), BN sayısı (n=4,31±1,95) idi. Bethesda gruplarında Non-dianostik ve benign kategoriyi oluşturan gruba göre diğer gruplarda MN ve BN sayıları açısından istatistiksel olarak anlamlı bir artış saptandı (p<0,05). Normal tiroit dokusundaki MN ve BN sayılarında patolojiden bağımsız olarak hiçbir kategoride istatistiksel açıdan anlamlı bir farklılık saptanmadı (p>0,05). Sonuç: Tiroit nodülü ile takipli hastalarda preoperatif incelemede MN, BN sayılarının malign benign nodül ayrımında faydalı olacağı sonucuna varıldı. Bethesda sınıflaması kategorilerine göre oluşturulmuş gruplar ve cerrahi patoloji gruplarının her ikisinde de patoloji sonucu malign olanlarda benignlere göre MN ve BN sayılarının artış gösterdiği ve ayırıcı tanıya katkı sağladığı gösterildi. Şüpheli hastalarda preop patolojik değerlendirmeye ilave olarak mikronükleus ve binükleus sayılarının tanı açısından katkı sağlayacağı düşünüldü. Geniş hasta serilerinde İİAB ile MN ve BN çalışılmasına ihtiyaç vardır.Öğe Retrograd İntrarenal Cerrahide R.I.R.S. kullanılan farklı güçteki lazerlerin yarattığı renal hasarın serolojik biyobelirteçleri ile değerlendirilmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Alalam, Haider Nihad İzaddin; Balasar, MehmetAmaç: Bu çalışmanın amacı, retrograd intrarenal cerrahi (RIRS) sırasında kullanılan düşük ve yüksek güçlü lazerlerin böbrekte oluşturduğu hasarı serolojik biyobelirteçler ve böbrek içi sıcaklık değişimleri aracılığıyla karşılaştırmaktır. KIM-1 ve KIM-1/kreatinin oranlarının preoperatif ve postoperatif değişimleri incelenerek lazer tiplerinin renal hasar üzerindeki etkileri değerlendirilecektir. Literatürde lazerlerin böbrek dokusunda neden olduğu hasarı insan verileriyle inceleyen çalışmalar sınırlıdır. Bu araştırma, farklı lazer güçlerinin böbrek hasarı üzerindeki etkilerini belirleyerek klinik uygulamalara rehberlik etmeyi ve hasta güvenliğini artırmayı amaçlamaktadır. Gereç ve Yöntem: Bu prospektif çalışmaya, 01.10.2023-01.05.2024 tarihleri arasında kliniğimizde böbrek taşı nedeniyle RIRS uygulanan 60 hasta dahil edilmiştir. Hastalar, kullanılan lazer enerjisine göre Low Power (n=30) ve High Power (n=30) olmak üzere iki gruba ayrılmıştır. Preoperatif, postoperatif 4. saat ve 24. saatte olmak üzere üç farklı zaman diliminde hastalardan kan ve idrar numuneleri alınarak KIM-1 ve KIM-1/kreatinin oranları ölçülmüştür. İntraoperatif böbrek içi sıcaklık değişimleri kaydedilmiş ve postoperatif komplikasyonlar Modifiye Clavien Sınıflaması ile değerlendirilmiştir. İstatistiksel analizler SPSS 27 yazılımı ile gerçekleştirilmiş ve p<0.05 anlamlı kabul edilmiştir. Bulgular: Preoperatif dönemde KIM-1 seviyeleri ve KIM-1/kreatinin oranları açısından iki grup arasında anlamlı bir fark bulunmazken (p=0.807), postoperatif dönemde High Power lazer grubunda belirgin farklılıklar tespit edilmiştir. Postoperatif 4. saatte KIM-1 seviyesi High Power grubunda 186.2±237.0 pg/mL, Low Power grubunda ise 95.9±63.9 pg/mL olarak ölçülmüş, ancak bu fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır (p=0.114). Postoperatif 24. saatte ise High Power grubunda KIM-1 seviyesi 278.8±239.6 pg/mL’ye, Low Power grubunda 170.3±172.9 pg/mL’ye yükselmiş ve bu fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p=0.003). KIM-1/kreatinin oranları açısından da High Power grubunda postoperatif dönemde anlamlı artış gözlenmiştir. Postoperatif 4. saatte KIM- 1/kreatinin oranları Low Power grubunda 3.0±3.1, High Power grubunda 4.9±7.1 olarak belirlenmiş, ancak fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır (p=0.287). Postoperatif 24. saatte ise KIM-1/kreatinin oranı High Power grubunda 5.5±4.5, Low Power grubunda 3.1±2.0 olarak ölçülmüş ve bu fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p=0.035). İntraoperatif böbrek içi sıcaklık değişimleri açısından gruplar arasında anlamlı fark bulunmamıştır (p=0.860). Sonuç: Bu çalışmada, High Power lazer kullanımının KIM-1 seviyeleri ve KIM- 1/kreatinin oranlarında anlamlı artışa neden olduğu, bunun da böbrek üzerindeki termal ve mekanik stresi artırabileceği gösterilmiştir. Ancak, taşsızlık oranı, komplikasyonlar ve böbrek içi sıcaklık değişimleri açısından gruplar arasında fark saptanmamıştır. Sonuç olarak, düşük taş yüküne sahip hastalarda Low Power lazer tercih edilebilirken, yüksek güçlü lazerlerin kullanımı renal hasar riski açısından dikkatle değerlendirilmelidir. Uzun vadeli etkileri anlamak için daha geniş kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır.Öğe Sentinel lenf nodu biyopsisinde kullanılan metilen mavisinin, patent mavisinin ve indosiyanin yeşilinin advers etki olarak cilt nekrozuyla ilişkisinin incelenmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Nurşen, Hayri Ahmet Burak; Dadacı, MehmetMeme kanseri, kadınlarda en sık rastlanan kanser türlerinden biridir ve tedavisinde hastaların yaşam kalitesini korumak amacıyla farklı cerrahi ve medikal yaklaşımlar uygulanır. Meme kanseri cerrahisinde, tümörlü doku çıkarılırken sağlıklı dokunun korunmasına yönelik olarak organ koruyucu cerrahi yöntemler tercih edilir. Erken evre meme kanserinde yaygın olarak kullanılan yöntemlerden biri, tümörün lenfatik sisteme yayılımını değerlendiren sentinel lenf nodu biyopsisidir (SLNB). Bu yöntem, kanserin yayılma durumunu belirleyerek tedavi planlamasında önemli bir role sahiptir. SLNB sırasında kullanılan boya maddeleri, lenf nodlarının tespiti için kılavuzluk eder. Bu çalışmada, SLNB’de yaygın olarak kullanılan metilen mavisi, patent mavisi ve indosiyanin yeşili (ICG) gibi boyaların etkileri incelenmiştir. Metilen mavisinin, lenf nodlarının tespitini kolaylaştırmasına karşın ciltte toksik etki ve nekroz riski taşıdığı belirlenmiştir. Diğer yandan, patent mavisi toksisite açısından daha düşük riskli olup bazı durumlarda inflamasyon ve apse formasyonuna yol açabilir. ICG ise minimal yan etkilerle öne çıkan güvenli bir alternatif olarak değerlendirilmiştir; floresan özellikleri ile lenf nodlarının daha hassas şekilde belirlenmesine imkân tanır ve toksisite oranı düşüktür. Meme kanseri tedavisinde kullanılan yöntemlerden biri olan cilt koruyucu mastektomi (CKM), meme dokusunun alınmasını, ancak cilt zarfının korunmasını içerir ve genellikle meme rekonstrüksiyonu için avantaj sağlar. Bu cerrahi prosedürün başarılı olabilmesi için cilt dokusunun sağlıklı kalması kritik önemdedir. Ancak SLNB sırasında kullanılan bazı boyalar, özellikle metilen mavisi, yüksek cilt nekrozu riski taşır. Metilen mavisinin toksik profili cilt dokusunda iritasyon ve nekroza yol açarak iyileşme sürecini olumsuz etkileyebilir ve CKM sonrası rekonstrüksiyonun başarısızlıkla sonuçlanmasına neden olabilir. Cilt nekrozu, CKM sonrası implantın açığa çıkması gibi komplikasyonlara yol açarak cerrahi sonucunun hem estetik hem de işlevsel kalitesini düşürebilir. Çalışmada değerlendirilen diğer boyalardan patent mavisi ve indosiyanin yeşili (ICG) ise daha düşük toksisite profiline sahiptir. Özellikle ICG, minimal yan etkileri ile CKM’de güvenli bir seçenek olarak öne çıkar. Bu bağlamda, boya seçimi yapılırken hastanın doku hassasiyeti ve potansiyel yan etkiler göz önünde bulundurulmalı; CKM'nin başarı oranını artırmak için cilt sağlığını koruyacak boyalar tercih edilmelidir. Bu bulgular ışığında, SLNB sırasında boya seçiminde uygun boyanın tercih edilmesi önemlidir. Özellikle metilen mavisinin cilt üzerindeki yüksek toksisite riski, cerrahi uygulamalarda kullanımında dikkatli olunmasını gerektirir.