Tez Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 169
  • Öğe
    Meme duktal karsinoma insitu hastalarında nüksle ilişkili klinik ve patolojik özelliklerin değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Yılmaz, Muhammet Şehmi; Araz, Murat
    Amaç : Tıbbi onkoloji kliniğimizde meme duktal karsinoma insitu tanısıyla takip edilmekte olan hastaların arşiv dosyalarında kayıtlı klinik ve patolojik özellikleri değerlendirmek ve bu özelliklerin nüks ile ilişkilerinin tespit edilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmamıza yaklaşık 6000 meme kanseri tanılı hastanın sistem dosyası taranarak en az 2 sene takip edilmiş duktal karsinoma insitu (DCİS) hastaları dahil edilmiştir. Bu 6000 dosya sistemde 21 tane farklı tanı kodu ile taranmıştır. Nihai olarak 44 hasta DCİS olarak bulunmuştur. Bu hastaların patoloji raporlarından ve dosyalarından östrojen ve progesteron reseptör durumu, ki-67 yüzdesi , cerbb2 durumu, lezyon boyutu ve grade’i, nekroz varlığı, lezyonun patolojik varyantı, kalsifikasyon varlığı ve çeşidi, operasyon tipi, sentinel lenf nodu biyopsisi durumu, radyoterapi alıp almadığı, hormonoterapi alıp almadığı, takipte nüks zamanı ve nüks gelişen hastaların nüks ile ilişkili olabilecek klinik ve patolojik özelliklerine bakılmıştır. Bulgular: Meme DCİS tanılı hastaların %56,8’ine (n=25) mastektomi operasyonu yapıldığı, %43,2’sine (n=19) meme koruyucu cerrahi (MKC) yapıldığı saptandı. Bu olguların %65,9’una (n=29) radyoterapi (RT) verilmediğini, %34,1’ine (n=15) RT verildiğini tespit ettik. Hastaların %38,6’sına (n=17) hiçbir hormon tedavisi verilmediği tespit edilirken, %40,9’u (n=18) tamoksifen almıştı, %9,1’i (n=4) aromataz inhibitörü almıştı, %11,4’ü ise (n=5) tamoksifen ve aromataz inhibitörünü sıralı olarak almıştı. Hormon tedavisi verilen 27 hastanın hormonoterapi süresi ortalama 3,65 ± 1,76 yıl olarak saptandı. Olguların %50,0’ında (n=22) sentinel lenf nodu biyopsisi yapılmamışken, %45,0’ında (n=20) sentinel lenf nodu biyopsisi yapılmıştı. Sentinel lenf nodu biyopsisi yapılan 20 hastanın da biyopsi sonucu negatifti. Hastaların %52,3’üne (n=23) aksiler lenf nodu diseksiyonu yapılmadığı, %38,6’sına (n=17) aksiler lenf nodu diseksiyonu yapıldığı saptandı. Aksiller diseksiyon yapılan hastaların lenf nodlarında pozitiflik saptanmadı. Hastaların %4,5’inde (n=2) nüks tespit edilirken bu hastaların birinde 2 yıl içinde, diğerinde 8 yılda nüks olduğu kaydedildi. Erken nüks olan hastada tümör boyutu 5,5 cm idi ve hastaya mastektomi yapılmıştı. Hasta bu operasyon sonrası RT ve hormonoterapi almamıştı, östrojen ve progesteron reseptörü negatifti, Cerbb2’si (+++) olarak raporlanmıştı. Hasta operasyondan 2 sene sonra nüks etmişti. 8 sene sonra nüks olan diğer hastamızda ise tümör boyutu 1 cm idi ve gradı 3 idi, MKC operasyonundan sonra hasta RT ve 5 sene tamoksifen almış daha sonra ilaçsız izleme alınmıştı ve bu süreçte nüks etmişti. Nüks olan iki hastanında nüks tipi invaziv kanserdi. Nüks yeri ikisinde de lokal olarak memedeydi. Sonuç: Çalışmamızda DCİS tanısı ile takipli hastaların sadece ikisinde nüks saptandı. Nüks eden hasta sayımız az olduğu için nüks ile ilişkili olabilecek faktörler üzerine ek analiz yapamadık. Nüks ile ilişkili durumların analizi için daha geniş hasta sayısını içeren çalışmalara ihtiyaç vardır.
  • Öğe
    Yeni teşhis edilmiş multipl miyelom tanılı hastalarda PET/CT'nin prognostik önemi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Dıkı, Yasin; Demircioğlu, Sinan
    Amaç: Multipl miyelomda PET/CT ekstramedüller hastalık var mı yok mu konusunda yardımcı olurken aynı zamanda litik lezyonların ve ekstramedüller hastalığın SUVmax değerlerini, litik lezyon sayısı hakkına bilgi verir. Son yıllarda PET/CT’nin multipl miyelomda prognostik etkisini araştırmak için çalışmalar yapılmaktadır. Biz de bu çalışmamızda yeni tanı almış multipl miyelom hastalarında tanı anında çekilen PET/CT’nin prognostik etkisini retrospektif olarak araştırmak istedik. Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Hematoloji polikliniğine başvuran 18-90 yaş aralığındaki 113 hasta dahil edilmiştir. Çalışmaya alınan hastaların biyokimyasal değerleri, hemogram, sedimantasyon, beta-2 mikroglobulin düzeyleri, genetik anomali durumları, kemik iliği patoloji sonuçları, PET/CT bulguları, ortalama sağ kalım süreleri, progresyonsuz sağ kalım süreleri, tanı anında kaç yaşında oldukları, cinsiyetleri tespit edildi. Ayrıca hasta grubunun multipl miyelom alt tipi, hastalık evresi, risk grubu, 3 kür sonrası yanıt durumları kaydedildi. Bulgular: Ekstramedüller hastalığı olan hastalarda SUVmax değeri yükseldikçe tedaviye yanıt oranının azaldığı saptanmıştır. Litik lezyon SUVmax değeri 6,85’in üzerinde olması daha düşük sağkalım ile ilişkili olarak bulunmuştur. Ekstramedüller hastalık SUVmax değeri 8,20’nin üzerinde olması daha düşük sağkalım ile ilişkili olarak bulunmuştur. Tedavi yanıtı olan hastalarda olmayan hastalara göre daha düşük sedimantasyon hızı, daha düşük kreatinin değerleri, daha düşük LDH seviyesi ve daha yüksek albumin düzeyi olduğu görülmüştür. Sonuç: Çalışmamızda tanı anında ki SUVmax değerlerinin tedaviye yanıt ve sağ kalım için prognostik öneme sahip olduğu gösterilmiştir.
  • Öğe
    Son dönem böbrek yetmezliği nedeniyle tedavi gören ve son 10 yılda hastanemizde paratiroidektomi yapılan hastaların sonuçlarının retrospektif olarak değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Kanat, Batuhan Kadir; Tonbul, Halil Zeki
    Amaç: Sekonder hiperparatiroidi, kronik böbrek yetmezliği tanılı hastalarda gelişen, morbidite ve mortalitenin artışına neden olan bir durumdur. Kronik böbrek yetmezliğine bağlı mineral ve kemik bozuklukları kapsamında değerlendirilir. Çalışmamızda sekonder hiperparairoidi nedeniyle Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi hastanesinde opere olan hastaların, demografik özellikleri, laboratuvar, görüntüleme ve patoloji sonuçları, operasyon tipleri ve erken-geç dönem komplikasyonları değerlendirilerek hastaların operasyon başarılarına etki eden faktörlerin araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Ocak 2013 ve Ocak 2023 arasında hastanemizde sekonder hiperparatiroidi nedeniyle paratiroidektomi olan son dönem böbrek yetmezliği tanılı hastaların parathormon ve rutin laboratuvar tetkikleri elde edilmiştir. Boyun ultrasonografisi, paratiroid sintigrafisi, bilgisayarlı tomografi ve manyetik rezonans ile gerçekleştirilen görüntülemelerin sonuçları toplanmıştır. Hastaların ameliyat raporları ve patoloji raporları incelenmiştir. Elde edilen bulgular SPSS 18.0 paket progamı kullanılarak analiz edilmiştir. Bulgular: Bu süreçte toplamda 78 hasta sekonder hiperparatiroidi nedeniyle paratiroidektomi operasyonu geçirmiştir. Bu hastaların 11 adedi veri yetersizliği nedeniyle çalışma dışı bırakılarak 67 hasta üzerinden analizler gerçekleştirilmiştir. 45 hastada (%67,1) ultrasonografi ve sintigrafi kombine kullanılarak görüntüleme yapılmıştır. 20 hastada (%29,8) adenom saptanırken 47 hastada (%70,1) hiperplazi saptanmıştır. Toplamda 43 hastada postoperatif hipokalsemi izlenmiştir ve bu hastalardan 24’ünde ilerleyen dönemde kalıcı hipokalsemi görülmüştür. 7 hasta ikinci defa operasyon geçirmiş olup bu hastaların 6’sı persistan hiperparatiroidi nedeniyle opere olurken 1 hastada nüks izlenmiştir. Sonuç: Son 10 yılda kullanımı yaygınlaşan kalsimimetik tedavilerle birlikte paratiroidektomi ihtiyacı ertelenebilse de medikal tedaviye dirençli vakalarda paratiroidektomi, sekonder hiperparatiroidi tedavisi açısından hala geçerli bir seçenektir. Hastaların kombine görüntüleme yöntemleri ile tetkik edilmesi görüntüleme başarısını arttırmaktadır. Erken dönemde hipokalsemi bu hastalarda operasyon sonrasında izlenen önemli bir komplikasyondur. En sık izlenen uzun dönem komplikasyon ise kalıcı hipoparatiroidi olup bu açıdan hastalar erken ve geç dönemde yakın izlenmelidirler.
