Tez Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 65
  • Öğe
    Mitral darlığının ciddiyetinin değerlendirilmesinde akciğer ultrasonografisinin önemi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Aydın, Nergiz; Akıllı, Hakan
    Amaç: Bu çalışmamızda amacımız kardiyoloji kliniğinde takipli olan hafif ve orta-ciddi mitral darlığı (MD) bulunan hastaların rutin kontrolleri sırasında non-invaziv şekilde ekokardiyografik (EKO) olarak ölçülebilen rutin ekokardiyografik parametreler ile birlikte bazal akciğer ultrasonu ve efor testi sonrası bakılan akciğer ultrasonundaki (LUS) B çizgilerinin sayı ve dağılımındaki değişikliğin standart EKO parametreleri dışında MD ciddiyetini değerlendirmede öngördürücü değerinin araştırılması olacaktır. Yöntem: Çalışmaya kliniğimizde takipli 70 MD hastası alındı. MD hastaları hafif ve orta-ciddi MD olmak üzere 2 gruba ayrıldı. Kardiyoloji polikliniğinde muayene olup kalp yetersizliği (KY) ve ek kapak patolojisi olmayan 35 kontrol grubu hasta olmak üzere toplam 105 vaka alındı. Ekokardiyografik değerlendirme konvansiyonel ekokardiyografi yöntemleri ile yapıldı. Efor testi öncesinde hastaların bazal LUS yapıldı, B çizgilerinin sayı ve dağılımı kaydedildi. Efor öncesi kalp hızı ve oksijen saturasyonu kaydedildi. Hastalara bazal kalp hızının %85 ine ulaşacak şekilde efor testi yapıldı. Efor sonrası kalp hızı ve oksijen satürasyonunun ardından EKO ile mitral kapak gradyentleri ve pulmoner arter basıncı tekrar değerlendirildi. Efor sonrası LUS tekrarlanarak B çizgilerinin dağılımı ve sayısı tekrar kaydedildi. Her üç grup arasında efor öncesi ve sonrası B çizgilerinin sayı ve dağılımındaki değişiklikle MD ciddiyeti arasındaki ilişki değerlendirildi. Bulgular: Yaş, cinsiyet, diyabet, hipertansiyon, koroner arter hastalığı (KAH) ve vücut kitle indeksini (BMI) içeren temel demografik özellikler MD ve kontrol grubunda benzerdi. Efor sonrası B çizgilerinin sayısı sağ ve sol hemitoraksta kontrol grubuna göre daha fazla artış gösterdi. [(8 (11,5), 0,5 (3)), p<0,0001; (4(13), 0(2)), p<0,0001]. Her iki hemitoraksta toplam B çizgi sayısı MD grubunda belirgin olarak daha fazla artış gösterdi [14(19,25), 2(4,25); p<0,0001]. MD grubunda B çizgisi sayısındaki artış kontrol grubuna göre anlamlı derecede artış izlendi. Ancak orta-ciddi MD ve hafif MD grupları arasında anlamlı farklılık izlenmedi. [(9(12), 7(10,5), 0(1); p<0,001) ; (10,5(24,7), 4 (9,5) , 0 (1); p<0,001)]. Orta-ciddi MD grubunda semptomatik olan hastalarda asemptomatiklere göre B çizgisi sayısı hem efor öncesinde hem de efor sonrasında anlamlı olarak daha fazla izlendi [(11(42), 5(10); p:0,02 ); (45(92), 12(21); p:0,002)]. Sol hemitoraksta yapılan değerlendirmede efor öncesi ve sonrası >3 B çizgisi sayısı farkı bulunması %85,7 sensitivite (%95 GA %57,2-98,2), %66,2 spesifite (%95 GA %55,5-76,0) ile mitral balon valvüloplastiyi (MBVP) öngördürmektedir. Pozitif prediktif değeri % 28,6 (%95 GA 21,8- 36,5), negatif prediktif değeri %96,7 (%95 GA 89-99,1) dır. AUC: 0,69 (%95 GA 0,59-0,78) p:0,006. Sonuç: Eforla birlikte B çizgi sayısındaki artış MD grubunda kontrol grubuna göre daha fazla izlendi. Ancak artış kapak ciddiyeti ile korelasyon göstermedi. Orta-ciddi MD grubunda ise semptomatik olanlarda asemptomatiklere göre B çizgisi sayısı hem efor öncesi hem de efor sonrası belirgin olarak daha yüksek izlendi. Çalışmamız LUS’un MD si bulunan hastaların takibinde ve girişim zamanının değerlendirilmesinde tamamlayıcı rol alması açısından önem arz etmektedir.
  • Öğe
    Akut pulmoner embolide EPAS-1'in tanısal ve prognostik önemi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2023) Şahin, Ahmet Taha; İçli, Abdullah
    Amaç: Bu çalışmadaki amacımız pulmoner tromboemboli hastalarında başvuru anında bakılan laboratuvar parametreleri ve skorlama sistemlerine ek olarak hipoksi ile artışı kanıtlanan bir biyomarker olan EPAS-1 düzeylerinin tanı anında ve tedavi sonrasında değişimlerini ortaya koymaktır. Yöntem: Çalışmamıza Kardiyoloji kliniğinde takip edilen tanı konulmuş 60 adet pulmoner emboli hastası ve Kardiyoloji polikliniğine muayene olup pulmoner embolisi olmayan benzer demografik özelliklere sahip 60 adet kontrol grubu dahil edilmiştir. Hastalara başvuru anında belirlenen laboratuar parametreleri bakılmış, elektrokardiyografik, ekokardiyografik ölçümleri kaydedilmiştir. Ayrıca pulmoner emboli risk ve şiddet skorlamaları uygulanmış buna ek olarak EPAS-1 düzeyleri çalışılmıştır. Tedavi yanıtını belirlemek için 3 gün sonra EPAS-1 düzeylerinin kontrolü yapılmış ve kontrol grubu ile karşılaştırılmıştır. Bulgular: Her iki grup arasında demografik özellikler, hipertansiyon, diyabetes mellitus, koroner arter hastalığı ve akciğer hastalığı açısından fark yoktu. EPAS-1 düzeyleri tanı anında kontrol grubuna kıyasla daha yüksek bulundu ((3,6±1,42/1,57±0,45), p<0.001). Hasta grubunda PESI şiddet skoru ve risk skoru ile istatistiksel anlamlı şekilde pozitif yönde korelasyon gösterdi. EPAS-1 düzeylerinin hastaların tedavileri ile gerilediği ve tedavi çeşitlerine göre düşme eğilimlerinin farklı olduğu gösterildi. Exitus olan hastalarda ise tedaviye rağmen EPAS-1 düzeylerinin artmaya devam ettiği gösterildi (p:0.014) Sonuç: Pulmoner tromboemboli hastalarında halen tanı koydurucu veya dışlama kriteri olarak kullanılabilecek bir biyomarker bulunmamaktadır. EPAS-1 düzeylerinin pulmoner emboli hastalarında tanı anında yükseldiği tespit edilmiş, medikal tedavi başarısı sonrasında düşüşü gösterilmiştir. Çalışmamız, pulmoner emboli hastalarında skorlama sistemleri ve diğer kullanılan laboratuar parametreleri ile anlamlı ve korele seyreden EPAS-1 seviyelerinin, hastalığın tanı sürecinde öngördürücü bir değer olarak kullanılabilmesi ve tedavi yanıtının değerlendirilmesinde tamamlayıcı bir rol alması açısından önem arz etmektedir.