Öğe Mikozis fungoideste immunhistokimyasal CADM1 ve TİAM1 ekspresyonlarının tanısal değeri ve histopatolojik parametrelerle ilişkisi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Çalışkan, Havva Nur; Fındık, SıdıkaMikozis fungoides (MF) en sık görülen primer kutanöz lenfoma alt tipi olup tanısal olarak çeşitli zorluklar içerebilir. Tanı kolaylığı sağlamak amacıyla farklı algoritmalar önerilmiştir. Güncel olarak kabul edilen algoritmada klinik, histopatolojik, immunhistokimyasal ve moleküler parametreler yer almaktadır. CADM1’in MF’i yüksek duyarlılık ve hassasiyet ile tespit edebileceğini gösteren çalışmalar mevcuttur. CADM1 ve TİAM1 ilişkisi Erişkin T Hücreli Lösemilerde tanımlanmış olup benzer mekanizmanın MF’de de görülebileceği düşünülmektedir. Çalışmamızda Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Patoloji Laboratuvarında 2019- 2024 yılları arasında incelenerek tanı almış 75 MF, 50 inflamatuar dermatit ve 25 kontrol grubu deri biyopsisinin histopatolojik bulguları ve mevcut CD3, CD4, CD8, CD5, CD7 boyamaları değerlendirildi. Tüm vakalara immunhistokimyasal CADM1 ve TİAM1 boyamaları uygulandı. Veriler istatistiksel olarak karşılaştırıldı. MF tanılı vakalarda tanısal histopatolojik bulgulardan epidermotropizm varlığında CADM1 skorunun daha yüksek olduğu tespit edildi (z:2.914, p:0.004). CADM1’in MF’i inflamatuar dermatit ve kontrol grubundan yüksek duyarlılık ve seçicilikle ayırt ettiği gösterildi (skor> 0.5 için %93.30 duyarlılık, %88.00 seçicilik). MF tanılı vakalarda tanısal histopatolojik bulgulardan fibroplazi varlığında TİAM1 skorunun yüksek olduğu tespit edildi (z:2.445, p:0.014). TİAM1’in MF’i yalnızca inflamatuar dermatit grubundan %64 duyarlılık ve seçicilik ile ayırt ettiği gösterildi. CADM1’in yaş ve cinsiyetten bağımsız olarak ileri evre vakalarda ve büyük hücre transformasyonunda anlamlı olarak yüksek olduğu bulundu. (𝜒2:22.051, p<0.001 ve z:3.263, p:0.001). CADM1 ile TİAM1 arasında kontrol grubunda orta derecede pozitif korelasyon saptanırken MF’de zayıf derecede pozitif korelasyon saptandı. Sonuç olarak CADM1’in MF tanısı için yüksek duyarlılık ve seçiciliğe sahip tanısal ve kötü prognozu gösterebilen bir belirteç olduğunu; TİAM1’in ise MF için tanısal ve prognostik değeri olmadığını düşünmekteyiz. MF’de CADM1 ve TİAM1 korelasyonunun azalması nedeniyle MF’de CADM1 aktivasyonunda farklı mekanizmaların rol oynayabileceğini ve bu konuda daha çok çalışmaya ihtiyaç olduğunu düşünmekteyiz.Öğe Graves hastalığında statik ve dinamik pupillometri parametrelerinin incelenmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Orhan, Zeynep (Kaya); Özkağnıcı, AhmetAmaç: Bu çalışmada Graves hastalığında statik ve dinamik pupillometri parametrelerinin değerlendirilmesi, elde edilen parametrelerin Graves oftalmopatisi ve steroid tedavisi alma durumu ile ilişkilerinin incelenmesi amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Göz Hastalıkları Polikliniği’nde, Ocak 2017 ile Mayıs 2023 tarihleri arasında Graves oftalmopati açısından takip edilen 66 olgu ile 28 sağlıklı kontrol grubu dahil edildi. Graves hastalığı bulunan olgularda pupillometri değerleri oküler tutulumu olmayan, oküler tutulumu bulunup steroid almayan ve oküler tutulum nedeniyle steroid tedavisi alan olmak üzere 3 gruba ayrılarak sağlıklı kontrol grubu ile karşılaştırıldı. Nörolojik hastalıklar, travma gibi başka bir nedene bağlı optik sinir hastalığı, glokom ve pupiller anormallikler (sineşi, anizokori) gibi durumlar ile pupil mekaniğini etkileyen sistemik ilaç kullanım öyküsü olan olgular çalışma dışı bırakıldı. Statik ve dinamik pupillometri ölçümleri bilgisayarlı otomatize kantitatif pupillometri