  • Öğe
    Dahiliye yoğun bakım hastalarında sistemik immun inflamatuar indeksinin mortalite ve morbidite ile ilişkisi
    (2023) Güdek, Mesut; Göktepe, Mevlüt Hakan
    Amaç: Yoğun bakım tüm dünya çapında sağlık alanının en stresli, yönetimi zor, maliyetli ve yaşam beklentilerin ve aynı zamanda mortalite ve morbiditenin yüksek olduğu üniteleridir. Bu kapsamda ülkeler bu parametreleri değerlendirerek yoğun bakım ünitelerinde hastanın mortalitesi, yoğun bakımda kalış süresi, uygulanacak tedaviler, stres faktörlerinin yönetimi ve bu faktörlerin en az seviyeye indirilmesi gibi durumları göz ününe alarak skorlama sistemleri geliştirilmiştir. Çalışmamızın bir parametresi olan SII (Sistemik İmmün İnflamasyon İndex) ilk ortaya atıldığı 2014 yılından beri birçok konu (malignite, otoimmun hastalıklar, bazı enfektif hastalıklar, kalp ve karaciğer ve serobrovasküler hastalıklar) üzerinde çalışılmış olup etkisi araştırılmıştır. Literatüre baktığımızda konumuzun direkt olarak çalışılmadığı saptanmıştır. Dolayısıyla bu çalışmamızda SII’nin yoğun bakım skorlamaları ve skor parametreleri arasında herhangi bir korelasyon, servis ve yoğun bakım yatış süreleri arasında ilişkinin olup olmadığı araştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi dahiliye yoğun bakım ünitesine 13/05/2022 ve 20/04/2023 tarihleri arasında 18 yaş üstü ve 100 yaş altı olan 223 yatan hasta dâhil edilmiştir. Hastaların verileri yoğun bakıma geldiği ilk 24 saat içindeki değerleri not edildi. Bu veriler hastaların demografik özellikleri, kronik hastalıkları, renal replesman tedavisi, idrar volumu, uzun süreli steroid veya immun supresif durumu, inotropik ajan kullanımı, mekanik ventilasyon desteği ve biyokimyasal laboratuvar değerleri not edilerek SII ve diğer skorlama sistem puanları hesaplandı. İstatiksel veriler SPSS (Statistical Package for Social Sciences) 18.0 paket programı kullanılarak analiz edildi. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 223 hastanın yaş ortalaması 66,88 ± 14,44 yıl idi. Hastaların %53,4’ü (n=119) erkekti. En sık bulunan tanılar; %34,5 (n=77) ile hipertansiyon, %33,6 (n=75) ile diyabetes mellitus, %20,6 (n=46) ile akut böbrek yetmezliğiydi. En sık hastaneye yatış nedenleri ise %20,2 (n=45) ile akut böbrek yetmezliği, %19,7 (n=44) ile sepsis, %18,8 (n=42) ve Gastrointestinal sistem (GİS) kanaması olarak kaydedildi. Hastaların servis yatış süresi ortalaması 8,02±11,30 gün, YBÜ yatış süresi ortalaması 10,09±11,42 gün olarak belirlendi. Akut böbrek yetmezliği hastaların %38,6’sında (n=86), malignite %49,3’ünde (n=110), karaciğer hastalığı %24,2’sinde (n=54) bulunmaktaydı. Hastalara uygulanan tedaviler değerlendirildiğinde % 26,5’ine (n=59) renal replasman tedavisi verildiği, %31,4’üne (n=70) uzun süreli steroid veya immünsupresyon durumu olduğu, %31,8’ine (n=71) vazopressor kullanıldığı tespit edildi. Hastaların %29,1’inin (n=65) entübe olarak takip edildiği, son durumda hastaların %63,2’sinin (n=141) exitus olduğu belirlendi. SII’nin diğer skorlamalar ile mortalite arasındaki ilişkisinde sağ olanlarda 1084,05, exitus olanlarda 1621,8 p<0,017 gelmiştir. Mekanik ventilasyon durumuna göre incelendiğinde SII’nin p=0,078, NLR (Nötrofil Lenfosit Oranı) ise p=0,010 olup SII’den daha anlamlı olarak bulunmuştur. ABY (Akut Böbrek Yetmezliği) varlığına göre değerlendirildiğinde SII ABY olmayanlarda 1299, olanlarda 1563 p= 0,085, NLR ise olmayanlarda 8,3, olanlarda 13,4 p= 0,011 olarak bulunmuştur. Malignite ile karşılaştırıldığında malignite olmayanlarda 1101, olanlarda 1831 olup p= 0,001 gelmiştir. Karaciğer hastalık varlığına göre değerlendirildiğinde kc hastalığı olmayanlarda 1733, kc hastalığı olanlarda 846 p= 0,001 olup negatif korelasyon izlenmiştir. Servis, yoğun bakım, toplam hastane yatış süreleri arasında ilişki p değerleri sırasıyla (p=0,59-p=0,70-p=0,74) olup anlamlı bulunmamıştır. SII ve enfektif parametre olan crp, prokalsitonin ile arasındaki ilişki p değerleri sırası ile (p<0,001-p=0,020), NLR ile p değerleri sırası ile (p<0,001-p<0,001) olup istatistiksel olarak anlamlı çıkmıştır. Sonuç: SII, NLR gibi inflamasyon parametreleri yoğun bakım da mortalite, mekanik ventilasyon ihtiyacı, akut böbrek yetmezliği ve prognoz ön görmede APACHE II, SAPS II, SOFA, GKS gibi skorlamalar kullanılabileceği ve aynı zamanda birlikte kullanımının daha fazla yarar sağlayacağı saptanmıştır.
  • Öğe
    Polikistik over sendromlu hastalarda serum endocan ve YKL-40 seviyeleri ile kardiyometabolik risk faktörleri arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi
    (2023) Kocadağ, Ümmühan Çankaya; Karaköse, Melia
    Amaç: Polikistik over sendromunun (PCOS) incelenen popülasyona bağlı olarak, kadınlarda en sık görülen endokrinopatilerden biri olduğu ve kadınların %5-10'unu etkilediği düşünülmektedir. Sendrom klinik olarak oligomenore ve hiperandrojenizmin yanı sıra obezite, glukoz intoleransı, dislipidemi, yağlı karaciğer ve obstrüktif uyku apnesi gibi kardiyovasküler hastalıkla ilişkili risk faktörlerinin sık görülmesi ile karakterizedir. Endocan, endotelyal aktivasyonu yansıtan, vasküler endotel tarafından salgılanan bir dermatan sülfat proteoglikandır. Endocanın, anjiogenezis ve inflamatuvar sürecin regülasyonunda önemli rolü olduğu ve vasküler disfonksiyon ve buna bağlı kardiyovasküler riskin bir belirteci olarak kullanılabileceği öne sürülmektedir. Yapılan çalışmalarda endocan düzeyinin, kanser, sepsis, obezite, hipertansiyon ve enfeksiyon durumlarında da yükseldiği belirlenmiştir. YKL-40 (Chitinase-3-like protein) makrofaj ve nötrofillerden endotel hasarına yanıt olarak salgılanan bir glikoproteindir. Yapılan çalışmalarda artan YKL-40 seviyelerinin endotel disfonksiyonu ile bağlantılı olarak kardiyovasküler mortalite ile ilişkili olduğu bulunmuştur. Bu çalışmamızda PCOS tanısına sahip hastalarda endocan ve YKL-40 düzeylerinin bu hastalardaki artmış kardiyovasküler riskin bir belirteci olarak kullanılıp kullanılamayacağının tespiti amaçlanmıştır. Gereç ve yöntem: Çalışmamıza, Endokrinoloji polikliniğinde polikistik over sendromu tanısı alan 44 hastadan ve 40 kontrol grubundan (sağlıklı gönüllüler) YKL-40 ve endocan düzeyleri için, biyokimya tüplerine yaklaşık 5 ml venöz kan alındı, alınan numune düz ve içinde koruyucu içeren plastik tüpler içerisine konuldu ve 5°C’de 4000 rpm’de 5 dk santrifüj edildi. Elde edilen numuneler eppendorf tüplerine alınarak çalışma gününe kadar -80°C’de saklandı. Endokrin polikliniğinde ultrasonografi kullanılarak karotis intima media kalınlığı (CIMT) değerlendirildi. Diyet polikliniğinde hastaya vücut yağ oranını belirlemek için TANİTA ölçüm cihazı ile ölçüm yapıldı. Boy kilo ve vücut kitle indeksi (VKİ) ölçümü yapıldı. Hastaların ve kontrol grubunun glukoz, insülin, lipid parametleri (LDL, HDL, trigliserid ve total kolesterol) crp (c reaktif protein), testesteron ve dehidroepiandrosteron (DHEAS) seviyeleri dosyalarından alındı. Sistolik ve diastolik kan basıncı ölçümleri yapıldı. Glikoz ve insülin sonuçlarına göre HOMA-IR skoru hesaplandı. Serum endocan ve YKL-40 düzeyleri, ELISA yöntemiyle çalışıldı. İstatistiksel hesaplamalar SPSS 22.0 (Statistical Package for Social Sciences) programı kullanılarak yapıldı. Sürekli değişkenler dağılım normal ise ortalama ± standart sapma, dağılım normal değilse ortanca (minimum-maksimum) olarak verildi. Parametrik test varsayımları sağlandığında bağımsız grup farklılıklarının karşılaştırılmasında iki ortalama arasındaki farkın önemlilik testi (Independent samples t test); parametrik test varsayımları sağlanmadığında ise bağımsız grup farklılıklarının karşılaştırılmasında Mann-Whitney U testi kullanıldı. Ayrıca değişkenler arası ilişkiyi incelemek için Pearson ve Spearman korelasyon analizleri kullanıldı. Farklılıklar için, p<0.05 düzeyi istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Bulgular: PCOS’u olan bireylerle serum YKL-40 seviyesi kontrollerle kıyaslandığında daha yüksek saptanmıştır. Ancak bu fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır (p=0,09). Serum endocan düzeyleri arasında PCOS ve kontrol grubu arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmıştır (p=0.014). PCOS hasta grubunda serum endocan düzeyi yüksek saptanmıştır. Serum endocan ve YKL-40 düzeyleri ile; kardiyometabolik risk değerlendirmesinde önemli belirteçler olan HOMA-IR skoru, VKİ, insülin, crp, CIMT, total testesteron, DHEAS ve lipid profili (trigiserid, HDL, LDL, kolesterol) ölçümleri arasında ilişki olup olmadığı korelasyon analizleri ile değerlendirildi. Ykl-40 düzeyi ile VKİ, crp, CIMT, total testesteron, dheas ve lipid profili (trigiserid, HDL, LDL, kolesterol) ölçümleri arasında ilişki saptanmamıştır. Endocan düzeyi ile HOMA-IR skoru, VKİ, insülin, crp, CIMT, total testesteron, DHEAS ve lipid profili (trigiserid, HDL, LDL, kolesterol) ölçümleri arasında ilişki saptanmamıştır. Çalışmamızda ayrıca her iki grupta YKL- 40 ile Endocan arasında r = .626 korelasyon değeri ile istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur (p<0.05). Sonuç: Polikistik over sendromu, artan sayıda kardiyovasküler komorbidite ile ilişkilidir. PCOS hastalarında endocan anlamlı şekilde artmış olsa da, KVH risk biyobelirteci olarak kullanımının kabul edilebilmesi için daha geniş hasta populasyonuna ve daha uzun süreli hasta kohortuna ihtiyaç vardır. Aynı şekilde YKL-40’ın da PCOS’lu hastalarda daha yüksek saptamamıza rağmen kontrol grubu ile anlamlı ilişki bulamamış olmamız, KVH riskinin belirlenmesinde kullanımının daha ileri araştırmalara ihtiyaç duyduğunu göstermektedir. Yine de endocan ile YKL-40’ın anlamlı korelasyonu, bize bu iki parametrenin kardiyovasküler hastalık riski öngörülmesi ve takibi için faydalı olabileceğinin bir göstergesidir.
