Tez Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 45
  • Öğe
    Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi göğüshastalıkları yoğun bakım ünitesinde entübe halde takip edilenpnömonili hastalarda bronkoalveolar lavaj ve trakeal aspiratmateryallerinin kültürlerinin ve gram boyamalarının kıyaslanması
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2023) Öğe, Necmeddin; Demirbaş, Soner
    Amaç. Pnömoni önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir ve her yıl dünya çapında milyonlarca insanı etkilemektedir. Pnömoniye sebep olan mikrobiyolojik etkenin saptanması uygun antibiyotik verilmesi, morbidite ve mortalite oranını düşürmek açısından oldukça önemlidir. Çalışmamızda ventilatör ilişkili pnömoni(VİP) sebebiyle takip edilen hastalarda mikrobiyolojik etkeni saptamaya yönelik endotrakeal aspirat yöntemiyle bronkoskopik bronkoalveolar lavaj yöntemini mukayese etmeyi amaçladık. Gereç ve yöntem. Bu çalışma prospektif olarak 1 Mart 2022-1 Şubat 2023 tarihleri arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi göğüs hastalıkları yoğun bakım ünitesinde yatan VİP tanılı hasta grubu ile gerçekleştirilmiştir. Çalışmamızda anamnezleri, fizik muayene bulguları, yoğun bakım takipleri, radyolojileri ve laboratuvar tetkikleri ile klinik pulmoner enfeksiyon skoru incelenerek ventilatör ilişkili pnömoni düşünülmekte olan 31 hastaya yoğun bakım ünitemizde yatarken endotrakeal aspirasyon ile eş zamanlı bronkoalveolar lavaj yapılıp elde edilen örnekler en kısa sürede klinik mikrobiyoloji laboratuvarına iletilmiştir. Mikrobiyoloji laboratuvarında örneklerin gram boyamaları, ARB, mantar ve tüberküloz kültürleri ile bakteriyolojik kantitatif kültürleri ve antibiyogramları incelenip kaydedildi. Hastaların demografik verileri, örnekleme öncesi antibiyoterapi bilgileri, APACHE II, SAPS II, SOFA, PSI skorları ve 30 ile 90 günlük mortalite verileri kaydedildi. Araştırma sonucu elde edilen veriler bilgisayar ortamında SPSS (Statistical Package for Social Sciences) 18.0 paket programı ile analiz edildi. Bulgular. İncelenen 31 hastadan, dahil edilme ve dışlama kriterlerini karşılayan 29 hasta çalışmaya alındı. Çalışmaya alınan hastaların 20’si (%69,00) erkek, 9’u (%31,00) kadındı ve yaş ortalaması 68,24 ± 17,32 yıl olarak saptandı. Bu hastalarda belirlenen komorbiditelerden en sık %37,90 ile hipertansiyon, %27,60 ile kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) ve %24,10 ile diabetes mellitus idi. Hastaların ortalama SAPS II skoru 55,66 ± 18,30, APACHE II skoru 24,62 ± 7,09, SOFA skoru 7,14 ± 2,85 PSI skoru 144,14 ± 36,71 olarak hesaplandı. 30 vi günlük mortalite oranı %20,70 olarak, 90 günlük mortalite oranı %72,40 olarak saptandı. Radyolojik olarak pnömoni lokalizasyonu değerlendirilen hastaların %41,40’ında bilateral, %41,40’ında sağ akciğer, %17,20’sinde sol akciğer olarak saptandı. ETA kültürüne göre anlamsız üreme olan hastaların 8’inde (%44,40) BAL kültürü üremesi anlamlı olarak tespit edildi ve ETA ve BAL kültür anlamlı-anlamsız üreme oranlarının dağılımında istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu (p=0,003). Sonuç. Çalışmamızda bronkoskopik BAL yönteminin pnömoni etkenini saptamasında endotrakeal aspirasyona üstün olduğu saptandı. ETA yönteminin invaziv olmaması, maliyetinin daha az olması ve özel uzmanlık getirmemesi gibi avantajlarına rağmen orofarengeal flora ile kontamine olabilmesi, etken mikroorganizmanın saptanamaması gibi dezavantajları mevcuttur. YBÜ’de VİP sebebiyle takip edilen hastalar da bronkoskopik BAL ile etkenin saptanıp uygun antibiyoterapi verilmesi mortalite ve morbiditeyi azaltmaya katkı sağlayacağını düşünmekteyiz.