cihazı kullanılarak yapıldı. Olguların retina sinir lifi kalınlığı ölçümleri optik koherens tomografi kullanılarak gerçekleştirildi. Araştırma sonucu elde edilen veriler bilgisayar ortamında Statistical Package for Social Sciences 20.0 paket programı ile analiz edildi. Bulgular: Gruplar arasında statik pupillometri parametreleri (skotopik pupil çapı, mezopik pupil çapı, düşük fotopik pupil çapı ve yüksek fotopik pupil çapı) açısından anlamlı fark saptanmadı. Dinamik pupillometri parametreleri açısından steroid alan grupta (Grup I) PK (pupil kontraksiyonu) amplitüdü 1.66±0.37 mm, steroid almayan ve oküler tutulumu olan grupta (Grup II) 1.60±0.36 mm, oküler tutulumu olmayan grupta (Grup III) 1.92±0.35 mm iken kontrol grubunda (Grup IV) 2.05±0.38 mm olarak ölçüldü. Grup I ve Grup II’nin PK amplitüdü Grup IV’deki değerlerden düşüktü (sırasıyla p=0.006, p=0.001). Grup II’nin PK amplitüdü de Grup III’ten daha düşüktü (p=0.002). Grup I’in PK hızı 5.63±0.91 mm/s, Grup II’nin 5.42±1.03 mm/s, Grup III’ün 6.32±0.89 mm/s iken Grup IV’de ise 6.58±0.84 mm/s olarak bulundu. Grup I ve II’nin PK hızının Grup IV’e göre daha düşük olduğu saptandı (sırasıyla p=0.004, p=0.001). Grup II’nin PK hızı, Grup III’den daha düşüktü (p=0.012). Grup I’de PD (pupil dilatasyonu) hızı 1.76±0.36 mm/s, Grup II’de 1.59±0.33 mm/s, Grup III’de 2.09±0.38 mm/s iken Grup IV’de ise 2.05±0.55 mm/s olarak ölçüldü. PD hızı açısından karşılaştırıldığında; Grup II’de, Grup III ve Grup IV’e göre daha düşük değerler ölçüldü (p=0.001, p=0.006). Grup I’in PD hızı Grup III’e göre anlamlı şekilde düşüktü (p=0.03). Grupların RNFL ortalamaları arasında anlamlı fark saptanmadı. Sonuç: Graves oftalmopatinin statik pupillometri parametrelerini etkilemediği, bununla birlikte belirli dinamik pupillometri parametreleri üzerinde olumsuz etkiye neden olduğu söylenebilir. Daha kapsamlı çalışmalar gerekmekle birlikte klinik çalışmalarda pupillometrik inceleme yapılırken, graves oftalmopatisinin dinamik pupillometri parametrelerindeki olumsuz etkisi göz önünde bulundurulmalıdır.Öğe Tripple Negatif Meme Kanserlerinde Trps-1 Ve Gata-3 Ekspresyonlarının Karşılaştırılması Ve Trps-1'in Prognostik Değerinin Araştırılması(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Yiğit (Perihan), Tuğçe; Avunduk, Mustafa CihatAmaç: Meme kanseri kadınlarda en sık görülen malignitedir. Mortalitesi oldukça yüksektir. Meme kanseri subtiplerinden üçlü negatif meme kanserlerleri (ÜNMK), diğer alt tiplere göre daha kötü prognoza sahiptir. ÜNMK’nin kötü differansiye olarak karşımıza çıkabilmesi ve hormon profilinin negatif olması nedeniyle bazı olgularda tanı vermede güçlük çekilmektedir. Bu bağlamda, meme kanserinde spesifik ekspresyon ve yüksek prevalans gösteren yeni genlerin tanımlanması, aynı zamanda kanser tedavisi için hedeflenebilecek yeni moleküler yolları da ortaya çıkarabilir. ÜNMK’nde TRPS-1’in duyarlılığını ve hastanın klinikopatolojik verileri (yaşı, T evresi, lenf nodu metastazı, lenfovasküler invazyon, östrojen, progesteron, HER-2 reseptör durumları, ki67 indeksi, tümör histolojik tipi) ile ilişkisinin gösterilmesini amaçlıyoruz. Ayrıca kemik ve karaciğer metastazlarında bu iki belirtecin duyarlılıklarını incelemeyi amaçlıyoruz. Gereç-yöntem: Çalışmamızda 2017-2023 yılları arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesinde tanı almış yaklaşık 50 adet üçlü negatif meme kanseri ve hormon profilinden bağımsız, meme metastazı olduğu bilinen 20 adet metastatik kemik, 20 adet metastatik karaciğer dokusuna ait bloklar, hematoksilen& eozin ve immünhistokimyasal boyamalara ait camlar arşivden çıkarıldı. Bloklara immünhistokimyasal GATA-3 ve TRPS-1 boyaları uygulanarak boyanma yüzdeleri değerlendirildi. Nükleer