  • Öğe
    Karaciğer sirozu hastalarında terapötik parasentezin pro-BNP ve troponin üzerine etkileri
    (2023) Bilgen, Hakan; Keskin, Muharrem
    Giriş ve Amaç: Karaciğer sirozunun portal hipertansiyona bağlı gelişen en sık karşılaşılan komplikasyonu olan asit, önemli bir morbidite ve hastaneye yatış sebebidir. Yüksek volümlü parasentez dirençli refrakter asitte sık kullanılan bir tedavi seçeneğidir. Kardiyak musküler yapının gerilimine bağlı salınan BNP ve kardiyak iskemi göstergesi olarak hs-troponin gibi belirteçler günümüzde sıklıkla kullanılmakta olup karaciğer sirozunda yükseldikleri gösterilmiştir. Çalışmamızda yüksek volümlü parasentezle dinamik değişikliklerin kardiyak ön yük ve iskemi üzerindeki etkisini prospektif olarak pro-BNP ve hs-troponin ile değerlendirimeyi amaçladık. Materyal ve Metod: Çalışmamıza 33 kompanse sirozlu ve 25 terapötik parasenetez ihtiyacı olan dekompanse siroz hastası dahil edilmiştir. Kardiyovasküler hastalık öyküsü, ileri derece astım-KOAH, hipotiroidi, evre 3 ve üzeri kronik böbrek hastalığı, aktif enfeksiyon veya aktif siroz komplikasyonu olan, transplantasyon öyküsü veya hepatoselüler karsinom dahil malignitesi olan, 18 yaş altı hastalar ve gebe hastalar ölçülen pro-BNP ve hs-troponin değerlerini etkilelememesi için çalışmadan dışlanan hasta gruplarıdır. Hastaların demografik özellikleri, laboratuvar değerleri, pro-BNP, hs-troponin seviyeleri, masif terapötik parasentez (MTP) grubunda parasentez sonrası 6. , 48. saat ve 7. gün pro-BNP değerleri ve rutin biyokimyasal parametreler, MTP sonrası 6.saatte hs-troponin değeri ölçülmüştür. MTP grubunda yapılan parasentez miktarları, albümin kullanımı ve ölçüm saatlerindeki arteriyel tansiyon değerleri de takip edilmiştir. Çalışma BAP desteğiyle etik kurul onayı alınarak yapılmıştır. Çalışma sonuçları değerlendirmesinde ağırlıklı olarak non-parametrik testlerden Wilcoxon signed rank test kullanılmıştır. Bulgular: Çalışmamızın sonucunda MTP grubunda asiti olmayan hastalara göre bazal pro-BNP ve hs-troponin değerleri anlamlı yüksek bulunmuştur. MTP grubunda bazal pro-BNP değerleriyle 6. saat, 48. saat ve 7. gün ölçülen pro-BNP değerleri arasında istatiksel olarak anlamlı fark saptanmamıştır. Parasentez öncesi hs-troponin değeri ile 6.saatte ölçülen hs-troponin değeri arasında da anlamlı fark bulunmamıştır. Sonuç: Pro-BNP ve hs-troponin prognoz göstergesi olarak sirozun şiddeti ile koreledir. Yüksek volümlü parasentezin hastalarda kardiyak ön yük ve kardiyak iskemi üzerinde anlamlı etkisi olmadığı ve hem kardiyak hem renal fonksiyonlar açısından güvenli olabileceği saptanmıştır.
  • Öğe
    Metabolik sendromlu hastalarda aterojenik plazma indeksi ve nabız dalga hızının (pulse wave velocity) arteriyel sertlik ile ilişkisinin değerlendirilmesi
    (2023) Duru, Hüsniye Betül İnci; Karakurt, Feridun
    Amaç: Metabolik sendrom (MetS), insülin direnciyle başlayan abdominal obezite, glukoz intoleransı veya tip 2 diyabet, dislipidemi, hipertansiyon ve koroner arter hastalığı (KAH) gibi sistemik bozuklukların birbirine eklendiği ölümcül bir endokrinopatidir. Arteriyel sertlik yaşlanma, çevresel ve genetik faktörler sonucunda damarlarda oluşan fonksiyonel ve yapısal değişiklikler olarak tanımlanır. Arteriyel sertliğin kardiyovasküler hastalık ilişkili mortalitenin bağımsız belirleyicisi olduğu bilinmektedir. Kardiyovasküler hastalık risk kümelenmesi olan metabolik sendromda da arteriyel sertlik artışı gözlenmektedir. Aterojenik plazma indeksi (API); aterojenik ve anti-aterojenik faktörler arasındaki dengeyi kapsamlı bir şekilde yansıtır ve KAH riskini tahmin etmede güçlü bir belirteçtir. Çalışmamızda metabolik sendromlu hastalarda; metabolik sendrom bileşenleri ile aterojenik plazma indeksi ve nabız dalga hızının ilişkisini incelemeyi amaçladık. Gereç ve yöntem: Çalışmamız için Mart 2023 – Ağustos 2023 tarihleri arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Hastanesi Endokrinoloji Polikliniğine ayaktan başvuran 18- 65 yaş arasındaki bireylerden; daha önceden belirlenmiş çalışmaya dahil edilme kriterlerine uyan 55 olgu ve kontrol grubu için; hasta grubuna benzer yaş ve cinsiyette vücut kütle indeksi (VKİ) 30’un altında olan ve aynı polikliniğe başvuran sağlıklı bireylerden 26 olgu seçildi. Hasta ve kontrol grubu nabız dalga hızı (NDH), API ve biyokimyasal parametre sonucuna göre değerlendirildi ve elde edilen verilerin istatistiksel analizi yapıldı. Bulgular: Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi Endokrin ve Metabolizma Hastalıkları Kliniği’nde yapılan bu çalışmaya 55 hasta ve 26 sağlıklı birey dahil edildi. Hasta grubunun %50,9’u (n=28), kontrol grubunun %55,0’ı (n=13) kadındı. Hastaların yaş ortalaması 54,96±8,16 yıl, kontrol grubunun ise 51,31±10,72 yıldı. Hasta grubunda kontrol grubuna göre sistolik kan basıncı (SKB), diastolik kan basıncı (DKB), ortalama arteriyel kan basıncı (OAB), nabız basıncı (NB) ve aortta ölçülen sistolik kan basıncı, merkezi nabız basıncı (CPP), nabız dalga hızı (NDH) ve aterojenik plazma indeksi (API) değerleri istatistiki olarak daha yüksek bulundu (p değerleri sırasıyla; p<0,001; p=0,036; p<0,001; p<0,001; p<0,001; p=0,001; p<0,001; p<0,001). API ile TyG indeksi arasında pozitif yönlü iyi derecede anlamlı korelasyon tespit edildi. NDH düzeyi ile yaş arasında pozitif yönlü çok iyi derecede; sistolik kan basıncı, aort sistolik kan basıncı düzeyleri arasında pozitif yönlü orta derecede; ortalama arteriyel kan basıncı, glikozillenmiş hemoglobin (HbA1c) ve üre ile pozitif yönde; total kolesterol düzeyi arasında negatif yönlü düşük-orta derecede; nabız basıncı düzeyi arasında iyi derecede pozitif yönde; glukoz arasında pozitif yönlü, LDL ve GFR arasında negatif yönlü düşük anlamlı korelasyon tespit edildi. Sonuç: Çalışmamızda, MetS bireylerde nabız dalga hızının arttığı ve metabolik sendrom mevcudiyetinin arteriyel sertliğin bağımsız belirleyicisi olduğu gösterilmiştir. MetS bireylerde SKB, OAB, HbA1c, glukoz ve eGFR düzeyleri arteriyel sertlik ile ilişkili bulunmuştur. Arteriyel sertliğin bir göstergeleri olan API ve NDH arasında anlamlı korelasyon saptanmamıştır. Ancak çalışmamızda hasta sayısı sınırlı olup daha geniş hasta popülasyonunun yer aldığı çalışmalara ihtiyaç vardır.
  • Öğe
    Yaygın büyük B hücreli lenfoma tanılı hastalarda,CD30 pozitifliğinin klinik bulgularla ilişkisinindeğerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2023) Alpsoy, Hayrunnisa Pektaş; Tekinalp, Atakan
    Amaç: Yaygın Büyük B Hücreli Lenfoma (YBBHL) tanılı hastalarda, CD30 pozitifliğinin klinik bulgular ile ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlanmaktadır. Yöntem: Çalışmamızda Ocak 2005-Kasım 2022 tarihleri arasındaki Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Hematoloji kliniğine başvuran YBBHL tanısı ile takip ve tedavi edilen hastalar incelendi. Hastaların tanı anındaki demografik özellikleri, temel laboratuvar bulguları, hastalık evresi ve hastalığa özel risk skorlaması ve hastalığın tutulum bölgeleri kaydedildi. Öte yandan ilk uygulanan tedavi rejimi, ilk tedaviye yanıtı, tanı sonrası takiplerinde progresyon durumu, otolog ya da allojenik kök hücre transplantasyon öyküsü ve sağ kalım durumları değerlendirildi. Hastalar tanı anındaki preparatlardaki immunhistokimyasal boyanma özelliğine göre CD30 pozitif ve negatif olmak üzere iki gruba ayrıldı ve iki grup tanı anındaki özellikleri, progresyon ve sağ kalım açısından açısından karşılaştırıldı. Bulgular: Çalışmamıza 111 hasta dahil edildi. Hastaların 18’i CD30(+), 93’ü CD30 (-)’ti. CD30(+)’lerde kalsiyum değeri medyan 8,8 mmol/L iken CD30 (-)’lerde 9,2 mmol/L olup CD30(-) hastalarda istatistiksel olarak anlamlı yüksek bulundu (p:0,013). Tahmini medyan toplam sağ kalım (TSK), CD30 (+) hastalarda istatistiksel olarak anlamlı olmamakla birlikte düşük bulundu (36,9 aya karşın 100,9 ay, p:0,155). Tahmini medyan progresyonsuz sağ kalım (PSK)’da CD30 (+) hastalarda istatistiksel olarak anlamlı olmamakla birlikte düşüktü (37 aya karşın 100,9 ay, p:0,849). 2 yıllık TSK sırayla CD30(+) ve (-) vi hastalarda %70’e karşın %84, 3 yıllık TSK ise %42’ye karşın %67 oranında bulundu. İki yıllık PSK ise sırayla %50’ye %80 oranında hesaplandı. Beş yıllık PSK CD30(+) hasta grubunda hesaplanamazken, CD30(-)’lerde %60 bulundu. Sonuç: Çalışmamız YBBHL CD30(-) hasta grubunda kalsiyum anlamlı yüksek bulundu. Literatürde yeterli veri olmaması, serum kalsiyum ile CD30’u karşılaştıran daha fazla çalışma gereksinimini ortaya koymuştur. Toplam ve progresyonsuz sağ kalım ile CD30 arasında anlamlı farklılık bulunmadı. YBBHL CD30(+) ve (-) hastalarının epidemiyolojik bulguları, laboratuvar, klinik özellikleri ve sağ kalım sonuçları karşılaştırıldığında bulunan benzerlik ve farklılıkların, CD30(+) hastalara yaklaşım ve tedavilerinin farklı olması gerektiği konusundan tam bir ilişki ortaya koyamazken; daha kapsamlı çalışmalar yapılması gerektiği konusunda fikir vericidir.