  • Öğe
    Koroner ektazisi ile trimethylamine n-oxide arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2022) Sarı, Hasan; Düzenli, Mehmet Akif
    Amaç: Bu çalışmadaki amacımız bağırsakta bulunan mikrobiyotanın konakçı tarafından besinlerle alınan betain, kolin ve betainden trimetilamin sentezlemesi sonrası konakçı tarafından trimetilamin-N-okside dönüştürülmesi ve bu oluşan metabolitin koroner ektazi üzerine etkisi araştırmaktır. Yöntem: Ç alış mamıza merkezimiz kardiyoloji kliniğ indestabil anjinapektoris tanısı ile koroner anjiografi yapılan ve izole koroner arter ektazisi (KAE) saptanan 81 hasta ve obstrüksiyona neden olacak aterskleroz, koroner arter anevrizma/ektazisi ve diseksiyon gibi patolojik koroner anatomiye sahip olmayan (normal koroner anatomi) 74 vaka kontrol grubu olarak alındı. Hastaların demografik ö zellikleri, laboratuar bulguları ve bazal EKG (elektrokardiyografi) bulguları karşılaştırıldı. Tüm vakalardan alınan rutin tetkiklerinin yanında trimetilamin-N-oksid (TMAO)plazma düzeyleri ölçülerek karşılaştırıldı. Ayrıca tüm vakalar ekokadiyografik değerlendirme olarak ejeksiyon fraksiyonu (EF), sol ventrikül diyastol sonuçap (LVEDD), sol ventrikül sistol sonu çap (LVESD) ve sol atriyum (LA) çapı karşılaştırıldı. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen ektazik koronere sahip hastaların 50 (%61.7)’si erkek ve 31 (%38.3)’i kadın hasta idi. Çalışmadaki popülasyonun yaş ortalaması56.52±10 iken hasta grubunun 56±10, kontrol grubununki ise 57±10 olarak ölçüldü. Bunun yanında çalışma grubunun her iki kolunda yer alan diyabetis mellitus, hipertansiyon, hiperlipidemi ve sigara öyküsünü içeren temel demografik özellikler açısından anlamlı fark izlenmedi. Koroner ektazi grubunda TMAO seviyesi (0.649/0.527μM, p:0.02) ve LA çapı (36.6±4/34.8±5mm, p:0.021) kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı yüksek saptandı. Sonuç: Çalışmamızda plazmadan çalışılarak elde edilen mikrobiyota metaboliti olan TMAO, KAE’si olan hastalarda kontrol grubuna göre istatistiksel olarak artmış izlendi. Ayrıca KAE grubunda LA boyutlarında remodeling meydana gelmiş olup LA çapı KAE grubunda istatistiksel olarak anlamlı artmış izlendi. Bunun yanında her iki grupta bakılan temel ekokardiyografik değer olan EF, LVEDD, LVESD, sistolikpulmoner arter basıncı (sPAB) arasında anlamlı fark izlenmemiştir. Bu bilgiler ışığında TMAO; koroner arter hastalığı (KAH) ve KAE’de olduğu gibi birçok endotelyal hastalık patofizyolojisinde yer alabileceğini düşündürmektedir. Ayrıca KAE, LV diastolik fonksiyonlarda bozulmalara ve LA’ da remodelinge neden olarak yapısal kalp hastalığına neden olabilmektedir.
  • Öğe
    Sağ koroner arter morfolojisinin aterosklerotik belirteçler ve kardiyak diyastolik fonksiyonlar ile ilişkisi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2022) İnan, Zeynel; Alsancak, Yakup
    Çalışmamızda sağ koroner arter (RCA) morfolojisinin, karotis intima-media kalınlığı (KİMK), arteriyel sertlik ve epikardiyal yağ dokusu kalınlığı (EYDK) gibi aterosklerotik belirteçler ve mitral inflow akım hızı ile mitral annulus akım hızı gibi kardiyak diyastolik fonksiyonlar ile ilişkisini araştırmayı amaçladık. Yöntem: Çalışmaya kliniğimizde koroner anjiyografi yapılan ve obstrüktif koroner arter hastalığı saptanmayan 111 hasta alındı. Hastalar, RCA morfolojileri incelenerek 58 adet C-şekilli RCA ve 53 adet sigma-şekilli RCA' ya sahip hasta olmak üzere iki gruba ayrıldı. Ekokardiyografik değerlendirme konvansiyonel ekokardiyografi yöntemleri ve doku doppler görüntüleme ile yapıldı. EYDK ekokardiyografi ile değerlendirildi. KİMK B-mod ultrasonografi ile değerlendirildi. Arteriyel sertlik, osilometrik metotla ölçüm yapan PWA (nabız dalga analizi) monitör kullanılarak elde edilen parametrelerle değerlendirildi. C-şekilli RCA ile sigma-şekilli RCA grubu; demografik özellikler, klinik bulgular, temel laboratuvar parametreleri, arteriyel sertlik parametreleri, KİMK, EYDK, mitral inflow ve mitral annulus akım hızlarını da içeren ekokardiyografik bulgular açısından karşılaştırıldı. Bulgular: Çalışmaya dahil olan hastaların yaş ortalaması 57,82 olup, hastaların %52,30'u kadın ve %47,70'i erkeklerden oluşmaktaydı. C-şekilli RCA grubunda EYDK (p=0,001), KİMK (p=0,005) ve arteriyel sertliğe yönelik parametrelerden nabız dalga hızı (PWV) (p=0,005), sigma-şekilli RCA grubuna kıyasla istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek saptandı. Mitral inflow akım hızı ile mitral annulus akım hızı gibi diyastolik fonksiyon parametreleri ise her iki grupta benzer saptandı. Sonuç: C-şekilli RCA sigma-şekilli RCA' ya kıyasla EYDK, KİMK ve arteriyel sertlik gibi aterosklerotik belirteçlerle daha yakın ilişkilidir. Dolayısıyla C-şekilli RCA ateroskleroza yatkınlık oluşturan bir vasküler fenotip ve RCA morfolojisi bir geometrik risk faktörü olarak değerlendirilebilir. Ayrıca RCA morfolojisinin mitral inflow akım hızı ve mitral annulus akım hızı gibi kardiyak diyastolik fonksiyonlar üzerine etkisi bulunmamaktadır. Anahtar Kelimeler: C-şekilli RCA, sigma-şekilli RCA, karotis intima-media kalınlığı, epikardiyal yağ dokusu kalınlığı, arteriyel sertlik
  • Öğe
    Korunmuş ejeksiyon fraksiyonlu kalp yetmezliği hastalarında sistemik ve pulmoner arteriyel sertlik parametrelerinin, HFPEF skorları (H2FPEF, HFA-PEFF) ve diyastolik disfonksiyon parametreleriyle olan ilişkisi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2021) Yavuz, Yunus Emre; Soylu, Ahmet