  • Öğe
    Akut pulmoner emboli tanısı alan hastalarda basitleştirilmiş pulmoner emboli ağırlık indeksi'nin (spesı) biyokimyasal parametreler ile kombine kullanımının otuz (30) günlük mortalitede prognostik değeri
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2021) Koç, Abdurrahman; Vatansev, Hülya
    AMAÇ:Pulmoner emboli tedavi edilmemesi halinde mortalite oranları %20-25 civarında görülmekte iken, tedavi edilen vakalarda mortalite %2-8’e kadar düşmektedir.Basitleştirilmiş pesi skoru, akut pulmoner emboli hastalarında 30 günlük mortalite riskini belirlemeyi amaçlar. Çalışmamızda akut pulmoner emboli tanısı konulan hastaların biyokimyasal belirteçlerinin mortaliteyi öngörebilmelerini tespit etmeye çalıştık. YÖNTEM:Bu çalışma 01 Mayıs 2020 - 26 Mayıs 2021 tarihleri arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesine acil servis ve göğüs hastalıkları polikliniklerine başvuran ve bu hastalardan akut pulmoner emboli tanısı bilgisayarlı tomografi pulmoner anjiografi ile kesinleşmiş hasta grubunu kapsamaktadır.Çalışmaya alınan APE hastalarının tanısı bilgisayarlı tomografi (BT) anjiografi ile en az bir subsegmenter tutulum tespit edilerek doğrulanmıştır. Çalışmada hastalar tanı aldıktan sonra düşük (sPESI=0) ve yüksek riskli (sPESI≥1) olarak iki gruba ayrıldı. Hastaların demografik verileri analiz edildikten sonra başta pro-BNP değerleri olmak üzere mortaliteye etkisi olabileceği düşünülen parametreler bu iki grupta karşılaştırıldı. Araştırma sonucu elde edilen veriler bilgisayar ortamında SPSS (Statistical Package for Social Sciences) 18.0 paket programı ile analiz edildi. BULGULAR:Çalışmaya alınan 87 hastanın 37’si (%42,5) erkek, 50’si (%57,5) kadındı ve yaş ortalaması 64,95±15.06 saptandı. sPESI risk sınıflamasına göre düşük riskli (sPESI=0) grupta 44 (%50,6), yüksek riskli (sPESI≥1) grupta43 (%49,4) hasta bulunmaktaydı. Otuz günlük takip sonunda çalışmaya alınan 87 hastanın 76’sı (%87,4) sağ, 11 (%12,6) hasta vefat etmiştir. 25 (%28,7) hastada eşlik eden DVT saptanmıştır. Çalışmaya alınan hastaların eşlik eden hastalıklarına bakıldığında malignite 21(%24,1) hastada, kronik akciğer hastalığı 11 (%12,6) hastada, kronik kalp hastalığı 32(%36,8) hastada, diyabet 17 (%19,5) hastada saptanmıştır.
  • Öğe
    Obstrüktif uyku apne sendromlu hastalarda CPAP (Continuous Positive Airway Pressure), egzersiz ve diyetin egzersiz kapasitesi üzerine etkisi.