  • Öğe
    Konya ilinde geriatrik yaş grubunda sarkopeni sıklığı çalışması
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2023) Kumru, Büşra Gökçe; Çizmecioğlu, Hilal Akay
    Amaç: Sarkopeni özellikle yaşlı nüfusta görülen düşme, günlük yaşam fonksiyonlarını yerine getirmede zorlanma, kırılganlık ve mortalite gibi kötü sonuçlarla ilişkili geriatrik bir sendromdur. Özellikle kas kütlesi kaybı, kas gücü kaybı ve fonksiyonel kapasitede azalma ile ortaya çıkar. Yaşlı nüfusun giderek artması sarkopeninin de giderek önemli bir halk sağlığı sorunu olmasına neden olmaktadır. Çalışmamızda geriatrik yaş grubunda sarkopeni sıklığınının belirlenmesini, sarkopeninin günlük pratikte kullanılan laboratuvar değerleriyle, ek hastalıklarla ilişkisini belirlemeyi amaçladık. Yöntem: Kasım 2022 ile Haziran 2023 arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Kliniğine başvurmuş olan 65 yaş üzerinde toplam 40 hasta dahil edildi. Çalışmamıza sağlıklı kontrol grubu dahil edilmemiştir. Bu çalışmaya ileri derecede kalp yetmezliği, ileri derecede KOAH, geçirilmiş SVO, malignite tanısı olan hastalar dahil edilmedi. Hastaların demografik verileri, takipli olduğu kronik hastalıkları, kullandığı medikal tedaviler kaydedildi. 65 yaş üstü yaş grubunda rutin olarak görülen ve takibi yapılan hemoglobin, glukoz, albümin, lipit paneli, kreatin, üre, TSH, kalsiyum, fosfor, alkalen fosfataz, B12 ve D vitamini düzeyleri kaydedildi. Hastaların antropometrik ölçümleri açısından boy ve kilo ölçümleri yapıldı. Vücut ağırlığının boy uzunluğunun karesine bölünmesi (kg/m²) ile vücut kitle indeksi (BMI) hesaplandı. Tüm hastaların kas kütlesi ve kemik mineral yoğunluklarının tespiti açısından Necmettin Erbakan üniversitesi Meram Tıp fakültesinde bulunan PRIMUS DEXA cihazıyla ölçüm yapıldı. Hastaların kas gücü ölçümleri Hand Held Dinamometre ile yapıldı. Çalışmaya alınan hastaların fonksiyonel kapasitelerinin değerlendirilmesi açısından hastalara 6 dk yürüme testi uygulandı. Bulgular: Çalışmaya katılan tüm hastaların yaş ortalaması 68,00 (67,00-71,50) görüldü. Hastaların %77,5’ i (n=31) kadındı. Hastaların BMI ortalaması 29,41 ± 4,279 tespit edildi. En çok eşlik eden ek hastalık %77,5 ile (n=31) hipertansiyondu. Çalışmamızda sarkopeni kriterleri kullanılarak yapılan incelemede hastaların %60’ ında (n=24) sarkopeni olduğu tespit edildi. Sarkopenisi olan grupta BMI anlamlı yüksek bulundu. (p=0,014) Yapılan bu karşılaştırmada yine sarkopenisi olan grupta fosfor da anlamlı şekilde yüksek bulundu. v Toplam kemik mineral indeksleri (KMI) değerleri sarkopenik olanlarda düşük izlendi. Sarkopenik grupta kas hacminin (kas kütlesi) toplam kiloya oranı anlamlı şekilde düşük bulundu. (p=0.001) Kadınlarda erkeklere göre daha fazla sarkopeni görüldü. (p=0,000) Osteoporozu olanlar ve olmayanlar karşılaştırıldığında osteoporoz tanısı olan grupta sarkopeni görülme olasılığı anlamlı olarak yüksek görüldü. (p=0,064) Sarkopenisi olan gruplarda D vitamini, B12 vitamini düşüklüğünün ve aneminin prognozu kötüleştirdiği gösterildi. Hasta yaşı, BMI, albümin, kreatinin, üre, fosfor, vitamin D, ALP, B12, lomber ve femur boyun T skorları gibi sarkopeniyi etkilemesi beklenen değerler kullanılarak sarkopeniyi etkileyip etkilemediğinin ya da ne kadar etkilediğinin değerlendirilmesi için çok değişkenli doğrusal regresyon analizi yapıldı. Beta=0.702, t(19) = 3.34, p=0.003, pr2 = 0.37 . T skorunun 1 kat artışı sarkopeniyi 0.7 kat artırmakta görüldü. Sonuç: Sarkopeni öncelikle yaşlılıkla birlikte ortaya çıkan, birçok faktörden etkilenen, kötü sonuçlarla ilişkili, önemi giderek artan bir sağlık sorunudur. Bu sağlık sorununun tanınması, riskli popülasyonda uygun yöntemler kullanılarak tarama yapılması sarkopeninin yol açtığı morbidite ve mortalitenin engellenmesinde önemli yere sahiptir.
  • Öğe
    Hemodiyaliz hastalarında aterojenik plazma indeksinin (logtrigliserid/HDL) kardiyovasküler hastalıklarla ilişkisi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2023) Kıllıbaş, Abdullah; Selçuk, Nedim Yılmaz
    Amaç: D islipidemi ve kardiyovasküler hastalıklar arasındaki ilişki genel popülasyonda oldukça iyi bilinmesine rağmen, diyaliz hastalarında kanıtlar tartışmalıdır .Bu çalışma da amacımız hemodiyaliz hastalarında aterojenik plazma indeksinin [log (TG/HDL-K) oranı] kardiyovasküler hastalıklarla ilişkisini değerlendirmektir. Yöntem: Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi ve Konya Şehir Hastanesi Hemodiyaliz Ünitesi’nde rutin hemodiyalize giren 18 yaş üstü toplam 150 hastada retrospektif çalışma yapıldı. Antihiperlipidemik ajan kullanan hastalar çalışmanın dışında bırakıldı. Hastane otomasyon sistemleri ve hasta dosyaları taranarak veriler elde edildi. Bulgular: Çalışmamıza dahil edilen hastaların %57,30’i (n=86) erkek idi. Tüm hastaların yaş ortalaması 51,84±17,48, VKİ ortalaması 24,28 ±4,56 kg/m2, hemodiyaliz süresi ortalaması 56,61 ± 49,62 ay olarak tespit edildi. Hastaların %48,7’si (n=73) sigara kullandığını belirtti. Hastaların %74,7’sinde (n=112) hipertansiyon, %27,3’ünde (n=41) diyabetes mellitus, %13,3’ünde (n=20) koroner arter hastalığı mevcuttu. Kardiyovasküler hastalık görülme oranı %25,3 (n=38) olarak tespit edildi. Hastaların HDL ortalaması 40,16 ± 13,07 mg/dl, TG ortalaması 147,92 ± 75,22 mg/dl, AIP index ortalaması ise 0,17 ± 0,30 olarak belirlendi. Hastaların cinsiyete göre vücut kitle indeksi gruplarının dağılımında istatistiki olarak anlamlı düzeyde fark tespit edildi (p=0,035). Bu fark erkeklerde kilolu (VKİ=≥25,0-29,9 kg/m 2) hasta oranının kadınlara göre daha düşük olmasından kaynaklanmaktaydı. Kadınlarda sigara kullanım oranı erkek hastalara göre istatistiki olarak anlamlı düzeyde düşük belirlendi(p<0,001). HDL ve total kolesterol düzeyleri kadın hastalarda erkeklere göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek tespit edildi (p değerleri sırasıyla; p=0,012; p=0,025). Hastaların AIP index düzeylerinin VKİ gruplarına göre dağılımında istatistiksel olarak anlamlı düzeyde fark bulundu (p=0,046). Bu fark vücut kitle indeksi <18,5 kg/m2 olan hasta grubunda, vücut kitle indeksi ≥30,0 kg/m 2 olan hasta grubuna göre düşük olmasından kaynaklanmaktaydı (p<0,05). Sigara kullanan hastalarda sigara kullanmayan hastalara göre AIP düzeyi istatistiki olarak anlamlı düzeyde yüksek tespit edildi(p<0,001). Kan lipit parametrelerinden HDL ve trigliserit düzeyi kardiyovasküler hastalık bulunan hastalarda kardiyovasküler hastalık bulunmayan hastalara kıyasla daha yüksek kaydedildi. Fakat istatistiksel olarak anlamlı düzeyde farklılık tespit edilmedi (p>0,05). Çalışmamızda hastalar AIP index düzeylerine göre üç gruba ayrıldı. (AIP <0,11; düşük risk, 0,11-0,21; orta risk, >0,21 yüksek risk) Hastaların 60’ının AIP indeks düzeyi <0,11; 23’ünün AIP index düzeyi 0,11-0,21 aralığında; 67’sinin AIP index düzeyi ise >0,21 olarak kaydedildi. 38 hasta kardiyovasküler hastalık geçirmiş olarak tespit edildi ve bunların 17’i AIP indeksine göre düşük riskli grupta, 4’ü orta riskli grupta ve 17’ü yüksek riskli gruptaydı. Yani AIP indeksine göre kardiyovasküler hastalık geçirmiş olan hemodiyaliz hastaları U şeklinde bir dağılım göstermekteydi. Fakat bu istatistiksel olarak anlamlı değildi. Sonuç: AIP, kardiyovasküler hastalıkların göstergesi olabilecek basit, tekrarlanabilir ve düşük maliyetli bir parametre olmasına karşın HD hastalarında bu biyobelirtecin kullanılabilmesi için daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır. Bu nedenle, gelecekteki çalışmaların HD hastalarına özgü risk faktörlerini belirlemeye odaklanması ve bu hastalarda kötü sonuçlardan sorumlu olan altta yatan mekanizmaları deşifre etmesi hayati önem taşımaktadır.