    Amaç: Bu çalışmadaki amacımız HFpEF hastalarının rutin kontrolleri esnasında non-invaziv şekilde ekokardiyografik olarak ölçülebilen pulmoner pulse wave transit time (pPTT), pulmoner arteryel sertlik (PAS) ve tansiyon holter cihazıyla bakılabilen aortik sertliğe yönelik parametrelerin; HFpEF skorlamaları (H2FPEF, HFA-PEFF), bu skorlamalar kılavuzluğunda tanı konan HFpEF hastaları ve diyastolik disfonksiyon ile olan ilişkisini ortaya koymaktır. Yöntem: Çalışmamıza merkezimiz kardiyoloji kliniğinde takipli klinik, laboratuvar ve ekokardiyografik olarak tanı konmuş 52 HFpEF hastası ve Kardiyoloji polikliniğine muayene olup kalp yetmezliği olmayan 49 adet kontrol grubu hasta olmak üzere toplam 101 vaka alındı. Ekokardiyografi ile değerlendirme konvansiyonel ekokardiyografi, doku doppler görüntüleme, strain görüntüleme yöntemleriyle yapıldı. HFpEF tanısını destekleyen diyastolik parametreler ve pulmoner arteryel sertliğe yönelik ekokardiyografik parametreler hesaplandı. Aort sertliğine yönelik değerlendirme PWA monitörle yapıldı. Hastaların demografik özellikleri, laboratuar bulguları, pulmoner arteryel parametreleri de içeren ekokardiyografi bulguları ve aort sertliğine yönelik sonuçları kontrol grubuyla karşılaştırıldı. Bulgular: Yaş, cinsiyet, diyabet, hipertansiyon, hiperlipidemi, koroner arter hastalığı ve sigara öyküsünü içeren temel özellikler HFpEF ve kontrol grubu arasında benzerdi. PAS, HFpEF grubunda kontrol grubuna kıyasla daha yüksek (18.4(15.7-21.8) / 14.2(13-16.3),
  • Öğe
    Akut inferiyor miyokard infarktüsünde elektrokardiyografinin anjiyografik bulgularla ilişkisi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 1999) Uluca, Yavuz; Özdemir, Kurtuluş
    Akut inferiyor miyokard infarktüsü (MÎ) ile gelen hastalarda sol ventrikül fonksiyonları, tutulan damar sayısı ve infarkttan sorumlu arteri tespit etmede elektrokardiyografinin (EKG) değerini araştırmak amacıyla bu çalışmayı planladık. Materyal ve Metod : Tipik göğüs ağrısının başlangıcından itibaren ilk altı saatte gelen, CK-MB değeri normalin en az iki katı olan ve EKG 'de inferiyor derivasyonlann en az iki tanesinde lmm ve üzeri ST segment yüksekliği bulunan 168 hasta (137 erkek, 31 kadın) çalışmaya alındı. EKG'de J noktasından itibaren en az 80 msn süren 0.5 mm ve üzerindeki tüm ST segment değişiklikleri kaydedildi. Ayrıca EKG'de sol ön hemiblok (LAHB) ve QRS distorsiyonu da araştırıldı. Kabulden sonraki ilk iki hafta içinde tüm vakalara koroner anjiyografi (KAG) uygulandı. KAG'de infarkttan sorumlu arter (İSA), sol ventrikül (LV) ejeksiyon fraksiyonu (EF) ve LV segmenter duvar hareket indeksi belirlendi. Bulgular : KAG'de İSA 118 hastada sağ koroner arter (RCA), 41 hastada da sol circumflex arter (LCX) olarak tespit edildi. EKG'de aVL'de DPden daha fazla ST çökmesi (A kriteri) veya DlII'de DIFdeıı daha fazla ST yükselmesi (B kriteri) RCA'nın İSA olmasını belirleme yönünden oldukça sensitif bulundu (sırasıyla % 92, %96 ). QRS distorsiyonun İSA'nın RCA olduğunu tespit etmede en spesifısik parametre olduğu bulundu (% 78). B kriteri ve QRS distorsiyonunun birlikte bulunmaları halinde ise İSA RCA için spesifisite %93 olarak belirlendi. QRS distorsiyonu ve yeni gelişen LAHB varlığı, LV fonksiyonları ile ilişkili bulundu. LAHB gelişenlerde (23 hasta) LVEF LAHB gelişmeyenlere göre düşük bulundu (% 51'e karşın % 56, p=0.04). Ayrıca LAHB gelişenlerde LAD tutulumu daha sık gözlendi (pO.001). QRS distorsiyonu bulunan grupta da (83 hasta) LVEF daha düşük bulundu. (% 50'ye karşın % 59, pO.001). Buna paralel olarak QRS distorsiyonu bulunan grupta LV duvar hareket indeksi ise yüksek bulundu (1.69'a karşın 1.48, p<0.001). Sonuç olarak; noninvaziv, değerli bir test olan EKG ile çalışmamızda belirtilen özgün değişikliklerin değerlendirilmesi hastanın takip ve tedavisinde yol gösterici olabilir. 4SAnahtar Kelimeler : Elektrokardiyografi, inferiyor miyokard infarktüsü, koroner anjiyografi
  • Öğe
    Sık yapılan perkutan koroner girişimler ile sessiz beyin hasarı arasındaki ilişki
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2009) Turan, Yaşar; Ülgen, M. Sıddık
    Perkutan koroner girişimlerde sessiz beyin hasarı ile ilgili yapılan çalışmalarda nörolojik komplikasyon riskinin tahmin edilenden daha fazla olduğu görülmüştür. Serebral hasarı değerlendirmede S100B ve NSE son yıllarda sıkça araştırılan belirteçlerdir. Biz bu çalışmada perkutan koroner işlemler ile NSE ve S100B arasındaki ilişkiyi ve bunu etkileyen faktörleri tespit etmeyi amaçladık.Materyal-metod: Çalışmaya PKG uygulanan 160 hasta alındı. Hastalardan işlem öncesi rutin olarak bakılan laboratuvar parametreleri yanında NSE ve S100B çalışılması amacıyla kan örnekleri alındı. Yapılan işlemin tipi, süresi, işlem sayısı ve uygulanan medikal tedaviler kaydedildi. İşlem sonrası 24.saatte NSE ve S100B çalışılmak üzere ikinci kan örnekleri alındı.Bulgular: NSE değişimleri ile işlem süresi (p<0.01), total kolesterol, trigliserit, HDL ve LDL düzeyleri arasında anlamlı ilişki mevcuttu (p<0.01). HT olanlarda ve işlem sırasında heparin almayan hastalarda S100B anlamlı olarak daha fazla artıyordu (sırasıyla p=0.025, p=0.017). S100B değişimi ile total kolesterol, trigliserit, HDL ve LDL seviyeleri arasında anlamlı ilişki mevcuttu (p<0.01). Yaş, total kolesterol / HDL oranı ve işlem süresi NSE (sırasıyla p=0.02, p<0.01, p<0.01), HT ve total kolesterol / HDL oranı ise S100B değişimini etkileyen bağımsız değişkenler olarak tespit edildi (sırasıyla p=0.027, p<0.01).Sonuç: Çalışmamızda PKG işlemi uygulanan hastalarda işlem süresi, yaş, HT, hiperlipidemi ve işlem sırasında heparin uygulanmaması ile beyin hasarını gösteren NSE ve S100B belirteçleri arasında anlamlı ilişki tespit edilmiştir.Anahtar kelimeler: Perkutan koroner girişim, NSE, S100B, sessiz beyin hasarı.