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2021) Türker, Irmak; Yosunkaya, Şebnem
    Amaç. Bu çalışmada; ağır dereceli obstrüktif uyku apneli (OUAS) hastalarda CPAP tedavisi ve CPAP tedavisine ek olarak uygulanan egzersiz ve diyet uygulamasının egzersiz kapasitesi, solunum fonksiyonları ve biyokimyasal parametreler üzerine etkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem. Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Kliniği Uyku Laboratuvarı ve Pulmoner Rehabilitasyon bölümünde Haziran 2019 tarihinden sonra OUAS nedeniyle takip edilen 30 hasta çalışmaya dahil edildi. Yeni tanı almış 15 ağır dereceli OUAS olgusu ve ağır dereceli OUAS’lı ve en az 3 aydır CPAP tedavisi almaktayken 12 hafta boyunca CPAP tedavisine ek olarak pulmoner rehabilitasyon ve diyet polikliniği kontrolünde diyet ve egzersiz yapan hasta grupları çalışmaya dahil edilmiştir. Bulgular. Olguların %43,3’ü kadın, yaş ortalaması 49,03 ± 12,23, VKİ ortalaması 34,01 ± 5,05’ti. Tedavi almayan grup ile karşılaştırıldığında, CPAP tedavisi alan olguların FVC değeri (p=0,003), 6 dakikada yürüdüğü mesafe (p=0,003) ve tahmin edilen mesafe yüzdesi (p=0,002) anlamlı düzeyde daha fazla, bitiş BORG skoru ve EUS skor ortalaması anlamlı düzeyde daha düşüktü (sırasıyla p=0,006 ve p<0,001). 3 Ay CPAP tedavisi alan ve almayan OUAS gruplarının polisomnografileri karşılaştırıldığında uyku etkinliği ve NREM3 oranı dışında tüm parametrelerde istatistiki olarak anlamlı düzelme mevcuttu (Tüm p<0.05). Gruplar arasında biyokimyasal değerler açısından fark yoktu (Tüm p>0.05). 3 ay boyunca sadece CPAP tedavisi verildikten sonraki sonuçlar ile karşılaştırıldığında, 3 ay boyunca CPAP tedavisine ek olarak diyet ve egzersiz yapan grupta, VKİ, kan basıncı, CRP, insülin, proBNP, kolesterol, VLDL, trigliserid, glukoz, BORG skoru, EUS skoru istatistiksel olarak anlamlı düzeyde azalırken (p<0,05), HDL, FEV1, FVC, ortalama SpO2 ve NREM3 % değerleri istatistiksel olarak anlamlı düzeyde artmıştı (p<0,05) 6DYT sonuçları incelendiğinde sadece CPAP tedavisi sonuçları ile karşılaştırıldığında, 3 ay boyunca CPAP tedavisine ek olarak diyet ve egzersiz yapan olguların bitiş kalp hızı anlamlı düzeyde azalırken, başlangıç ve bitiş SpO2, 6 dakikada yürüdüğü mesafe ve tahmin edilen mesafe yüzdesi değerleri istatistiksel olarak anlamlı düzeyde artmıştı (p<0,05). CPAP+Egzersiz ve diyet tedavisi sonrasında VKİ’deki değişim ile EUS değişimi arasında, 6DYT’deki değişim ile NREM3% ve SpO2 düzeyi (r=0,571, p=0,025).değişimleri arasında istatistiksel olarak anlamlı, pozitif yönde, orta düzeyde korelasyon ilişkisi olduğu saptandı. Tedavi almayan olgularda, CPAP tedavisi sonrası olumlu olarak değiştiği belirlenen parametreler arasından EUS ile tahmin edilen mesafe yüzdesi arasında istatistiksel olarak anlamlı düzeyde negatif yönde orta düzeyde, FVC ile 6 dakikada yürüdüğü mesafe arasında pozitif yönde yüksek düzeyde korelasyon ilişkisi olduğu saptandı. Sonuç. Çalışmamızda OUAS olgularında CPAP tedavisine ek olarak egzersiz ve diyet uygulamalarının hastaların egzersiz kapasitesi başta olmak üzere gündüz aşırı uyku hallerinde, kan basıncı, CRP, insülin, proBNP, kolesterol, VLDL, trigliserid, glukoz, BORG skoru değerlerinde düzelmeye neden olduğu, OUAS’a bağlı metabolik ve kardiyak komorbiditelerin azaltılmasında egzersiz ve diyetin tek başına CPAP tan daha etkili olduğu belirlendi.