  • Öğe
    Romatoid artrit tanılı hastalarda sistemik immün inflamasyon indeksi ile hastalık aktivasyonu arasındaki ilişkiyi hesaplama
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2023) Elbistan, Betül Gezer; Tunç, Recep
    Amaç: Romatoid Artrit kronik, otoimmün, inflamatuar romatizmal bir hastalıktır. Sistemik immün inflamasyon indeksi (SII) inflamasyonla ilişkili hastalıklarda prognostik bir faktör olduğu gösterilen bir belirteçtir. Çalışmamızda Romatoid Artrit tanılı hastalarda atak ve remisyon dönemlerinde iken SII değerlerini hesaplayarak hastalık aktivasyonu ile ilişkisini incelemeyi amaçladık. Yöntem: Çalışmamız için N.E.Ü. Meram Tıp Fakültesi Hastanesi Romatoloji Kliniği’ne başvurmuş 18-75 yaş arasında, ek hastalığı olmayan, romatoid artrit tanılı hastalar belirlendi. Romatoid artrit aktivite indeksi DAS28-ESH≥2.6 olanlar atakta, <2.6 olanlar remisyonda kabul edilerek, çalışma grubu için 30’u atakta 30’u remisyonda olmak üzere toplam 60 hasta çalışmaya dahil edildi. Kontrol grubu için 30 sağlıklı gönüllü alındı. Katılımcılarda eritrosit sedimantasyon hızı, C-reaktif protein, hemogramda nötrofil, platelet, lenfosit değerleri incelenip nötrofil ve platelet değerlerinin çarpımı lenfosit değerlerine bölünerek “sistemik immün inflamasyon indeksi” hesaplandı. Gruplar, belirtilen laboratuvar değerleri ve sistemik immün inflamasyon indeksi bakımından karşılaştırıldı. İstatiksel analizde SPSS versiyon 22.0 kullanıldı. p<0,05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Bulgular: Çalışmamıza dahil edilen grupların demografik verileri karşılaştırıldığında yaş ve cinsiyet bakımından anlamlı farklılık saptanmamıştır. RA atak ve RA remisyon grubu karşılaştırıldığında SII, NEU değerleri RA atak grubunda anlamlı olarak yüksekken PLT ve LYM değerlerinde anlamlı farklılık saptanmadı (SII için p:0,000, NEU için 0,003, PLT için p:0,191, LYM için p:0,109). RA atak grubu sağlıklı kontrol grubu ile karşılaştırıldığında ise SII, NEU, PLT değerleri yine atak grubunda istatistiksel olarak anlamlı yüksekken LYM değerlerinde anlamlı farklılık saptanmadı (SII için p:0,000, NEU için p:0,000, PLT için p:0,000, LYM için p:0,069). RA remisyon grubu sağlıklı kontrol grubu ile karşılaştırıldığında ise SII, PLT değerleri remisyon grubunda anlamlı olarak yüksekken NEU ve LYM değerleri arasındaki farklar anlamlı değildi (SII için p:0,041, NEU için p:0,246, LYM için p:0,723, PLT için p:0,025). v Sonuç: SII değeri RA atak hastalarında remisyon ve sağlıklı popülasyona göre daha yüksektir. SII değeri remisyondaki hastalarda sağlıklı popülasyona göre daha yüksektir. SII değeri RA’da hastalık aktivitesinin belirlenmesinde kullanılabilir.
  • Öğe
    Herediter anjioödem hasta grubunda sesin objektif ve subjektif değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2023) ; Oğul, Mustafa; Arslan, Şevket
    Amaç: Herediter anjioödem hastalığının kronik dönemde ses üzerine etkilerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmaya Necmettin Erbakan Üniversitesi(NEÜ) Meram Tıp Fakültesi Erişkin İmmünoloji ve Alerji Hastalıkları polikliniğinde herediter anjioödem hastalığı ile takipli 31 hasta ve ek hastalığı olmayan benzer yaş ve cinsiyet dağılımında 25 sağlıklı birey kontrol grubu olarak çalışmaya dahil edildi. Sigara içenler, gastroözefageal reflü hastalığı olanlar, ses hastalığı olanlar , laringeal cerrahi öyküsü olan ve oral kavite, orofarenks, nazofarenks veya larenkste sesi etkileyebilecek patolojisi olan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Değerlendirmeye alınan tüm hastalara ve kontrol grubuna ses handikap endeksi anketi, sesle ilgili yaşam kalite ölçeği ve reflü semptom endeksi anketleri yapıldı. Video endoskopi kayıtlarının tamamı 5.8 mm çapında, 19 cm uzunluğunda ve 70º açılı rijit Hopkins çubuk teleskop (Karl Storz, Tuttlingen, Almanya) ile yapıldı ve endoskopik kamera sistemi (Karl Storz TELE PACK Endovizyon Sistemi) ile kaydedildi. İşlem sırasında hastalar travmaya maruz bırakılmadı. Ses kaydı ve akustik analizler, çevresel gürültüden arındırılmış izole bir odada gerçekleştirildi. Kayıtlar, bir Audio-Technica model AT2005 dinamik mikrofon (Audio-Technica Productions, Western Hemisphere) kullanılarak sabit bir ağızdan mikrofona 15 cm mesafede elde edildi. Hastalardan 7 saniye boyunca ‘a’ sesli harfini telaffuz etmeleri istendi. Tüm akustik ölçümler Praat bilgisayar yazılımı kullanılarak yapıldı. Tüm hastaların akustik ses analizlerinde temel frekans (F0), formant frekans (F1, F2, F3 ve F4), frekans pertürbasyonu (jitter), genlik pertürbasyonu (shimmer) ve Gürültü-Harmonik Oranı (NHR) parametreleri değerlendirildi. Bulgular: Hasta grubunun %61,30’u (n=19), kontrol grubunun %60,00’ı (n=15) kadındı. Hastaların yaş ortalaması 41,19±12,82 yıl, kontrol grubunun ise 40,08±8,99 yıldı. Hasta grubunun vücut kitle indeksi (BMI) 28,43±6,41 kg/m2 iken kontrol grubunun 28,95±2,62 kg/m2 olarak belirlendi. Hasta ve kontrol grubu arasında cinsiyet, yaş ve BMI dağılımları istatistiksel olarak benzer tespit edildi. Hastaların %67,70’i (n=21) Tip 1, %32,30’u (n=10) Tip 2 herediter anjoödem grubundaydı. Nefes darlığı, yutma güçlüğü, ses kısıklığı, boğazda dolgunluk hissi gibi larenks semptomları hastaların %61,30’unda (n=19) olduğu kaydedildi. Hastaların larenks atak sayısı ortalaması 6,68±11,94 olarak tespit edildi. v Hasta VHI, Hasta VQI ve hasta reflü değerleri hasta grubunda kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek bulundu (p değerleri sırasıyla; p=0,007; p=0,001; p<0,001). Diğer akustik parametrelerin hasta ve kontrol grupları arasında dağılımı benzerdi (p>0,05). Hasta reflü değeri atak sayısı 5 ve üzerinde olan grupta istatistiksel olarak daha yüksek tespit edildi. (p=0,018). Sonuç: Çalışmamızda herediter anjioödem hastalığında reflünün daha sık izlendiği ancak herediter anjioödem hastalığının kronik dönemde ses objektif parametreleri üzerine kalıcı etkisinin olmadığı gösterilmiştir. Atak sayısı arttıkça reflü şikayetlerinin arttığı gözlenmiştir.
  • Öğe
    Sistemik Lupus Eritematozus’lu Hastalarda Subklinik Ateroskleroz ve Sindekan-4 Düzeyinin İlişkisinin Değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2023) Yümer, Aslı; Küçük, Adem
    Amaç: Sistemik Lupus Eritematozus (SLE), kronik inflamatuvar otoimmun bir hastalıktır. SLE hastalarında oluştuğu bilinen subklinik ateroskleroz süreci ile hastalık aktivitesini karşılaştırmak için karotis intima media kalınlığı (CIMT), hastalık aktivite indeksi (SLEDAI) ve sindekan 4 düzeyleri ile ilişkisini sağlıklı gönüllüler ile kıyaslayarak incelemeye çalıştık. Materyal ve Metod: Romatoloji polikliniğine başvuran 18 yaş üstü, bilinen başka sistemik hastalığı olmayan 65 SLE hastası ve sağlıklı 65 gönüllü çalışmaya dâhil edildi. ELISA yöntemiyle sindekan-4 düzeyleri çalışıldı. Hasta ve kontrol grubunun karotis intima media kalınlıkları ölçüldü. Hastaların SLE hastalık aktivite indeksi (SLEDAI), hasta ve kontrol grubunun sosyodemografik ve laboratuvar verileri istastistik programına (SPSS) kaydedilerek veriler analiz edildi. Bulgular: Hasta grubunun sindekan-4 (SDC4) değeri (8.211±9.069) ile kontrol gurubunun sindekan-4 değeri (26.221±24.653) (p=0.000)’ne kıyasla istatistiksel olarak anlamlı derecede düşük bulundu.. Hasta grubunun CIMT değeri (0.558±0.116) ile kontrol gurubunun CIMT değeri (0.49±0.117) (p=0.001), arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık vardı. SDC4 ve CIMT arasında anlamlı bir korelasyon saptandı (p<0.05). Sindekan 4 düzeyi ile beden kitle indeksi (BMI) arasında anlamlı bir korelasyon saptandı (p<0.05). Hasta grubunun SDC4 düzeyleri ile hastalık aktivite indeksi (SLEDAI) arasında anlamlı bir korelasyon saptandı (p<0.05). Yine hasta grubunda CIMT ve SLEDAİ arasında anlamlı bir korelasyon saptandı (p<0.05). Sonuç: Subklinik aterosklerozun önemli bir göstergesi olan karotis intima media kalınlığının bizim hasta grubumuzda kontrol grubuna göre anlamlı derecede yüksek olmasına rağmen, Sindekan-4 düzeylerinin aterosklerozu öngörmede güvenilir olmadığını düşünmekteyiz.