  • Öğe
    Akut koroner olaylarda endotelinin rolü
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 1997) Tokaç, Mehmet; Gök, Hasan
    Bu prospektif klinik çalışmada; AMI ve UAP'lı hastalarda, atheroskleroz ve akut koroner iskemik olayların fizyopatolojisinde önemli rol oynadığı düşünülen ETlerin, akut olay esnasındaki plazma düzeylerinin tesbiti ve farkh yöntemlerle tedavi edilen hastalarda plazma ET düzeylerinin zaman içindeki seyrinin takibi amaçlandı. Çalışmaya klinik, biyokimyasal ve elektrokardiyografik olarak AMI tanısı konmuş 20 hastanın, çeşidi nedenlerle trombolitik tedavi yapılamayan 10 tanesi iskemi grubu ve trombolitik tedavi yapılan 10 tanesi ise farmakolojik reperfüzyon grubu olarak alındı. Yeni başlayan angina progresif angina ve postmiyokard infarktüs angina nedeniyle selektif koroner anjiografileri yapılan ve PTCA karan alınan 11 hasta girişimsel reperfüzyon grubu olarak alındı. Çalışmaya alınan tüm olguların CPK, CK-MB, SGOT, LDH enzimlerinin günlük takibi yapıldı. Total kolesterol, LDL, HDL, trigliserid düzeyleri tesbit edildi. Ekokardiyografi ve/veya ventrikülografi ile EF'leri tesbit edildi, îskemi grubunda hastaneye kabulde, 1. saatte ve 7. saatte, farmakolojik reperfüzyon grubunda kabulde, trombolitik tedavi bitiminde 15 dakika sonra ve 7. saatte, plazma ETı düzeyleri için kan örneği alındı, Girişimsel reperfüzyon grubunda ise işlem öncesi, işlemden 15 dakika sonra ve 7. saatte plazma ETı düzeyleri için kan örneği alındı. İskemi grubundaki 10 olgudan 2'si (%20) kadın, 8'i (%80) erkek ve yaş ortalamaları 61.3±12.4 yıl idi. Farmakolojik reperfüzyon grubundaki 10 olgudan biri (%10) kadın, 9'u (%90) erkek ve yaş ortalamaları 51.4±8.7 yıldı. Girişimsel reperfüzyon grubundaki 11 olgudan biri (%9.1) kadın, 10'u (%90.9) erkek ve yaş ortalamaları 53.5±11.5 yıl idi. Olgular arasında yaş, cinsiyet, EF, T Kol, trigliserid açısından bir fark yoktu. Enzimlerin karşılaştırılmasında, sadece CK-MB düzeyleri karşılaştırıldı. İskemi ve farmakolojik reperfüzyon gruplarında, girişimsel reperfüzyon grubuna göre CK-MB düzeyleri istatistiksel açıdan anlamlı olarak (p<0.0001) yüksekti. İlk alınan ETı düzeyleri yönünden gruplar arasında bir fark yoktu. 2. ETı düzeylerinde ise iskemi grubu ile farmakolojik reperfüzyon grubu arasında fark yokken, iskemi ve 41farmakolojik reperfüzyon grublannda girişimsel reperfüzyon grubuna göre anlamlı olarak (p<0.05) (p<0.01) yüksekti. 3. ETı değerleri yönünden farmakolojik ve girişimsel reperfüzyon grublan arasında fark yokken, iskemi grubunda hem farmakolojik (p<0.02) ve nemde girişimsel reperfüzyon (p<0.01) grubundan anlamlı yüksek bulundu. L, 2. ve 3. ETı değerleri iskemi grubunda anlamlı olarak artmış bulunurken (p<0.01) ve (p<0.01), farmakolojik reperfüzyon grubunda 2. ETı değeri 1. ve 3. ETı değerlerinden anlamlı olarak yüksekti (p<0.05) ve (p<0.05) ve 1. ve 3. ETı değerleri arasında anlamılı farklılık yoktu. Girişimsel reperfüzyon grubunda 1., 2. ve 3. ET] değerleri anlamlı olarak (p<0.01), (p<0.05) azalmıştı. Sonuç olarak; iskemi grubunda ETı değerleri düzenli şekilde artarken, girişimsel reperfüzyon grubunda azamaktadır. Farmakolojik reperfüzyon grubunda ise reperfüzyondan hemen sonra ETı düzeylerinde artış görülürken, 7. saatte anlamlı azalma gözlenmektedir. Literatürdeki normal değerlere, göre akut iskemik koroner olaylarda plazma ETı düzeyleri anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Reperfüzyon sağlanamayan olgularda, ET yükselişi devam ederken reperfüzyon sağlanan olgularda hızlı bir düşüş saptanmaktadır.
  • Öğe
    Sağ ventrikül infarktüsü düşünülen inferior miyokard infarktüsü vakalarında subkostal m-mode ekokardiografi ile sağ atrium arka duvar hareketlerinin incelenmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 1987) Telli, H. Hüseyin; Özenci, Metin
    19B5-.19B6 yılları arasınala, kliniğimiz ktaroner bakım ünitesi ne yatırılıp tedavi edilen, 10 erkek hasta araştırıldı. Hastal«nn hep sinin rutin alarak elektrekardiagraf ileri ve V3R.V4R derivasyanları çekildi. 11, 111, aVF de ST segment yükselmesi, V3R,V4R da q dalgaları mevcutlu. tkukardiagrafik elarakda, subkastal bölgeden, saf*j atrium arka duvarı bulundu, Sag atriumda sistalü yansıtan (A)elalgası bulu narak, boyu cm biriminden kayıt edildi. (A) dalga boyu ortalaması 1.81 cm bulundu. Aynı anda kel vena basınçları ölçüldü. Ortalaması 23.45 cmH2Ü alarak bulundu. Bulunan bu iki dfiÇer arasında istatiksel a lamlı ilişki bulundu. fp ^0.01 ) Aynı çalışma 10 narmal kentrol grubundada yapıldı. (A) dalga bay yu «rtalaması 1.74 cm, kal vena baaınç ortalaması. ise 14.35 cmH20 bulunmuştur. Bulunun bu iki deÇer arasında, istatiksel alarak anlam lı bir ilişki bulunmadı. (P y 0.05 ) Her iki grubun, (A) dalga bayları karşılaştırılmış ve anlamlı bir senuç bulunamamıştır. (t : 0.07 ) Saf} ventrikül inf arktüslerini teşhis etmede, direk olarak fayda lı olamıyacagı, ancak, kal vena basıncı ve (A) dalga bayu birlikte değerlendirilirse, teşhia'e katkıda alabileceği tesbit edildi.