ekspresyon anlamlı kabul edilerek, boyanan tümör hücreleri yüzdesel olarak değerlendirildi (0: <%1; 1: %1-10; 2: %11-50; 3: %51-100). Bulgular: Çalışmamızda ÜNMK vakalarında TRPS1 ile GATA3’e oranla daha yüksek oranlarda ekspresyon izlenmiştir. T evresi ile TRPS-1 boyanması arasında anlamlı ilişki saptanmış olup, artmış T evresinde daha düşük oranlarda TRPS-1 ekspresyonu izlenmiştir. Tümör derecesi, histolojik tip, lenf nodu durumu ve hastalık evresi ile TRPS1 ekspresyonu arasında anlamlı ilişki saptanmamıştır. Ayrıca karaciğer ve kemik metastazı olgularının tamamında hem TRPS-1 hem de GATA3 ile tüm vakalarda pozitif ekspresyon izlenmiştir. TRPS-1 ve GATA3 arasında anlamlı bir sensitivite farkı saptanmamıştır. Sonuç: Tüm bu veriler, TRPS1'in ÜNMK için mükemmel bir belirteç olduğunu ve sınırlı biyopsi dokusu için daha az IHK çalışmayla metastazların meme kökenini doğrulamaya yardımcı olabileceğini göstermiş olup, çalışmamızda anlamlı bir prognostik belirteç olacağı yönünde bulgu izlenmemiştir. Ancak bu bulguların klinik pratikte uygulanabilirliğinin değerlendirilmesi için daha geniş kapsamlı çok merkezli çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.Öğe Ratlarda deneysel subaraknoid hemorajide wogonin'in serebral vazospazma yönelik iyileştirici özellikleri(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Yüksek, Muhammed Erkam; Güney, Ahmet ÖnderAmaç: Bu çalışmada Wogonin’in subaraknoid kanama (SAK) sonrası görülen serebral vazospazm üzerine iyileştirici etkilerini incelemek amaçlanmaktadır. Gereç ve Yöntem: Wistar Albino cinsi 250-350 gram ağırlığında toplam 60 adet rat çalışmaya dahil edildi. Deney grupları, Grup 1 (kontrol, n=12), Grup 2 (Sham grubu, n=12), Grup 3 (SAK Grubu, n=12), Grup 4 (SAK+DMSO grubu, n=12), Grup 5 (SAK+Wogonin grubu, n=12) olacak şekilde randomize edildi. Subaraknoid kanama, sisterna magnaya çift enjeksiyon modeliyle gerçekleştirildi. Deneyin başlangıcından ratların sakrifikasyonuna kadar ilk gün 0, son gün 7 olacak şekilde günler numaralandırıldı. SAK indüksiyonu çift enjeksiyon modeli ile deneyin 0. ve 2. günlerinde uygulandı. Wogonin, çift enjeksiyon modeli ile SAK indüksiyonu tamamlandıktan hemen sonra intraperitoneal yolla 40 mg/kg dozunda uygulandı. Anestezi, cerrahi işlemlerin öncesinde 10 mg/kg xylazine ve 60 mg/kg ketamin ile sağlandı. Deneyin 7. günü intrakardiyak kan ve serebral doku örnekleri alınarak hayvanlar sakrifiye edildi. Elde edilen santral sinir sistemi dokusunda ve kanda interlökin 1 Beta (IL-1β), interlökin 10 (IL-10), sinir büyüme faktörü (NGF), glial derived büyüme faktörü (GDNF) seviyeleri enzyme linked immunosorbent assay (ELİSA) yöntemiyle ve total antioksidan stres (TAS), total oksidan stres (TOS) seviyeleri spektrofotometri yöntemiyle çalışıldı. Baziller arter görülecek şekilde transvers kesilerek bloklanan doku örnekleri, Hematoksilen Eozin ile boyandı. Preparatların morfometrik olarak, görüntülü analiz programı eşliğinde ve ışık mikroskobu altında damar çapları ölçüldü. İmmünhistokimyasal Apoptoz boyama (TUNNEL Metodu) ile vasküler endoteldeki ekpresyon yüzdeleri tespit edildi. Sayısal değişkenler için ortalama ve standart sapma istatistikleri verildi. Sayısal değişkenlerin analizinde ANOVA ve karma etki modellerinden (mixed effects models) faydalanıldı. Posthoc ikili karşılaştırmalarda Tukey Testi ya da Tukey düzeltmeli en küçük kare ortalama karşılaştırmaları yapıldı. Verilerin analizi R 4.4.1 (R Core Team, 2024) programi ile yapıldı. p<0,05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Bulgular: Bu çalışmada yapılan histopatolojik incelemede apoptozisi gösteren ortalama TUNEL pozitif endotel hücre yüzdesinin SAK grubunda, Kontrol grubuna göre