  • Öğe
    Paratiroidektomi geçiren hastalarda retrospektif olarakklinik ve laboratuvar parametrelerin değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2023) Çakıl, Kamile Büşra; Karaköse, Melia
    Giriş ve Amaç:Primer hiperparatiroidizm (PHPT),dört paratiroid bezinin bir veya daha fazlasından aşırı paratiroid hormonu (PTH) salgılanmasıyla karakterize bir hastalıktır. Hastalık bir çok organ sistemini etkiler ve çeşitli semptomlara neden olur.Anormal paratiroid bezlerinin cerrahi olarak çıkarılması, hastalığın en etkili tedavi yötemidir.Bu çalışma,PHPT nedeniyle ameliyat edilen hastaların preoperatif ve postoperatif değişkenleri sunmayı amaçlamaktadır. Materyal ve Metod:Bu çalışmaya paratiroidektomi operasyonu geçiren 35 hasta dahil edilmiştir.Paratiroid adenom tanısı alan ve paratiroidektomi sonrası takipte olan hastalardan rutin kontroller sırasında bakılan biyokimyasal tetkikler ve antropometrik ölçümler ve kemik dansitometre değelendirilecektir.Aynı zamanda çalışmaya ultrasonografi ile bakılan karotis intima media kalınlığı ve transtorasik ekokardiyografi ile bakılan epikardiyal yağ doku kalınlığı dahil edilmiştir. BulgularPreoperatif ve postoperatif bakılan laboratuvar değerlerinde PTH,kalsiyum,fosfor ve 24 saat idrar değerlerinde anlamlı düzeyde fark saptandı(p<0.001).Antropometrik ölçümler ise operasyon öncesi ve sonrası istatistiksel olarak benzer bulundu(p:0.883).Paratiroidektomi yapılan hastalarda preoperatif döneme göre karotis intima media kalınlığında anlamlı düzeyde azalma tespit edildi(p<0.001).Epikardiyal yağ doku kalınlığında operasyon öncesi ve sonrası anlamlı bir fark saptanmadı(p:0,798). Postoperatif dönemde bakılan KIMK ve epikardiyal yağ doku kalınlıkları ile laboratuvar parametreleri arasında korelasyon saptanmadı. Sonuç:Paratiroidektomi sonrası KIMK düzeyinin anlamlı azaldığı tespit edildi.Postoperatif dönemde bakılan KIMK ile laboratuvar parametreleri arasında korelasyon saptanmadı.
  • Öğe
    Akut pankreatit hastalarında serum supar (çözünür ürokinazplazminojen aktivatör reseptör) düzeyi ile hastalık şiddetiarasındaki ilişkinin değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2023) Yanaç, Hilal; Bıyık, Murat
    Amaç: Akut pankreatit (AP) şiddetli karın ağrısına, pankreatik nekroza ve çoklu organ disfonksiyonuna neden olabilen, %1-5'lik bir mortalite oranına sahip, pankreasın yaygın inflamatuar bir hastalığıdır. Hafif AP (MAP), organ yetmezliği olmaması ve lokal veya sistemik komplikasyon olmaması ile karakterizedir. Orta şiddetli AP (MSAP), geçici organ yetmezliği (48 saat içinde düzelir) ya da lokal, sistemik komplikasyonların olmasıdır. Şiddetli AP (SAP) bir veya daha fazla organı tutabilen kalıcı organ yetmezliği (48 saatten uzun süren) gelişmesidir. SuPAR proteini hücre yüzeyinden ayrıldıktan sonra kanda ve diğer organik sıvılarda bulunur. Hücre adezyonu, migrasyon, kemotaksis, proteoliz, immün aktivasyon, doku yeniden şekillenmesi, invazyon ve sinyal transdüksiyonu dahil olmak üzere çeşitli immünolojik fonksiyonlarda yer alır. Çalışmamızda AP hasta grubu şiddetine göre sınıflanıp, serum SuPAR düzeyi ile AP şiddeti arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışmamız 30.10.2021 ve 30.06.2022 tarihleri arasında hastanemize başvuran 18-80 yaş arası 130 akut pankreatitli ve 50 sağlıklı gönüllü ile yapılmıştır. Hastalar demografik özellikleri, hastalığın etiyolojisi, laboratuvar parametreleri ve Atlanta sınıflamasına göre gruplandırıldı. Akut pankreatitli hastalar MAP, MSAP ve SAP olarak sınıflandırıldı. Hasta ve kontrol grubu serum SuPAR düzeylerine göre değerlendirildi. Elde edilen verilerin istatistiksel analizi yapıldı. Bulgular: Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi’nde yapılan bu çalışmaya 130 AP hastası ve 50 sağlıklı birey dahil edildi. Hastaların %53,1’i (n=69) kadın, %46,9’u (n=61) erkekti. Kontrol grubunun %54’ü (n=27) kadın, %46’sı (n=23) erkekti. AP hastalarının yaş ortalaması 55,53 ± 18,01 yıl, kontrol grubunun yaş ortalaması ise 51,20 ± 6,6 yıl olarak tespit edildi. AP hastalarında etiyolojik sebepler incelendiğinde %76,9 (n=100) ile safra taşı ilk sırada yer almaktaydı. AP hastalarının %20’sinde (n=26) AKI (Akut Kidney Injury) geliştiği saptandı. AKI saptanan hastaların %84,6’sı (n=22) evre 1 olarak bulundu. AP grubunda hematolojik parametrelerden lökosit, nötrofil, RDW (Eritrosit dağılım genişliği) değerleri kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek (p<0,001); lenfosit, hematokrit (Hct), platelet (PLT) değerleri istatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşük tespit edildi (p değerleri sırasıyla; p<0,001, p=0,011, p=0,038). Evreden vi bağımsız olarak SuPAR düzeyi AP hasta grubunda kontrol grubuna göre daha yüksek tespit edildi. Hasta grubunda NLR (Nötrofil Lenfosit Oranı), PLR (Platelet Lenfosit Oranı), SII İndeks (Sistemik İmmun İnflamasyon İndeks), SIRI (Sistemik İnflamatuar Yanıt İndeksi) değerleri kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek tespit edildi (p<0,001). Hasta grubunda CRP (C reaktif protein), AST (Aspartat Transaminaz), ALT (Alanin Transaminaz), LDH (Laktat dehidrogenaz), amilaz, lipaz, glukoz değerleri kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek tespit edildi (p<0,001). Hastaların %51,6’sında (n=67) hafif şiddette AP, %44,6’sında (n=58) orta şiddetli AP, %3,8’inde (n=5) SAP saptandı. Hafif, orta ve şiddetli AP karşılaştırılmasında yatış süresi, lökosit, nötrofil, monosit, CRP, kreatinin, kalsiyum, SuPAR değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı (p değerleri sırasıyla; p<0,001, p=0,006, p=0,021, p=0,016, p=0,015, p=0,014, p=0,026, p=0,028). SuPAR ile Ranson skoru arasında pozitif yönde anlamlı korelasyon tespit edildi (r=0,183, p=0,037). SuPAR ile Bısap skoru arasında pozitif yönde anlamlı korelasyon tespit edildi (r=0,193, p=0,028). SuPAR ile Atlanta sınıflaması arasında pozitif yönde anlamlı korelasyon tespit edildi (r=0,263, p=0,002). SuPAR ile AKI arasında pozitif yönde istatistiksel olarak anlamlı korelasyon saptandı (r=0,288, p=0,001). SuPAR ile yatış süresi arasında pozitif yönde anlamlı korelasyon tespit edildi (r=0,183 p=0,037). SuPAR’ın SAP’ı öngörmedeki yerini belirlemek için ROC eğrisinin altında kalan alan hesaplandı; AUC=0,687, p=0,15 olarak sonuçlandı. İnflamatuar biyobelirteç olarak SuPAR düzeyinde hastalık şiddeti ile artış tespit edildi ancak istatistiksel olarak anlamlı sonuç elde edilemedi. Sonuç: Çalışmamızda AP şiddeti ile artan serum SuPAR düzeyleri, SuPAR’ın AKI ile korelasyonu umut vadedicidir. Ancak çalışmamızda hasta sayısı sınırlı olup daha geniş hasta popülasyonunun yer aldığı çalışmalara ihtiyaç vardır.
  • Öğe
    Tip1 ve tip2 diyabetus mellitus hastalarında; Ekzokrinpankreas yetmezliği sıklığının araştırılması ve çeşitli klinikve laboratuvar parametreleriyle ilişkisinin incelenmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2023) Karabulut, Burcu; Asıl, Mehmet
    Introduction: Pancreatic enzyme deficiency (PEI) is a common clinical condition in patients with Diabetes Mellitus. The aim of our thesis study is to determine the frequency of pancreatic enzyme insufficiency in patients with Type 1 or Type 2 DM in Necmettin Erbakan University Meram Faculty of Medicine, Department of Internal Medicine, Endocrinology and Metabolism Diseases Department and service, and to retrospectively examine the clinical and laboratory tests of these patients and evaluate the difference to evaluate relationships. Methods: Fecal samples were obtained from 165 patients with Type 1 or Type 2 DM who were followed up in Necmettin Erbakan University Meram Faculty of Medicine, Department of Internal Diseases, Endocrinology and Metabolic Diseases Outpatient Clinic and service. The fecal samples taken were kept at -80 degrees until FE-1 biochemistry study kits were obtained. Fecal elastase 1 (FE1) level was measured using enzyme-linked-immune assay (ELISA) kits for the presence of PEI in fecal samples. Fecal elastase levels of 200 μg/g were classified as normal exocrine function, 100-200 μg/g as mild to moderate exocrine pancreatic insufficiency (PEI), and <100 μg/g as severe PEY. The patients were divided into 3 main groups as type 2 DM using insulin, type 2 DM only using OAD, and type 1 DM. In our study, the clinical and laboratory tests between these 3 groups were retrospectively analyzed and the relationship between them was evaluated. A questionnaire was administered to the patients regarding the diagnosis and symptoms of PEY. According to the results of the questionnaire, they were evaluated as patients with mild, moderate and severe PEI symptoms and who were not considered to have PEI. In conclusion: Of 165 patients with DM, 44 had Type 1 DM and 121 had Type 2 DM. Of the patients diagnosed with Type 2 DM, 58 were on insulin and 63 were on oral antidiabetics (OAD). Of 165 patients, 80 (48.50%) had PEY and 85 (51.51%) did not have PEI. The rate of PEI was 59.1% in type 1 DM patients and 44.6% in 121 type 2 DM patients. Patients in the group with severe PEI had a longer diagnostic period and were insulin users. The questionnaire revealed that symptom severity increased as the severity of PEI increased. Results: PEI is a common condition in diabetic patients. Patients diagnosed with diabetes should be evaluated in terms of PEI, PEI symptoms should be questioned, and further examination should be performed when necessary.