  • Öğe
    Tip 2 diyabetes mellituslu hastalarda kardiyovasküler otonom nöropati sıklığı ve bununla ilişkili risk faktörlerinin belirlenmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2011) Tekinalp, Mehmet; Soylu, Ahmet
    Tip 2 DM?li hastalarda KVONP sıklığını, KVONP risk faktörlerini ve bu risk faktörlerinin KVONP?un progresyonu ile ilişkisini araştırmayı amaçladık.Materyal ve Metod: Çalışmamız normotansif tip 2 DM tanısı olan, yaşları 32 ile 64 arasında değişen (ort. 49.20 ± 7.44 yıl), 38?i (%63.3) kadın, 22?si (%36.7) erkek olmak üzere toplam 60 hastanın dahil edildiği gözlemsel bir çalışmadır. Tüm hastalara başvuruda ve birinci yıl sonunda standart Ewing Battery testleri (derin solunum, Valsalva manevrası, 30:15 oranı, ayağa kalkmaya ve handgribe kan basıncı yanıtı) uygulandı. Test sonuçları bir skorlama sistemi kullanılarak ifade edildi. Test sonuçlarına göre KVONP yok (0-0.5 skor) ve KVONP var (1-5 skor) olarak sınıflandırıldı.Bulgular: Çalışmamızda başlangıçta KVONP prevalansı % 78.3 iken, birinci yılın sonunda % 70?e gerilerken (P=0.245), Ewing skoru toplamı 1.50 (1.00-2.50)?dan 1.00 (0.50-2.00)?e geriledi (P=0.035). KVONP grubunda başvuruda hastaların yaşı daha ileriydi ve 12.ayın sonunda sistolik kan basıncı (SKB) daha yüksekti (sırasıyla P=0.037, P=0.039). KVONP, yaş ve SKB?dan, anlamlılığa yakın olarak da statin kullanımının azlığından etkilenmekteydi (sırasıyla B=0.12, P=0.015; B=0.09, P=0.007; B= -1.83, P=0.052). Ewing skoru SKB ile anlamlı (r=0.38, P=0.034), yaş, diyabet süresi ve HbA1c ile anlamlılığa yakın koreleydi (sırasıyla r=0.25, P=0.062; r=0.24, P=0.063; r=0.24, P=0.071). Ewing skorundaki değişimle sadece total kolesteroldeki azalmanın anlamlı olduğu görüldü (B=0.26, P=0.047).Sonuç: Yaş, SKB ve total kolesterol seviyeleri tip 2 DM hastalarında KVONP ile ilişkili olabilir. Statinler KVONP tedavisinde umut vaat edebilir. Bu konuda farklı şekilde dizayn edilmiş ileri çalışmalara ihtiyaç vardır
  • Öğe
    Sistemik lupus eritematosus olgularında karaciğerde immun kompleks birikimi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 1989) Tavlı, Talat
    Bu çalışmada, SLE ' 1 i olgularımızdaki karaciğer biopsilerinde immünkompleks birikimi ve histopatolojik olarak görülen değişiklikleri çeşitli parametreler ile iliskileri değerlendirilmistir. Çalışma grubumuz 19'u kadın, 2'si erkek 21 hastadan oluşmuştur. Bir olguda SLE ile birlikte RA tesbit edilmiştir. Olguların karaciğer biopsilerinin If incelenmesinde %19 periferik ve granüler IgG birikimi saptanmıştır. Histopatolojik incelemede ise %62 NRH,%28.5 hidropik dejeneresan ve %19 steatos saptanmıstir. Karaciğerdeki patolojilerin, klinik ve laboratuar bulguları ile arasın da ilişki saptanamamıştır.
  • Öğe
    Kalp yetmezliği hastalarında diyastolik global longitudinal strain rate mortalite, rehospitalizasyon ve yatış süresi ile ilişkili midir?
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2020) Tatar, Sefa; Arıbaş, Alpay
    Çalışmamızın amacı, ejeksiyon fraksiyonu düşük olan kalp yetmezliği hastalarında diyastolik global longitudinal strain rate' in mortalite, rehospitalizasyon ve yatış süresiyle olan ilişkisinin araştırılmasıdır. Yöntem: Hastanemiz kardiyoloji kliniğinde yatan EF ≤ %40 olan ve New York Heart Association sınıf 3 ve 4 semptomları olan 116 hastanın yatışının ilk 24 saatinde klinik, laboratuar ve ekokardiyografik parametrelerine bakıldı. Çalışmaya kalp yetmezliği tanısı olmayan 58 kişi kontrol grubu olarak dahil edildi. Ekokardiyografik ölçümler, doku doppler ve strain rate oranı bakıldı. Standart biyokimyasal ve hematolojik parametrelere ilavaten N-terminal pro-brain natriüretik peptid düzeyine bakıldı. Bulgular: E strain rate ve E/E'SR bir aylık mortalitesi olan hastalarda istatiksel olarak anlamlıydı (p<0.005). Bu parametrelerin hastane içi mortalite ve rehospitalizasyon ile ilişkisi zayıf olup istatiksel olarak anlamlı değildi (p>0.005) Sonuç: Kalp yetmezliği hastalarında E strain rate ve E/E'SR hastalarda prognozu ve mortaliteyi göstermede diğer doku doppler parametrelerine göre üstün bir parametredir.. E/E'SR diğer doku doppler parametrelerine göre üstün olan bir sol ventrikül diyastolik fonksiyon göstergesidir.
  • Öğe
    Akut inferiyor miyokard infarktüsünde sinyal ortalamalı elektrokardiyografi ve risk stratifikasyonunun belirlenmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2000) Tartanoğlu, Okan; Özdemir, Kurtuluş
    Akut inferiyor miyokard infarktüsü (AİMÎ) (Sağ ventrikül miyokard infarktüsü (SğVMİ) olan veya olmayan) ile gelen hastalarda sol ventrikül fonksiyonları, tutulan damar sayısı ve ileride oluşabilecek komplikasyonları tespit etmede sinyal ortalamak elektrokardiyografi (SOEKG)'nin değerini araştırmak amacıyla bu çalışmayı planladık. Materyal ve Metod: Tipik göğüs ağrısının başlangıcından itibaren ilk beş gün içinde gelen, CK-MB değeri normalin en az iki katı veya LDH- Troponin değerleri hala yüksek olan ve EKG' de inferiyor derivasyonların en az iki tanesinde 1 mm ve üzeri ST segment yüksekliği bulunan veya ilgili derivasyonlarda azalmış ST yüksekliği, negatifleşmeye başlayan T dalgası görülen 37 hasta (31 erkek, 6 kadın yaş ortalaması; 58+10 yıl) çalışmaya alındı. İnfarktüs başlangıcından bir hafta sonra 40-250 Hz filtrede alınan geç potansiyel parametrelerinin en az ikisinin anlamlı olması halinde SOEKG pozitif kabul edildi. Hastalar geç potansiyel müspet/menfi oluşuna göre gruplara ayrıldı. Ayrıca SOEKG ile risk stratifıkasyonunu belirlemede kullanılan kalp hızı değişkenliği (KHD), Ekokardiyografı (EKO) parametreleri, koroner anjiyografı bulguları karşılaştırılarak herhangi bir korelasyonun olup olmadığı araştırıldı. EKO ile değerlendirilen vena kava kollaps indeksi (VKKİ) SğVMİ bulunan ve bulunmayan hastalarda tarandı. Kabulden sonraki ilk iki hafta içinde tüm vakalarda Holter monitörizasyonu ile KHD, EKO ile sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonu (SVEF) ve sol ventrikül duvar hareket indeksi, koroner anjiyografı ile de tutulan damar sayısı belirlendi. Bulgular: SOEKG müspet/menfi oluşuna göre 12 hastada (%32) geç potansiyel (+), 25 hastada (%68) ise (-) tespit edildi. SOEKG pozitifliği EKO ile değerlendirilen SVEF ve SV duvar hareket indeksi ile ilişkili bulundu. SVEF, SOEKG (+) olanlarda (-) olanlara göre daha düşük (0.47 ± 0.07'ye 60karşın 0.53 ± 0.06, p= 0.019), buna paralel olarak SV duvar hareket indeksi, daha yüksek (1.8 ± 0.2'ye karşın 1.4 ± 0.3, p= 0.04) saptandı. SOEKG pozitif olan gruptakilerin 10 tanesinde (%83) komplikasyon gelişirken negatif grupta 9 hastada (%36) komplikasyon görüldü. Komplikasyon gelişme sıklığı (+) grupta, (-) gruba göre daha fazla olup istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p= 0.043). Koroner anjiyografı sonuçlarına göre, geç potansiyel müspet olguların tamamında, menfi olanların ise %52' sinde 2 ve/veya 3 koroner arterde önemli tıkayıcı lezyon tespit edildi (p= 0.045). EKO ile değerlendirilen ve SğVMİ tanısında kullanılan VKKİ, elektrokardiyografık olarak SğVMİ bulunan 9 hastada (%24) bulunmayan 28 hastaya (%76) göre belirgin düşük saptandı (0.35 ± 0.1 'e karşın 0.6 ±0.1, p< 0.001). Sonuç olarak; noninvazif, değerli bir test olan SOEKG ve önemli bir tanı metodu olan EKO ile çalışmamızda belirtilen spesifik parametrelerin kullanılması hastaların risk stratifıkasyonunu belirleyip tedavide yol gösterici olabilir. Anahtar Kelimeler: Sinyal ortalamalı elektrokardiyografi, ekokardiyografı, inferiyor miyokard infarktüsü, koroner anjiyografı.