istatistiksel açıdan anlamlı miktarda yüksek olduğu görüldü. Wogonin tedavisi ile ortalama TUNEL pozitif hücre yüzdesinin istatistiksel olarak anlamlı düzeyde azaldığı gözlendi. SAK grubu ortalama baziller arter çapı değerlerinin kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde azaldığı, Wogonin uygulanan grupta ise bu azalmanın olmadığı görüldü. Wogonin grubunda, inflamatuar sitokin olan IL-1β düzeyinde SAK grubuna göre anlamlı azalma gözlendi. Wogonin tedavisi nöroprotektif etkileri gösteren NGF ve GDNF düzeylerinde SAK grubuna göre anlamlı artış sağlamıştır. Ayrıca SAK nedeniyle ortalama TOS düzeylerinde görülen artışın ve ortalama TAS düzeylerinde görülen azalmanın, Wogonin uygulanan grupta anlamlı şekilde düzeldiği görüldü. Sonuç: Wogonin tedavisinin etkilerini araştıran bu deneysel çalışmada, Wogonin’in SAK sonrası artan endotelyal apoptozisi azalttığı ve azalan baziller arter çapını artırdığı gözlendi. Ayrıca yapılan biyokimyasal incelemelerde Wogonin’in SAK sonrası gelişen serebral vazospazmda antiinflamatuar, nöroprotektif ve antioksidan etkileri olduğu gösterildi.Öğe Rat modelinde priapizm sonrası oluşan iskemik reperfüzyon hasarı üzerine pentoksifilin /pirfenidon/dekspantenol uygulamalarının karşılaştırılması(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Göksoy, İbrahim; Sönmez, Mehmet GirayAmaç: Daha önce rat priapizm modellerinde kronik etkileri çalışılmış pirfenidon ve pentoksifilini iskemi reperfüzyon hasarının akut etkileri açısından değerlendirmeyi, daha önce bu priapizmde denenmeyen dekspantenolün etkilerini ve bu moleküllerin olası sinerjistik etkilerini araştırmayı amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Bu deneysel çalışmada olarak 175-245 g vücut ağırlıklı, 8-10 haftalık, 68 adet yetişkin erkek Wistar albino rat kullanıldı. Ratlar ranodmize olarak 7 gruba ayrıldı; Sham grubu (grup1), kontrol grubu (grup2), pirfenidon (grup3), pentoksifilin (grup4), dexpantenol (grup5), pentoksiflin+dexpantenol (grup6), pirfenidon+dexpantenol (grup7). Sham grubuna sadece penektomi yapıldı. Kontrol grubuna 1 saat iskemik priapizm ve 30 dk reperfüzyon hasarı uygulandı. Diğer gruplara ise iskemi reperfüzyon modeli ile beraber bahsedilen tedaviler eklendi. Deney sonrası ratların serumlarında IL-1β, IL-10, TAS, TOS, MDA, eNOS değerleri ölçüldü. Penektomi materyallerinde histopatolojik olarak vazokonjesyon, inflamasyon, deskuamasyon, ödem ve tunica albguineada ayrılma/hemoraji kategorilerinde yarı kantitatif olarak değerlendirilip puanlanmıştır. Bulgular: Biyokimyasal olarak kontrol grubu ile sham grubu arasında anlamlı olarak fark bulunan değerler IL-1β, IL-10, eNOS ve MDA parametreleri oldu. Kontrol grubu ile Sham grubu TAS ve TOS değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark izlenmediği için tedavi gruplarıarasındaki farkın değerlendirilmesine dahil edilmedi. IL-1β değerindeki karşılaştırmada; grup2’nin grup3, grup4 ve grup7’ten anlamlı olarak yüksek olduğu tespit edildi. (sırası ile p2-3=0,01 p2-4=0,06 ve p2-7=0,12) IL-10 değerindeki karşılaştırmada; grup2’nin grup4’ten en anlamlı olarak düşük tespit edildi. (p2-4=0,02) eNOS değerindeki karşılaştırmada; grup2 değeri grup4 ve grup7’den anlamlı olarak yüksek bulundu. (p2-4=0,01 ve p2-7=0,035) MDA değerleri kıyaslamasında; Grup2 tüm gruplardan yüksek tespit edildi. (p<0,0001) Genel olarak tedavi gruplarının farklı mekanizmalar ile iskemi reperfüzyon hasarını engellediği kanısına varıldı. Histopatolojik değerlendirmede Kontrol grubu toplam patoloji skoru Sham grubundan anlamlı olarak yüksek bulundu. (p<0,001) Toplam patoloji skoru kontrol grubunda grup5 (p=0,935) hariç diğer tüm gruplardan anlamlı olarak yüksek tespit edildi. Sonuç: Bu çalışma pirfenidon ve pentoksifilinin antiinflamatuvar ve antioksidan mekanizmalar ile priapizm sonrası iskemi reperfüzyon hasarında önleyici role sahip olduğunu göstermiştir. Tek doz dekspantenol tedavisi kontrol grubuna üstünlük kuramamıştır.