  • Öğe
    IGA nefropatili hastaların prognozunda böbrek biyopsisinin rolü
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2023) Elbistan, Cemile Feyza; Asıl, Mehmet
    Amaç: Bu çalışmada, IgA nefropatisi tanısı almış hastaların biyopsi materyallerinin patogenezle ilişkisi olduğu bilinen C4d, IL-10, PDGF ve TGF- beta immunhistokimyasal boyalarıyla boyanmasının demografik, histopatolojik ve klinik verilerle beraber değerlendirildiğinde son dönem böbrek yetmezliğine ilerleyişi ve erken dönemde tedavi modalitesini belirlemede katkısının olup olmayacağı hedeflenmiştir. Materyal ve Metot: Çalışmamıza 2015 Ocak ve 2022 Ocak tarihleri arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Nefroloji Kliniğinde böbrek biyopisisi yapılıp primer IgA nefropatisi tanısı alan 18 yaş ve üzeri 59 hasta dahil edildi. Hastaların biyopsi esnasında bakılan yaş, cinsiyet, kan grubu gibi demografik verileri ile üre (mg/dL), kreatinin (mg/dL), eGFR (50 mL/dk/1,73 m²), 24 saatlik idrarda proteinüri (mg/dL) değerleri, biyopsiden 1 yıl sonra ve sistemde bulunan en son laboratuvar değerleri karşılaştırmaya alınmıştır. C4d, IL-10, PDGF ve TGF- β immunhistokimyasal boyanması pozitif ve negatif olanlar ve tanı anındaki GFR düzeyleri, MEST-C skoru, yıllık GFR ve proteinüri değişimleri, tedavi yanıtları, 1 ve 5 yıllık süreleri içeren IgA prediction tool oranları ile ilişkisi değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya primer IgA nefropatisi tanısı alan 59 hasta dahil edilmiştir. Hastaların 24’ü kadın, 35’i erkekti. Tüm hastaların yaş ortalaması 39.4814,81 ve ortalama tanı yaşı 37.6112,82 yıldı. Hipertansiyon %70 (n=41) hastada mevcut olup, başka ek hastalık yoktu. Takip edilme süreleri ortalama 42,9823,5 aydı. Tanı anında bakılan ortalama GFR 66,6129,7 ml/dk, kreatinin 1,430,8 mg/dL, proteinüri 26702110 mg/dL ve CRP 7,5111,5 mg/dL olarak bulundu. 59 hastanın tümü RAS blokörü kullanmaktaydı ve %69’una (n=40) immunsupresif tedavi eklendiği görüldü. 59 hastanın patoloji bloklarının hepsi TGF-beta ile boyandı. Blokların %56’sı (n=33) C4d, %96,6’sı (n=57) PDGF ve %62,7’si (n=37) IL-10 ile boyandı. TGF-beta, PDGF ve IL-10 ile boyananlar, boyanmamın şiddetine göre numaralandırıldı. Şiddetine göre boyanan TGF-betanın %30,5’i (n=18) hafif dereceli, %45,8’i (n=27) orta dereceli, %23,7’si (n=14) ciddi dereceliydi. . PDGF ile boyananların %50,8’i (n=30) hafif dereceli, %37,3’ü (n=22) orta dereceli ve %8,5’i(n=5) ciddi dereceliydi. IL-10 ile boyananların %39’u (n=23) hafif dereceli, %20,3’ü (n=12) orta dereceli ve %3,4’ü(n=2) ciddi v dereceliydi. C4d antikoru ile boyanma, boyanın lokalizasyonu ve boyandığı lokalizasyonun boyanma yüzdesine göre değerlendirildi. Lokalizasyonlar glomerüllerde mesengial/perimesengial(m/pm) boyanma, periferal boyanma ve sklerotik glomerülerde non spesifik boyanma olarak üç bölümde gruplandı. Boyanan lokalizasyon eğer %50’nin altında boyama gösteriyorsa fokal, %50’nin üstünde boyama gösteriyorsa diffüz olarak değerlendirildi. M/pm boyaması olup glomerüllerin %50’sinden fazla boyananlar 10 blok, m/pm boyaması olup glomerüllerin %50’sinden azı boyananlar 7 bloktu. Glomerüllerin periferal %50’den fazla boyandığı blokların sayısı 7, glomerüllerin periferal %50’den az boyandığı blok sayısı ise 2 adetti. Sklerotik glomerüler segmentte non spesifik boyanması %50’den az olan 7 adet bloktu. GFR değeri 60 altında ve üstünde olan hastalar karşılaştırıldığında, GFR< 60 olan hastalarda TGF-beta ve PDGF ile boyanma şiddetinin daha yüksek olduğu bulundu (sırasıyla p=0,004, p=0,008). Ciddi boyanan TGF-beta ve PDGF boyalarının 1 yıl sonra son dönem böbrek yetmezliğine ilerleme hızı daha fazlaydı (sırasıyla p=0,002, p=0,001). GFR değeri 60 altında olan hastaların C4d ve IL-10 ile boyanma oranı, biyopsi esnasındaki GFR değeri 60 üzerinde olan gruba göre daha fazlaydı (sırasıyla p=0,002, p=0,033). C4d boyanan grupta, 1 yıllık ve 5 yıllık IgA Prediction Tool formülü ile hesaplanan SDBY’ne ilerleme oranı C4d boyanmayan gruba göre daha yüksekti (sırasıyla p=0,001, p=0,001). IL-10 boyanan grubun, 1 yıllık ve 5 yıllık IgA Prediction Tool formülü ile hesaplanan SDBY’ne ilerleme oranı IL-10 ile boyanmayan gruba göre daha yüksekti (sırasıyla p=0,001, p=0,001). Binary regresyon analizine geleneksel kriterlerden cinsiyet, tanı yaşı, tanı esnasındaki GFR ve proteinüri değerleriyle, immunhistokimyasal boyalar dahil edildi. Klinik progresyonun bağımsız ön gördürücüsü olarak IL-10 tespit edildi. IL-10 boyanan grubun, boyanmayan gruba göre 4,9 kat daha fazla tedaviye yanıtsız olduğu saptandı (p= 0,008). Sonuç: Çalışmamızda renal biyopsi preparatının IL-10 ile immunhistokimyasal boyanmasının olumsuz renal sağkalım ile ilişkili olduğu bulunmuştur. IL-10’nun IgA nefropatisinin erken dönemde prognozunu tahmin etme açısından yol göstermesi, umut vadedicidir. Ancak çalışmamızda hasta sayısı sınırlı olduğundan, daha geniş hasta popülasyonunun yer aldığı çalışmalara ihtiyaç vardır.
  • Öğe
    İnflamatuar barsak hastalıklarında kötü metabolik durum göstergesi olarak HDL/ürik asit oranının değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2022) Doğan, Kamuran; Ataseven, Hüseyin
    Amaç: İnflamatuar barsak hastalıklarında kötü metabolik durum göstergesi olarak HDL/Ürik asit oranının çalışılması amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmamızda Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi gastroenteroloji kliniği ile genel dahiliye kliniğine Temmuz 2021 ve mayıs 2022 tarihleri arasında başvuran İBH tanılı hastalar ile herhangi bir ek hastalığı olmayan ve fonksiyonel şikayetler ile başvuran hastalar dahil edildi. Hastalar sosyodemografik özellikler, klinik ve laboratuar parametreleri açısından retrospektif olarak tarandı. Bulgular: Çalışmaya 72’si ülseratif kolit (ÜK) , 26’sı crohn tanısı olan ve 102’si inflamatuar bağırsak hastalığı olmayan toplam 200 katılımcı dahil edildi. Hastaların %56,10’u (n=55) kontrol grubunun ise %43,10’u (n=44) erkekti. Hastaların yaş ortalaması 41,52 ± 13,95 yıl, kontrol grubunun 38,62 ± 14,20 yıl olarak kaydedildi. Ülseratif kolit, crohn ve kontrol grupları arasında cinsiyet, yaş ve vücut kitle indeksi (BMI) dağılımı istatistiki olarak benzer bulundu (p>0,05). Hasta grubunun %76,50’si( n=72) remisyonda, %23,50’si (n=23) atakta olarak tespit edildi. Hastalık süresi ÜK hastalarında ortalama 6,87 ± 5,18 yıl, crohn hastalarında ise 6,30 ± 3,90 yıl olarak belirlendi. Hastaların %29,60’ının (n=29) aktif şikâyeti vardı. ÜK hastalarının %2,80’inde (n=2), crohn hastalarının %30,80’inde (n=8) cerrahi öyküsü vardı. HDL/Ürik Asit oranında hasta ve kontrol grupları ile atak ve remisyon grupları arasında istatistiki olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0,05). Çalışmayı desteklemesi amacıyla bakılan MPV(Ortalama Trombosit Hacmi), Nötrofil-lenfosit Oranı(NLO), Platelet-Lenfosit Oranı(PLO) ve (Sistemik immün-inflamasyon indeksi)Sİİ değerleri ise her iki hastalıkta atak ve remisyonu göstermede etkili parametreler olarak görüldü. Sonuç: Çalışmamızda HDL/Ürik Asit oranı ile inflamatuar barsak hastalıklarında hasta kontrol grupları arasında anlamlı fark saptanmadı (p>0,05). Literatürde İBH ile HDL/Ürik Asit arasında yapılan bir çalışma olmadığından karşılaştırma yapılamadı. Daha önce yapılan çalışmaların metabolik hastalıklar ile anlamlı çıkmasından dolayı bu parametrenin v inflamasyon ile seyreden hastalıklardan ziyade metabolik yol üzerinden gelişen hastalıklarda daha anlamlı çıkacağı öngörülmüştür.