  • Öğe
    Bronşektazili hastalarda kan ve balgamda nötrofil elastaz, kanda IL-8, IL-1β ve desmozin düzeylerinin değeri, balgam hücre sayımı ve kültürü ile ilişkisi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2021) İncekara, Yaşar; Korkmaz, Celalettin
    Bronşektazi, kronik nötrofilik havayolu enflamasyonu ile ilişkili kalıcı bronş dilatasyonu ile karakterize bir hastalıktır. Bronşektazide aktive edilmiş nötrofiller, hava yolu duvar matriksini sindirebilen elastaz gibi proteolitik enzimler salgılar. Nötrofil elastaz (NE), nötrofil degranülasyon veya hücre ölümü sırasında açığa çıkabilen bir proteazdır. NE proenflamatuardır, siliyer hareketi yavaşlatır ve mukus sekresyonunu uyarır. İnterlökin-8 (IL-8) bronşektatik hava yollarındaki nötrofilleri degranüle eden en güçlü kemoatraktanlardan biridir. IL-1β, hava yolu enflamasyonuna ve fibrozise aracılık eder. Desmosin, elastin parçalandığında spesifik olarak dolaşıma salınan yapısal bir amino asittir. Bronşektazide enflamatuar aktivitelerin ölçülmesinde henüz altın standart bir yöntem olmadığından, hastalığın takibinde kullanılabilecek proenflamatuar mediatörlerle ilgili çalışmalar devam etmektedir. Bu alanda yapılacak çalışmalar, alevlenmeleri erken tanımada ve gelecekte yeni tedaviler geliştirilmesinde katkı sağlayabilir. Amaç: Çalışmamızda, bronşektazili hastalarda kan ve balgamda NE, kanda IL-8, IL-1β ve desmosin düzeylerinin tanısal değerini ve semptomlarla, alevlenme sıklığıyla, etiyolojileriyle, radyolojik tutulum yaygınlığıyla, bronşektazi tipleriyle ayrıca balgam hücre sayımı ve kültürleriyle ilişkilerini araştırarak bu biyobelirteçlerin bronşektazinin tanı ve takibinde güvenilir birer marker olabilirliklerini araştırmayı amaçladık. Araç ve Yöntem: Çalışmaya Kasım 2020-Mart 2021 tarihleri arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları polikliniğine başvuran, kliniğimizce takipli 18-90 yaş arası 46 bronşektazili hasta ve 45 kişilik kontrol grubu alındı. Hastaların hastalık süreleri, etiyolojileri, semptomları ve alevlenme sıklıkları, sorgulandı. Yüksek rezolüsyonlu akciğer tomografisi (YRBT) ile bronşektazi tipleri ve radyolojik yaygınlıkları belirlendi. Hastaların balgamında NE düzeyi, serumunda NE, desmosin, IL-8 ve IL-1β düzeyleri çalışılarak bu biyobelirteçlerin balgam hücre sayımı ve kültüründe üreyen bakterilerle, klinik ve radyolojik verilerle korelasyonları araştırıldı. Bulgular: Kanda NE (17.93±8.11 - 10.29±2.98, p<0.001), IL-1β (4.82±3.09 - 2.03±1.39, p<0.001), desmozin (0.71±0.54 - 0.45±0.12, p<0.001), CRP (21.53±43.25 - 2.88±4.20, p=0.003) ve kan nötrofil sayısı (5.59±2.52 - 4.47±1.71, p=0.026) bronşektazi hasta grubunda istatistiksel anlamlı olarak daha yüksekti, IL8 değerinde anlamlı fark saptanmadı. Kan NE düzeyi, IL1-β ve desmozin ile bronşektazi hastalarının alevlenme sıkları arasında (sırasıyla p=0,032, r=0,316 - p=0.036, r=0.310 - p=0.026, r=0.328) istatistiki olarak anlamlı pozitif yönlü korelasyon saptandı. Kan NE ile balgam NE düzeyi arasında (p<0,001, r=0,982), IL1-β ile desmozin arasında(p<0.001, r=0.964), IL1-β ile kan nötrofil elastaz düzeyi arasında (p<0.001, r=0.899), desmozin ile kan NE düzeyi arasında (p<0.001, r=0.944) istatistiksel olarak anlamlı mükemmel dereceli pozitif korelasyon saptandı. Biyobelirteçlerin bronşektazi hastalığını öngörmedeki tanısal değeri için ROC analizi yapıldı. Kan nötrofil elastaz için cut-off değeri 12.70 ng/mL alındığında sensivite %71,7, spesifisite %77,8, pozitif prediktif değeri (PPD) %76,7, negatif prediktif değeri (NPD) %72.9 olarak bulundu. IL 1β için cut-off değeri 2,935 pg/mL alındığında sensivitesi %73,9, spesifisitesi %71,1, PPD %72.3, NPD %72.7 saptandı. Desmozin için cut-off değeri 0,505 ng/mL alındığında sensivite % 67,4, spesifisite %62,2, PPD %64,6, NPD %65,1 olarak hesaplandı. Sonuç: Çalışmamızda bronşektazili hastalarda kanda NE, IL-1β ve desmozinin, önemli enflamatuar beirteçler olduğu, önemli ölçüde tanı değerinin bulunduğu ve bu parametrelerin alevlenme sıklığı ile anlamlı korelasyon göstermesi nedeniyle nötrofil ve CRP'ye ek olarak takip parametrelerinin önemli bir bileşeni olabileceği bulunmuştur. Balgamda NE bu üç biyobelirteç ile mükemmel derecede pozitif yönlü korelasyon göstermiş olup rutin takip parametreleri için kuvvetli bir aday olabileceği düşünülmüştür.