Öğe Dianthus orientalisin pankreas kanserindeki invazyon ve metastaz etkilerinin in vitro olarak araştırılması(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Sevinç, Burak; Yıldırım, Mehmet AykutAmaç: Pankreas kanseri ileri derece ölümcül bir malign hastalıktır. Pankreas kanseri tedavisinin hastalık evresine bağlı olarak cerrahi teknikler mevcut olup beraberinde birden fazla sistemik tedavi seçenekleri mevcuttur (Mizrahi ve ark. 2020). Hastaların tedavisinde kullanılan sistemik kemoterapötikler kanser hücrelerinin apopitozunu sağlayabilir, proliferasyonunu engelleyebilir, metastatik özelliklerini baskılayabilir veya hücre ölüm yolaklarını uyarararak etki gösterebilmektedir. Pankreas kanserinin tedavisinde hem sentetik hem de bitkisel kaynaklı ilaç araştırmaları halen devam etmektedir. Bununla birlikte neoadjuvan kemoterapide ilaç toksisite veya perioperatif komplikasyonların artışına sebep olma gibi dezavantajları mevcuttur. Pankreas kanserinde adjuvan ve neoadjuvan yeni ajanların çıkması hastalara sunulacak tedaviler için ileri derece önem arz etmektedir. Klinik kullanımda olan ilaçların çoğunluğu bitkisel kaynaklı olup dianthus türleri de içerdiği fenolik bileşikler ile antikanserojen bir ajan olabilecek potansiyele sahiptir. Bununla birlikte literatürde bu bitki ile yapılmış az sayıda veri bulunmaktadır. Bu çalışmada Dianthus orientalis ekstraktının pankreas kanser hücre hattındaki olası antikanser, antiproliferatif ve antimetastatik etkilerinin değerlendirilmesi amaçlandı. Materyal ve Metod: Çalışmada Panc-1 ve BxPC-3 olmak üzere iki farklı pankreas hücre hattı kullandı. Dianthus orientelis ekstraklarının sağlıklı hücrelerdeki etkisinin değerlendirilmesi amacıyla HEK-293 sağlıklı embriyonik böbrek hücre hattı kullanıldı. Çalışma için Dianthus orientalis ekstraklarının uygulanıp uygulanmadığı duruma göre; Panc-1 hücre hattına Dianthus orientalis’in uygulandığı grup DiO-[P+], uygulanmadığı grup DiO-[Pneg], BxPC-3 hücre hattına Dianthus orientalis’in uygulandığı grup DiO- [Bx+], uygulanmadığı grup DiO-[Bxneg] HEK293 hücrelerine DiO ekstraklarının uygulandığı grup DiO-[HEK+] ve uygulanmadığı grup DiO-[HEKneg] olmak üzere gruplar oluşturuldu. Panc-1, BxPC-3 ve HEK-293 hücreleri %10 FBS (Fetal Bovine Serum) ve %1 penisilin/streptomisin (100 μg/ml streptomisin ve 100 U/ml penisilin) içeren DMEM (Dulbecco's Modified Eagle's Mediu) kültürü ortamında T75 flasklarda 37°C ve % 5’lik CO2’li ortamda kültüre edildi. Hücrelerin bu ekstrakta duyarlılığı tetrazolyum indirgenme (MTT) methoduyla analiz edildi. RT-PZR yöntemi ile Bax, Bad, p50, Bak, Apaf-1, Bcl-2, Bcl-XL, Casp6, Casp9, Casp3, Casp12, Casp2, p50, Bak, Apaf-1, MMP7, MMP9, VIM, SNAIL, N-Cadherin, Beta-Catenin, ZEB1, ACTA2, DDR2, SNAI2, SNAI1, PALB2, CHEK2, CDH1, TWIST1 gen ekspresyonları analiz edildi. Bulgular: Çalışmamızda Panc-1 ve Bx-PC3 Pankreas kanseri hücre hattında Dianthus orientalis ekstraktı ile tedavi edilen grupta SNAI1 PALB2 ve CHEK2 ekpsresyonları anlamlı olarak up-regüle idi. Bx-PC3 hücre hattında CHD1 ekspresyonu anlamlı olarak down-regüle idi . Apopitoz analizinde tedavi grubunda kontrol grubuna göre artmış apopitoz oranı görüldü. Sonuçlar: MTT analiz sonucunda göre IC50 dozu 48 saatte 250 μg olarak tespit edildi. Çalışmamız pankreas hücre hattında uygulanılan Dianthus orientalis ekstraktı için invazyon ve metataz üzerine bazı genlerde anlamlı farklılıklar tespit edildi. Proapototik genler ile kaspaz yolağındaki başlatıcı ve efektör kaspaz aktivasyonu sağlayarak apopitoz yolağını aktive ettiğini gösterdi, apopitoz analizindeki kontrole göre artmış apopitoz oranı ekspresyon sonuçlarını da destekler nitelikteydi. Sonuç olarak pankreas kanseri hücresine Dianthus orientalis ektraktının anlamlı antikansoreojen ekinliği gösterilmiştir.