  • Öğe
    Akut kalp yetersizliği ile kardiyoloji yoğun bakım ünitesine yatan hastaların klinik ve demografik özelliklerinin incelenmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2009) Şahin, Sami; Doğan, Umuttan
    AKY ile kardiyoloji yoğun bakımına yatan hastaların klinik ve demografik özelliklerinin incelenmesini amaçladık.Materyal-Metod: Çalışmamıza AKY'ye ait sistemik veya pulmoner konjesyon bulguları olan, sistolik veya diyastolik kalp yetersizliği objektif verilerle gösterilmiş 150 hasta alındı. KY tanısı şüpheli olan hastalar çalışmaya alınmadı. Cinsiyetler arası, yeni gelişen AKY ya da kronik zeminde ADKY hastalarda ve sistolik fonksiyon bozukluğu olan ya da olmayan hastalar arasında klinik özellikleri karşılaştırıldı.İstatistiksel analizler SPSS 15.0 analiz programı ile yapıldı. Sürekli değişkenler ortalama±standart sapma şeklinde ifade edildi. Gruplar arasında sürekli değişkenler ile ilgili farklılıkların varlığı student t testi ile kategorik değişkenler arasında farklılık olup olmadığı ise Ki-kare testi ile araştırıldı. 0,05'in altındaki p değerleri istatistiksel bakımdan anlamlı olarak değerlendirildi.Bulgular: Çalışmaya AKY semptom ve bulgularıyla başvuran 78'i erkek 72'si kadın toplam 150 hasta alındı. Çalışmaya alınan hastaların yaş ortalaması 67±12 idi. Kadınların VKİ erkeklere göre daha yüksekti. HT altta yatan en sık temel kardiyovasküler risk faktörü (%57,3) olarak tespit edildi. HT sıklığı kadınlarda erkeklere oranla daha yüksek idi. DM sıklığı kadınlarda daha yüksek olma eğilimindeydi, ancak bu fark istatiksel anlamlılığa ulaşmadı. Sigara kullanım oranı erkeklerde daha yüksek idi. Eşlik eden kalp hastalıkları bakımından değerlendirme yapıldığında yapısal kapak hastalığı ve AF kadınlarda, KAH ve Mİ öyküsünün ise erkeklerde daha sık görüldüğü tespit edildi. Ortalama SVEF kadınlarda erkeklere göre anlamlı derecede daha fazla, sistolik fonsiyon bozukluğu (EF<%45) daha az olarak saptandı.Yüksek ventrikül cevaplı AF'nin ve yapısal kapak hastalığının tetiklediği AKY olguları kadınlarda daha fazla idi. Erkeklerde kronik zeminde ADKY ile başvuran olgu oranı, yeni gelişen KY'ye göre anlamlı derecede yüksek oranda izlendi. Yeni gelişen KY ile başvuran hastalarda SVEF ortalaması kronik zeminde ADKY olgularına göre daha yüksekti. Her iki grup arasında risk faktörleri karşılaştırıldığında KAH , Mİ öyküsü ve KOAH sıklıkları kronik zeminde ADKY grubunda anlamlı düzeyde yüksek izlendi. Presipite edici faktörler yönünden değerlendirme yapıldığında AKS ve iskemik MY'ye ikincil gelişen AKY oranlarının yeni gelişen KY grubunda , infeksiyona ikincil gelişen AKY oranlarının kronik zeminde ADKY grubunda anlamlı derecede yüksek olduğu görülmüştür Çalışmaya alınan hastalardan 112'sinde sistolik foksiyon bozukluğu (SFB) 38'inde ise korunmuş EF (KEF) tespit edildi.Risk faktörleri ve altta yatan hastalıklar değerlendirildiğinde HT sıklığının KEF'li hasta grubunda, KAH'ın ise SFB'li hasta grubunda yüksek olduğu saptandı. Tetikleyici faktörlere bakıldığında AF'nin ve yapısal kapak hastalığının tetiklediği AKY oranlarının KEF' li hasta grubunda daha yüksek olduğu tespit edildi.Sonuç: AKY ile başvuran hastaların klinik özelliklerinin cinsiyete, sistolik fonksiyonların korunup korunmamasına veya başvuru şeklinin yeni gelişen veya kronik zeminde olup olmamasına bağlı olarak önemli farklılıklar gösterdiğini tespit ettik. Bu değişikliklerin genel olarak AKY ile ilgili yapılan geniş ölçekli epidemiyolojik veriler ile paralellik gösterdiği sonucuna vardık.Bu veriler doğrultusunda AKY nedeni ile yoğun bakıma başvuran hastaların değerlendirilmesi ve tedavileri hastaların demografik ve klinik özellikleri göz önünde bulundurularak yapılmalıdır.
  • Öğe
    Aort yetmezliğinin derecelendirilmesinde kullanılan ekokardiyografik yöntemlerin birbirleriyle korelasyonu ve sol ventrikül relaksasyon bozukluğunun bu yöntemler üzerindeki etkisi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2001) Sökmen, Gülizar; Korkut, Bayram
    Aort Yetmezliğinin Derecelendirmesinde Kullanılan Ekokardiyografik Yöntemlerin Birbirleriyle Korelasyonu ve Sol Ventrikül Relaksasyon Bozukluğunun Bu Yöntemler Üzerindeki Etkisi Giriş : Kronik AY'ndc yetmezliğin derecesinin doğru olarak tayin edilmesi klinik takip ve tedavi için oldukça önemlidir. PI İT, JY / LVOT çapı ve RF ölçümü bu amaçla pratikte sık kullanılan kantitalif yöntemlerdendir. LVRB kronik AY'de sıkça karşılaşılan bir durum olup yetmezliğin derecelendirmesinde kullanılan eko parametrelerini etkileyebileceği ileri sürülmüştür. Bu çalışmada AY şiddetini değerlendiren farklı eko yöntemlerinin birbirleriyle korelasyonunu ve LVRB'nun bu yöntemler üzerindeki etkisini araştırmayı amaçladık. Matcryal-mctod : Çalışmaya ekokardiyografik inceleme için başvurup çeşitli derecelerde AY tesbil edilen toplam 38 hasta alındı. Hastalar transmural E / A, EDZ, IVRT ve TDI E / A parametreleri kullanılarak LVRB olan (n=19) ve olmayanlar (n=l9) olmak üzere iki gruba ayrıldı. Tüm hastalarda PUT, RF ve JY / LVOT çapı hesaplandı. Parasternal uzun aks ve apikal beş boşluk pencerelerinden renkli akım ile jet uzunluğu ölçüldü. Bulgular : AY derecelendirmesinde kullanılan kantitalif eko yöntemleri birbirleriyle anlamlı düzeyde korele bulundu. Daha önceki çalışmalarda anjiyograllk AY derecelendirmesi ile korele olmadığı gösterilen jet uzunluklarının bu çalışmada kantitalif yöntemlerle anlamlı derecede korele olduğu görüldü. LVRB, kullanılan tüm parametreleri az çok etkilemekte idi ancak en belirgin etki PUT ve apikal jet uzunluğu üzerinde gözlendi. LVRB'nun etkilemediği RF ile bu iki parametre arasında LVRB (-) olan grupta anlamlı bir korelasyon gözlenirken, LVRB (+) olan grupta anlamlı bir korelasyon tesbit edilemedi. Sonuç : PUT, LVRB olan AY hastalarında yetmezliği doğru derecelendirmek için uygun bir metod değildir. LVRB diğer parametreleri de istatistiksel olarak anlamlı olmasa da değişen derecelerde etkilediği için bu tip olgularda yetmezlik değerlendirilirken mümkün olduğu kadar (âzla metodun kombinasyonunu kullanmak uygundur.