  • Öğe
    Necmettin Erbakan Üniversitesi hastanesinde son 5 yılda tedavi gören pulmoner emboli vakalarının retrospektif incelenmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2020) Altunyaprak, Fatih; Demirbaş, Soner
    Venöz tromboemboli (VTE) alt kümesi olan pulmoner (PE), dünya çapında morbidite ve mortalitenin başlıca önlenebilir nedenidir. VTE insidansının yılda 1.000 kişi başına 1 olduğu tahmin edilmektedir ve DVT bu olayların yaklaşık üçte ikisini oluşturmaktadır. DVT'nin ölümcül bir komplikasyonu olan pulmoner emboli (PE), vakaların üçte birinde görülür ve mortaliteye birincil katkıda bulunur. Antikoagülasyon, PE'ye ilerlemeyi ve trombozun tekrarlanmasını önlemek amacıyla DVT tedavisinin temel dayanağıdır. Antikoagüle edilmemiş DVT hastalarında 30 günlük mortalite oranı %3'ü aşmaktadır ve bu mortalite riski PE gelişen hastalarda 10 kat artmaktadır. Direk oral antikoagülanların (DOAC'lar) ortaya çıkması, bu yeni ajanların PE tedavisi için daha geleneksel vitamin K-antagonistleri (VKA) ile karşılaştırılması ihtiyacını doğurmuştur. Son zamanlarda yapılan bazı klinik çalışmalar bu soruyu ele almıştır ve iki ilaç sınıfı arasında benzer bir güvenlik ve etkinlik profili göstermiştir. Daha fazla terapötik seçenekle, klinisyenler artık PE'nin tıbbi yönetimine, hastalığa ve hastaya özgü hususları göz önüne alarak tedavi seçeneklerini geliştirmektedir Bu çalışmamızda Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi hastanesinde 1 ocak 2014 ile 31 aralık 2019 tarihleri arasında Avrupa Solunum Derneği Türkiye Solunum Araştırmaları Derneği ve Türk Toraks Derneği tanımlamaları kullanılarak bilgisayarlı tomografi ,ventilasyon perfüzyon sintigrafileri laboratuvar testleri ve fizik muayene ile pe tanısı konulan 18 yaş üstü bireyleri geriye dönük olarak inceledik. Tüm olguların yaş cinsiyet antikoagulan kullanım süresi ventilasyon perfüzyon sintigrafileri bilgisayarlı tomografileri ve mortaliteleri incelendi. Hastaların kullandığı ajan (warfarin ve faktör x 'a inhibitörleri) ile kanama riskleri araştırıldı. Çalışmamız kapsamında 2720 hasta incelendi mükerrer kayıtlar ve yanlış teşhis konulan 1942 hasta çalışmadan çıkarıldı 778 hastaya pulmoner emboli teşhisi doğrulandı. Direk oral antikoagulan veya warfarin kullanan 450 hasta çalışmaya dahil edildi.Hastaların anamnez ve fizik muayene notları endoskopik girişim sonuçları değerlendirildi E reçete kayıtlarından ve anamnez notlarından hangi ilaçları kullandığı tespit edildi. Kanama riskleri arasındaki DOAC ve warfarin tedavisi arasında belirgin bir farklılığa rastlanılmamış güvenlik profilleri de benzer şekilde bulunmuştur. Çalışmamız literatür bilgilerini desteklemektedir. Çalışmamız da warfarin kullanan 90 hastada kanama meydana gelmiş olup bu oran yüzde %25 dolayındadır DOAC kullanan 18 hastada kanama meydana gelmiş olup bu Oran %13 tür (odds ratio :5) (güvenlik aralığı: %95 (0.93-26.79) p=0.075 tir. Fisher's Exact test sonucuna göre istatistiksel bir anlamlı farklılık yoktur. Yine de bu durum klinik olarak warfarin kullanımında daha çok hemorajik olaylara sebep olabileceği göz ardı edilmemelidir.