Öğe Kolon kanser hücre hattında Dianthus orientalis ekstraktının olası antikanser etkilerinin araştırılması(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Paydaş, Samet; Yıldırım, Mehmet AykutAmaç: Kolon kanserinde adjuvan ve neoadjuvan yeni ajanların ortaya çıkması hastalara sunulacak tedaviler açısından önemlidir. Klinik kullanımda olan ilaçların çoğunluğu bitkisel kaynaklıdır. Dianthus türleride içerdiği fenolik bileşikler ile antikanser ajan olabilecek potansiyelde olmakla birlikte literatürde az sayıda veri bulunmaktadır. Bu noktadan hareketle çalışmada Dianthus orientalis ekstraktının kolon kanser hücre hattındaki olası antikanser etkilerinin değerlendirilmesi amaçlandı. Bu amaçla apopitoz ve kaspaz yolağında rol oynayan gen ekspresyonlarındaki değişikliklerin belirlenmesi amaçlandı. Materyal ve Metod: Dianthus orientalis ekstraktı hazır toz halinde temin edildi. Ekstraktlar hekzan, diklorometan (DCM), etil asetat (EA), ethanol (EtOH), ethanol/su (%70) ve su gibi farklı çözücülerde hazırlandı. Bitki ekstraktlarının kimyasal kompozisyon analizleri HPLC-MS tekniği kullanılarak belirlendi. Bu analiz hizmet alımı şeklinde gerçekleştirildi. Çalışmada HT-29 kolon kanser hücre hattı ve kontrol grubu olarak da HEK-293 sağlıklı embriyonik böbrek hücre hattı ile CCD sağlıklı kolon hücre hattı kullanıldı. HT-29 ve HEK-293 hücre hattı temin edilen bu hücreler, %10 FBS (Fetal Bovine Serum) ve %1 penisilin/streptomisin (100 U/ml penisilin ve 100 μg/ml streptomisin) içeren RPMI kültür ortamında flasklarda kültüre ekildi. Hücreler kültür ortamında yeterli sayıya ulaştıktan sonra PBS ile yıkanarak % 0,25 Trypsin-EDTA aracılığıyla enzimatik olarak kültür ortamında kaldırılıp FBS içeren besiyeri ile inaktive edildi. Çalışma için yeterli miktardaki hücreler ile çalışmaya devam edilen diğer hücrelerin %10 dimethyl sulfoxide (DMSO) protokolü ile kriyoprezervasyonu yapılarak -80°C de stoklandı. Çalışmaya devam edilen hücrelerin 37°C ve %5’lik CO2’li ortamda kültüre ekilen, besiyerleri iki günde bir yenilenerek ve yeterli sayıya ulaşana kadar bu işlem tekrar edildi. Yeterli hücre sayısına ulaşılan hücreler yeni kültür ortamlarına alınıp hücre sayımı yapıldı. Sonrasında sitotoksisite analizi, real time polimeraz zincir reaksiyonu ve flow sitometrik analizler yapılarak veriler istatistiksel analize alındı. Bulgular: DiO22 uygulanılan grupta antiapoptotik genler olan Bcl-XL ve Bcl-2 ekspresyonlarında anlamlı olarak azalma tespit edildi. Proapoptotik gen ekspresyonlarında ise Apaf-1, Bax, Bak, p53 ve ATM gen ekspresyonlarında istatistiksel olarak anlamlı artış tespit edildi. DiO23 uygulanılan grupta antiapoptotik genler olan Bcl-XL ve Bcl-2 ekspresyonlarında anlamlı olarak azalma tespit edildi. Proapoptotik gen ekspresyonlarında ise Apaf-1, Bax, Bak, p53 ve ATM gen ekspresyonlarında istatistiksel olarak anlamlı artış tespit edildi. Sonuç: Çalışmamız Dianthus orientalis bitkisine ait iki farklı şekilde hazırlanmış olan DiO22 ve DiO23 ekstraktlarının kolon kanser hücre hattında antiapoptotik genleri baskıladığı görüldü. Proapototik ile kaspaz yolağındaki başlatıcı ve efektör kaspaz gen ekspresyonlarını aktive ettiğini gösterdi. İlave olarak flow sitometrik apopitoz analizindeki DiO22 grubunda erken apopitozda, DiO23 grubunda geç apopitoz oranındaki kontrole göre artmış apopitoz oranı gen ekspresyon sonuçlarını da destekler nitelikteydi.