  • Öğe
    Anti-tnf tedavisi alan olgularda uygulama öncesi ve sonrasında serum inflamasyon belirteçlerinin seyrinin değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2023) Öz, Ali; Keskin, Muharrem
    Tümör nekroz faktörü (TNF) çoğunluğu makrofajlar tarafından üretilen, geniş sitokin ailesinin bir üyesidir. Farklı sitokinler farklı mesajlar iletir ancak sitokinler bağışıklık, inflamasyon, hücre büyümesi, hücre göçü, fibrozis, vaskülarizasyon dahil olmak üzere birçok önemli biyolojik süreçte kilit rol alır. Dolayısıyla bu kadar önemli görevleri olan sitokin ailesinin birçok hastalıkta da tedavi anlamında önemli görevleri bulunmaktadır. Anti-TNF tedaviler çeşitli inflamatuvar hastalıklarda genellikle birinci sıra tedavilerden yarar görmeyen hastalarda kullanılmaktadır. Anti-TNF tedavinin başlıca kullanıldığı inflamatuvar hastalıklar Romatoid Artrit (RA), Ankilozan Spondilit (AS), İnflamatuvar Bağırsak Hastalıkları (İBH) ve Psöriatik Artrit (PSA)’tir. Şu anda onaylanmış beş anti-TNF ilaç bulunmaktadır: İnfliximab, Etanercept, Adalimumab, Golimumab ve Sertolizumab. Akut veya kronik inflamasyonda kullanılan bazı inflamatuvar belirteçler vardır. Nötrofil-lenfosit oranı (NLR), trombosit-lenfosit oranı (PLR), sistemik immün inflamasyon indeksi (SII) ve CRP/albümin oranı (CAR) gibi çeşitli immün inflamatuvar temelli indeksler gösterilmiştir. Yapılan son çalışmalar bu biyobelirteçleri inflamasyonu belirlemek, tedavi yanıtını değerlendirmek, hastalık aktivitesini değerlendirmek için potansiyel birer belirteç olarak tanımlamaktadır. Günümüzde hem romatolojik hem de İBH hastalarında anti-TNF tedavinin etkinliğini net olarak değerlendirebilecek spesifik bir belirteç yoktur. Bu çalışmada anti-TNF alan hastalarda uygulama öncesi ve sonrasında serum inflamasyon belirteçlerinin seyrinin değerlendirilmesiyle tedavi yanıtını ve/veya yanıt yetersizliğini öngörebilmeyi amaçladık. v Çalışmaya, Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Ayaktan Tedavi Ünitesine 10/2021 – 09/2022 tarihleri arasında anti-TNF-α tedavisi almak için başvuran 80 gönüllü hasta dahil edilmiştir. Çalışmaya dahil edilen hastalar Romatoloji ve Gastroenteroloji kliniklerinde takipli, en az 3 aydır anti-TNF-α tedavisi almakta olan ve remisyonda takip edilen hastalardan seçilmiştir. Çalışma prospektif yapılmıştır. Hastaların sosyodemografik ve karakteristik özellikleri hastane otomasyon sisteminden geriye dönük incelenmiştir. Hastalara ait kaynaklardan tanı konulma anındaki yaş (yıl), cinsiyet, hastalığın tanısı, hastalık süresi (ay), fistül ve/veya perianal apse varlığı (İBH hastalarında), anti-TNF-α kullanım sıklığı (hafta), anti-TNF-α kullanım süresi (ay), anti-TNF-α değişikliği, anti-TNF-α advers etki, steroid bağımlılığı, steroid direnci, ek hastalık varlığı ve İBH nedeni ile cerrahi tedavi öyküsü kaydedilmiştir. Hastalar kendi tedavi periyotlarına göre tedavilerini 8 haftalık, 4 haftalık, 2 haftalık ve 1 haftalık aralıklarla almıştır. 0. gün tedavi öncesi, 1. gün tedavi başı, 7. 14. ve 28. günler tedavi ortası olarak değerlendirilmiştir. Serum örneklerinin sonuçlarına göre NLR, PLR, SII ve CAR değerleri çalışmaya dahil edilmiştir. Hastaların %20’si (n=16) İBH hasta grubunu oluştururken hastaların %80’i (n=64) İBH dışı hasta grubunu oluşturmuştur. İBH hasta grubunun yaş ortalaması 38,25 (±15,04) iken İBH dışı hasta grubunun ise 44,78 (±11,90) saptanmıştır. İBH grubunda hastaların %43,8’i (n=7) ADA, %37,5’i (n=6) İFX ve %18,8’i (n=3) Vedolizumab, İBH dışı grubun %37,5’i (n=24) İFX, %18,8’i (n=12) CZP, %15,6’sı (n=10) ETA, %15,6’sı (n=10) GOL ve %12,5’i (n=8) ADA kullanmıştır. Çalışmada, İBH grubunda yer alan hastaların anti-TNF tedavi döngülerinin başında NLR ve SII’da anlamlı azalmalar tespit edilmiştir. İBH dışı grupta tedavinin başında NLR ve PLR’de anlamlı azalmalar tespit edilmiş ve tedavi ortasına gelindiğinde NLR ve PLR’de anlamlı azalmaların devam ettiği, SII ve CAR’da da bu dönemde anlamlı azalmaların görüldüğü tespit edilmiştir. Hasta gruplarının anti-TNF ajanlara göre biyobelirteçlerinin değerlendirilmesinde özellikle İFX tedavisi sonrası anlamlı sonuçlar tespit edilmiştir. İBH grubunda yer alan hastaların anti-TNF tedavi döngülerinin başında NLR, PLR ve SII’da anlamlı azalmalar tespit edilmiştir. Tedavinin ortasında ise PLR ve SII’da anlamlı azalmaların devam ettiği tespit edilmiştir. İBH dışı grupta ise tedavinin başında PLR ve CAR’da anlamlı azalmalar tespit edilmiştir ve İFX tedavisini 8 haftada bir alan hastalarda tedavinin ortalarına gelindiğinde PLR’de anlamlı artışlar görülmüştür. vi Sonuç olarak hem İBH hem İBH dışı hasta gruplarında anti-TNF tedavilerin sonrasında tedavi yanıtının değerlendirilmesinde NLR ve SII’ın ortak olarak kullanılabileceği, PLR ve CAR’ın daha çok İBH dışı grup hastalarda anlamlı değerlendirmelerde kullanılabileceği tespit edilmiştir. Özellikle PLR’nin İBH dışı grupta tedavi başı ve ortasında tedavinin sürdürülmesi, ek ajanlara geçilmesi, tedavi sıklığının artırılması gibi değerlendirmelerde daha etkin kullanılabileceği tespit edilmiştir. İBH dışı grupta IFX tedavisi alan hastalarda PLR’nin tedavi ortasında artması, yoğunlaştırılmış anti-TNF tedavinin hastalıkların remisyonunda daha faydalı olabileceğini akla getirmektedir. Özellikle GOL tedavisi alan hastalarda tedavi sonrası yanıtın, tedavinin ortasında anlamlılık kazanması GOL tedavisinin etkinliğinin tedavinin ortalarına doğru ortaya çıktığını düşündürmektedir. Biyobelirteçlerin anti-TNF tedavi yanıt ve takibi bakımından klinik pratikte kullanımını öngörebilmek için yüksek volümlü hasta sayıları içeren daha ileri çalışmaların yapılması gerekmektedir ancak mevcut çalışmamızın da ileri çalışmalara referans olabilecek sonuçları olduğu görülmektedir.
  • Öğe
    Acil servise üst gastrointestinal sistem kanama semptomları ile başvuran hastalarda endoskopik tedavi yöntemlerinin değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2022) Demir, Ömer Faruk; Demir, Ali
    Üst gastrointestinal sistem (GİS) kanaması mortalite ve morbiditesi yüksek olan acil bir durumdur. Üst GİS kanamaları acil servislere başvurunun sık sebepleri arasında yer alır ve önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Bu çalışmada üst GİS kanama semptomları ile başvuran hastaların demografik özellikleri, geliş şikayetleri, komorbid hastalıkları, predispozan ilaç kullanım öyküleri, endoskopik bulguları ve uygulanan tedavi yöntemleri ile ilgili güncel veri elde etmek ve literatürle karşılaştırmak amaçlanmıştır. Yöntem:Çalışmamızda Ocak 2018 ve Ocak 2022 tarihleri arasında Üst Gastrointestinal Sistem Kanama ön tanısı ile Acil Servisten Gastroenteroloji Kliniğine danışılan, 18 yaş üzerinde olan,travmaya sekonder kanaması olmayan ve hastane elektronik sisteminde ICD tanı kodu mevcut olan, Üst Gastrointestinal Sistem Endoskopisi yapılmış 790 hasta yer almaktadır.Hastaların,demografik özellikleri, acil servise geliş prezentasyonları, ek hastalıkları, ilaç kullanımları, alışkanlıkları, geliş hemogram ve biyokimya değerleri, endoskopi sonuçları, uygulanan tedaviler, nüks kanama varlığı, transfüzyon ihtiyaçları, hastanede kalış süreleri ve prognozları hastane elektronik sisteminden retrospektif olarak incelendi. Bulgular:Çalışmamızdaki hastaların %61,40'ı (n=485) erkekti ve tüm hastaların yaş ortalaması 67,45±16,88 yıl idi. Hastaların %70,50'sinde (n=557) en az 1 kronik hastalık mevcuttu ve en sık görülen hastalık %27,70 (n=219) oranı ile hipertansiyondu. Katılımcıların %60,50'sinde (n=478) en az 1 GİS kanamasını presipite edici ilaç kullanımı olduğu ve en sık kullanılan ilacın %23,70 (n=187) oranı ile asetil salisilik asit (ASA) olduğu belirlendi. Çalışmaya alınan hastaların %66,80'nin (n=528) melena, %37,80'nin (n=299) hematemez, %9,10'unun (n=72) hematokezya, %2,00'ının (n=16) senkop ile hastaneye başvurduğu ve %26,70'inde (n=211) aktif kanama olduğu tespit edildi. . Hastaların %27,20'sinde (n=215) duedonal ülser, %14,40'ında (n=114) gastrik ülser, %13,80'inde (n=109) eritematöz gastrit, %13,80'inde (n=109) özefagus varis kanaması tespit edildi. GİS kanama ile başvuran hastaların %62,40'ına (n=493) izole medikal tedavi, %22,30'una (n=176) hemoklips, %15,40'ına (n=122) adrenalin, %8,20'sine (n=65) bant ligasyonu uygulandığı, %1,40'ına (n=11) girişimsel embolizasyon yapıldığı belirlendi. 62 hastada (%7,80) nüks geliştiği ve toplamda 57 hastanın (%7,20) exitus olduğu kaydedildi. İzole medikal tedavi uygulanan hastalarda nüks daha düşük oranda, hemoklips, adrenalin, bant ligasyonu, cerrahi / girişimsel embolizasyon uygulanan hastalarda nüks daha yüksek tespit edildi.Aynı şekilde yatış süresi uzun olan hastalarda, ES ihtiyacı fazla olan hastalarda nüksün daha fazla geliştiği tespit edildi. GİS kanaması ile başvuran hastalardan ek hastalığı, hipertansiyonu, koroner arter hastalığı, kronik böbrek yetmezliği, serebrovasküler olay, romatizmal hastalığı ve ritim bozukluğu olanlarda GİS kanamasını presipite edici ilaç kullanımı daha yüksek, karaciğer sirozu olanlarda daha düşük belirlendi. GİS kanaması ile başvuran hastalardan ASA, NSAİİ, Klopidogrel ve heparin kullananlarda INR düzeyi daha düşük, varfarin, yeni nesil oral antikoagülan kullananlarda INR düzeyi daha yüksek kaydedildi. Endoskopi sonucunda duedonal ülser tespit edilen hastalarda yatış süresinin daha kısa, özefagus varis kanaması, mide kanseri, dieulafoy lezyonu tespit edilen hastalarda daha uzun yatış süresi olduğu belirlendi.İzole medikal tedavi uygulanan hastalarda yatış süresinin istatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşük; hemoklips, adrenalin, bant ligasyonu, cerrahi / girişimsel embolizasyon uygulanan hastalarda yatış süresinin istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha uzun olduğu saptandı. Sonuç:Sonuç olarak yapmış olduğumuz bu çalışmada üst GİS kanamalarınınhalen önemli bir mortalite ve morbidite sorunu olduğunu saptadık. Üst GİSkanamaya sebep olabilecek ilaçların kullanım oranının, ek hastalıkların birlikteliğininyüksek olduğunu, yaşlılarda sık görüldüğünü ve yaşla birlikte mortalitenin arttığını ayrıca günümüzde endoskopik ve anjiyografik tedavi metodlarının gelişmesi ile birlikte cerrahi tedavi ihtiyacının azaldığını tespit ettik.