  • Öğe
    Esansiyel hipertansif hastalarda sol ventrikül hipertrofisinin gelişimine ve sol ventrikül geometrik paternlerine aldosteronun etkisi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2003) Soylu, Ahmet; Temizhan, Ahmet
    Sol ventrikül hipertrofisi, hipertansif hastalardaki kardiyovasküler mortalite ve morbidite için bağımsız bir risk faktörüdür ve bu nedenle de sol ventriküldeki büyümeyi başlatan faktörlerin tespit edilmesi çok önemlidir. Bu çalışmada, diğer faktörlerden bağımsız olarak, aldosteronun esansiyel hipertansiyonu olan hastalarda gelişen sol ventrikül hipertrofîsiyle ve sol ventrikülün farklı geometrik şekilleriyle olan ilişkisini araştırmayı amaçladık. Bu amaçla çalışmaya alınan esansiyel hipertansiyonlu 44'ü kadın (yaş ortalaması 51±8 yıl), 39'u erkek (yaş ortalaması 57+10 yıl) toplam 83 hastadan 32'sinde ekokardiyografik sol ventrikül hipertrofisi tespit edildi. Ayrıca hastalar sol ventrikül geometrik şekillenmesine göre gruplandırıldığmda ise, 18 hastanın konsantrik sol ventrikül hipertrofisine, 14 hastanın eksantrik sol ventrikül hipertrofisine, 17 hastanın konsantrik remodelinge ve 34 hastanın ise normal sol ventrikül geometrisine sahip olduğu görüldü. Bütün hastalardan kullanmakta oldukları antihipertansif ilaçlar iki hafta süre ile kesildikten sonra plazma aldosteron düzeyi ve renin aktivitesi ölçümü yapıldı. Plazma aldosteron düzeyi sol ventrikül hipertrofisi olan hastalarda olmayanlara kıyasla istatistiksel anlamlı olarak daha yüksek tespit edilirken (sırasıyla 9,92+6,34ng/dl ve 5,83±3,5ng/dl, p<0.01), plazma renin aktivitesindeki fark istatistiksel anlamlı değildi. Sol ventrikül geometrik şekillenmesine göre gruplar karşılaştırıldığında ise sol ventrikül konsantrik hipertrofisi bulunan hastaların plazma aldosteron düzeylerinin (10,3±5,6ng/dl), normal geometriye sahip hastalardan (5,97±3,9ng/dl) ve konsantrik remodelingi olan hastalardan (5,54±3,2ng/dl) istatistiksel olarak anlamlı yüksek olduğu görüldü (sırasıyla p=0.018, p=0.027). Plazma renin aktiviteleri arasında istatistiksel anlamlı fark yoktu. Sonuç olarak; esansiyel hipertansif hastalarda plazma aldosteron düzeylerinin diğer faktörlerden bağımsız olarak sol ventrikül hipertrofisi ile, özellikle de konsantrik sol ventrikül hipertrofisi ile ilişkili olduğunu düşünmekteyiz.
  • Öğe
    Konya bölgesinde koroner anjiyografi yapılan hastalarda atheroskleroz ve risk faktörlerinin bölgesel dağılımı
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 1998) Sarıgüzel, Mustafa Asım; Telli, Hasan Hüseyin
    Bu retrospektif klinik çalışmada Konya bölgesinde koroner anjiyografı için kliniğimize alınan hastalarda atherosklerotik risk faktörleriyle, klinik tanı, meslek ve anjiyo skorlarının bölgesel dağılımını araştırmayı amaçladık. Çalışma klinik olarak KKH tanısı konularak koroner anjiyografisi yapılan toplam 630 olguda yapıldı. Hastalar yaş, cinsiyet, dislipidemi, kolesterol, trigliserid, LDL, HDL, sigara kullanımı, hipertansiyon, diyabet, heredite gibi atherosklerotik risk faktörleri yönünden değerlendirildikten sonra KKH'ın yaygınlığının bir ölçüsü olan Reardon'un modifıye şiddet skoru hesaplandı ve KKH kantitatif olarak bu skor ile ifade edildi. Çalışmaya 450'sî erkek (%71.4), 180'i kadın (%28.6) ve yaş ortalaması 56.2±9.3 yıl olan, yaş aralığı 20-80 yıl olan toplam 630 olgu alındı. Atherosklerozun yaygınlığı arttıkça trigliserid değerleri de belirgin olarak artış gösterdi. Bu artış 2 damar hastalığı grubunda 1 damar hastalığı grubuna göre anlamlı (p<0.05) bulundu. HDL değerleri diğerlerinin tersine damar tutulumu arttıkça ılımlı bir azalma gösterdi. Bu azalma 3 damar grubunda 1 damar hastalığı grubuna göre anlamlı (p<0.05) idi. Erkeklerde trigliserid değeri, sigara skoru ve oranları 20-49 yaş grubunda, 60 yaş üzeri gruba göre daha yüksek (p<0.05) idi. Sigara kullanımı 50-59 yaş grubunda da 60 yaş üzeri grubuna göre daha fazla (p<0.05) bulundu.Hipertansiyon 60 yaş üzeri grupta gerek 20-49, gerekse 50-59 yaş grubuna göre daha yüksek (p<0.05) bulundu. Kadınlarda HDL düzeyi 7. Bölgede gerek 2. ve 3. ve gerekse 5. Bölgeden anlamlı olarak daha yüksek (p<0.05) bulundu. Kadınlarda 1. Bölge dışında sigara kullanımı yoktu. KKH ile yaş, kolesterol, trigliserid, LDL, HDL ve sigara kullanımı arasında korelasyon bulundu. Sonuç olarak, bölgemizde sigara dışında atherosklerotik risk faktörleri TEKHARF çalışmasındaki gerek Türkiye ortalaması gerekse İç Anadolu için verilen değerlerden daha yüksek bulunmuş ancak, bu konuda yeni çalışmaların yapılması yararlı olacaktır.
  • Öğe
    Akut miyokard infarktüsü tedavisinde aspirine eklenen tiklopidinin kısa ve orta dönem kardiyak olaylar üzerine etkisi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 1999) Salman, Ahmet; Cin, V. Gökhan
    Akut Miyokard İnfarktüsü Tedavisinde Aspirine Eklenen Tiklopidinin Kısa ve Orta Dönem Kardiyak Olaylar Üzerine Etkisi Giriş: Akut Q dalgalı miyokard infarktüsü, akut Q dalgasız miyokard infarktüsü, ka rarsız angina pektoris ve ani iskemik ölümden oluşan akut koroner sendromların patogenezi ortaktır. Akut koroner sendromların fizyopatoloj isindeki temel olay; aterom plağının komplike olması, trombositlerin aktif biçime dönüşmesi ve pıhtı oluşmasıdır. Antitrombositer tedavi, AMÎ geçiren bireylerde sonraki iskemik olayların riskini azaltır. Çalışmalardaki bu fayda aspirin ile ölçülmüştür. Bu klinik prospektif randomize çalışma mızda girşimsel tedavi yapılmayan AMÎ hastalarında aspirine eklenen tiklopidinin kısa ve orta dönem kardiyak olaylar üzerine etkisini belirlemeyi amaçladık Materyal ve Metod: Çalışmaya; tiklopidin grubuna 44, aspirin grubuna 46 olmak ü- zere AMÎ teşhisi konan 90 hasta dahil edildi. Hastalar ortalama 6 ay takip edildi. Primer ve sekonder son noktalar; tekrarlayan angina, kardiyovasküler ölüm, reinfarktüs, konjestif kalp yetmezliği, strok ve revaskülarizasyonu içeriyordu. Bulgular: Son noktalar tiklopidin grubunda üçüncü ve altıncı ayda: tekrarlayan angina 22 (%50) ve 25 (%56,8); reinfarktüs 2 (%4,5) ve 3 (%6,8); kardiyovasküler mortalite 0 (%0) ve 1 (%2,3); konjestif kalp yetmezliği hem 3. hemde 6. ayda 7 (%15,9); toplam reveskülarizasyon ihtiyacı 20 (%45,5) ve 22 (%50) iken, strok hiç görülmedi. As pirin grubunda üçüncü ve altıncı oyda: tekrarlayan angina 20 (%43,5) ve 25 (%54,3); reinfarktüs 5 (%10,9) ve 6 (%13); kardiyovasküler mortalite: 1 (%2,2) ve 3 (%6,5) konjestif kalp yetmezliği: hem 3. hemde 6. ayda 5 (%10,9); toplam reveskülarizasyon ihti yacı 21 (%45,7) ve 22 (%47,8) iken, strok hiç görülmedi Yan etki olarak; tiklopidin gru bunda 2 hastada (%4,5) nötropeni, 2 hastada (%4,5) gastrointestinal sistem intoleransı gö rüldü. Aspirin grubunda ise sadece 2 hastada (%4,3) gastrointestinal sistem intoleransı gö rüldü. Yukarıda sayılan tüm olaylar istatistiksel açıdan anlamlı değildi. Sonuç olarak; Çalışmamızda girişimsel tedavi uygulanmayan AMÎ hastalarında, aspirin ve tiklopidinden oluşan kombine antitrombositer tedavinin prognoz üzerine olumlu etki yaratmadığı, bunun yanında uzun dönemde nötropeni riski gibi reversibl olmakla bir likte yinede kabul edilemez ciddi yan etkiye neden olduğu bulundu. AMÎ hastalarında, aspirine nötropeni riski olmayan klopidogrelin ilave edilmesi düşünülebilirse de, bu teda- 58vinin etkinliğini belirleyen çalışmalar mevcut olmayıp, bu konuda geniş kapsamlı çalış malara ihtiyaç oduğu düşünüldü. Anahtar kelimeler: Tiklopidin, aspirin, antitrombositer tedavi, antitrombositer a- j anlar, akut miyokard infarktüsü, prognoz, kardiyak olaylar.
  • Öğe
    Atriyal fibrilasyon hastalarında respiratuvar mitral Edalga varyasyonunun kardiyoversiyon sonrası sinüs ritmi sağlanmasını öngördürmede rolü
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2017) Saklı, Beyza; Akıllı, Hakan
    Mitral E dalgasının respiratuvar varyasyonunun atriyal fibrilasyonda elektriksel kardiyoversiyonla sinus ritmi sağlanmasında öngördürücü rolü olup olmadığının gösterilmesi Yöntem: Çalışmaya yeni veya eski tanı nonvalvuler AF nedeniyle KV yapılan 58 hasta alındı. İlk değerlendirmede hastalar özgeçmiş, soygeçmiş, demografik özellikler ve AF semptom süreleri açısından sorgulandı. Kullandıkları ilaçlar (hız kontrolü, antiaritmik, antikoagulan ilaçlar) kaydedildi. Kardiyoversiyon öncesi transtorasik ekokardiyografiyle (TTE) hastaların LV ejeksiyon fraksiyonu ( EF), sol ventrikül (LV) sistol ve diyastol sonu çapı, sol atriyum (LA ) çapı, alanı ve hacmi, mitral E dalgası respiratuvar varyasyonu, mitral E dalga akselerasyon zamanı, maksimum ve minimum mitral E dalga velositesi, mitral anulus lateral ve septal Sm, Em velositeleri kaydedildi. Bulgular: Hastaların %77.6'sı (n=45) KV sonrası sinüs ritmi sağlanırken, %22.4'ünde (n=13) AF devam etmekteydi. AF ve sinüs ritmi grupları arasında EYD-S (p=0.891), EYD-D (p=0.289), EF (p=0.408), LV ESD (p=1.000), LV EDD (p=0.991), LA-Çap (p=0.936), LA-Alan (p=0.740), LA-Volüm (p=0.605), mitral E dalgası (max, ekspiryum) (p=0.837), mitral E dalgası (min, expiryum) (p=0.837), mitral E dalgası değişimi (mitral E max ile min farkı) (p=0.141), mitral E dalgası velosite (p=0.898), mitral E dalgası akselerasyon zamanı (p=0.879), lateral Em akselerasyon zamanı (p=0.917), lateral Em velosite (p=0.136), LV Sm velosite (p=0.052), septal Em akselerasyon zamanı (p=0.245), septal Em velosite (p=0.099), septal SM velosite (p=0.122) açısından anlamlı farklılık izlenmedi. Sonuç: Çalışmamızda mitral E dalgasının respiratuvar değişimleri, mitral E dalga velositesi, E dalga akselerasyon zamanı, mitral anüler septal ve medial Sm, Em velositeleri ve Em akselerasyon zamanının ve sol atriyum çapının elektriksel KV başarısının belirleyicisi olmadığı görülmüştür. İleri çalışmalara ihtiyaç vardır.
  • Öğe
    Çölyak hastalarında sistolik ve diyastolik fonksiyonların değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2018) Özer, Sümeyye Fatma; İçli, Abdullah
    Çölyak hastalarında, transtorasik ekokardiyografi ile sol ventrikül sistolik ve diyastolik fonksiyonları ve dolayısıyla subklinik miyokard hasarını değerlendirmeyi amaçladık. Yöntem: Çalışmaya, gastroenteroloji kliniğinde biyopsi ve serolojik testler ile çölyak tanısı kesinleştirilen 60 hasta alındı. Ekokardiyografik değerlendirme konvansiyonel ekokardiyografi yöntemleri, doku doppler görüntüleme ve speckle tracking yöntemi ile yapıldı. Hastalar, demografik özellikler, laboratuvar bulgular, klinik özellikler, sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonu (LVEF), sol ventrikül global londitudinal strain (LV GLS), mitral anüler plan sistolik yer değiştirme (MAPSE), mitral erken diyastolik akım (E) ve mitral geç diyastolik akım (A) hızı, lateral ve septal Em, lateral ve septal E/Em açısından kontrol grup ile kıyaslandı. Bulgular: Çölyak grubunun yaş ortalaması 35 bulundu. Hastaların kadın:erkek oranı 2:1 idi. Çölyak grubunda MAPSE (p<0,001), lateral Em (p<0,001) ve LV GLS (p=0,002), kontrol grubuna kıyasla anlamlı olarak düşük bulundu. Lateral E/Em ise anlamlı yüksek tespit edildi (p<0,001). Mitral E ve A hızları karşılaştırıldığında anlamlı farklılık bulunamadı (p=0,450 ve p=0,189). Sonuç: Çalışmamızda, çölyak hastalarında subklinik miyokard hasarının doku doppler ve strain çalışmaları ile tespit edilebildiğini ve MAPSE'nin bu yöntemlerle korele olarak miyokard hasarının tespitinde yol gösterici değer olduğunu ortaya koyduk.