  • Öğe
    Hayvan modelinde elektronik sigara buharı ve sigara dumanının pulmoner toksik etkilerinin değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2020) Çelik, Halimenur; Teke, Turgut
    Amaç: Özellikle genç yaş grubu dahil olmak üzere, elektronik sigara kullanımının ve tütün sigaraya göre daha az pulmoner toksik olduğu yanlış bilgisinin kamuoyunda yaygınlaşması, elektronik sigara(E-sigara) kullanımının toplumda normal bir davranış olarak kabul görmesi, hali hazırda bilinmektedir. Ancak bilinenin aksine anket çalışmaları, hayvan deneyleri, bildirilen olgu sunumları ve olgu serileri, nadir insan çalışmaları, Esigaraların tütün sigaralar kadar zararlı olduğunu göstermektedir. Ancak bu çalışmaların hiçbirinde elektronik sigara buharının pulmoner toksik etkilerinin, elektronik sigara likitlerinin bileşiğinde bulunan propilen glikol(PG), vegetable gliserin(VG), çeşitli aromalar ve isteğe göre seçilen düzeyde nikotin komponentlerinden hangisine/hangilerine bağlı olduğu açıkça ortaya konulmamıştır. Yine, tütün sigaradan farklı olarak E-sigaranın çalışma mekanizması gereği ısınma sonucu oluşan sigara buharının toksik etkilerinin tütün sigaralarda yanma sonucu oluşan sigara dumanının toksik etkileriyle benzer veya farklı olup olmadığı kesin olarak bilinmemektedir. Deneysel olarak planlanmış bu çalışmada, öncelikli olarak E-sigara buharının sıçanların akciğer bronş ve alveol epiteli üzerindeki potansiyel histopatolojik etkilerinin ve ayrıca akciğer parankim dokusu ve serumda inflamatuvar ve oksidatif stres etkilerinin, tütün sigara dumanıyla karşılaştırılmalı olarak değerlendirilmesi; ikinci olarak da bu olası toksik etkiler üzerinde E-sigara komponentlerinin (PG, VG, aroma vericiler ve nikotin) rollerinin araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmaya alınan, Wistar albino ırkına ait, 5 aydan büyük, 60 adet dişi sıçan, altı eşit gruba ayrılarak incelenmiştir. İlk 4 gruptaki sıçanlar 6 hafta boyunca, haftanın 5 günü, günde iki kez ve 2 saat/gün E-sigaranın değişik komponentlerinin buharına maruz bırakıldılar. Birinci grup; yalnızca VG/PG içeren E-sigara buharına, ikinci grup; VG/PG ve nikotin içeren E-sigara buharına, üçüncü grup; VG/PG ve aroma içeren E-sigara buharına, dördüncü grup ise; VG/PG, aroma ve nikotin içeren E-sigara buharına maruz kaldı. Beşinci grup, tütün sigara dumanına maruz kalan grup olup bu gruptaki sıçanlar da 6 hafta süreyle vi haftanın 5 günü, günde iki kez ve 2 saat/gün tütün sigara dumanına maruz bırakıldı. Kontrol grubundaki sıçanlar ise çalışma sürecinde diğerleri ile benzer şartlarda tutulup herhangi bir kimyasal veya fiziksel uyarana maruz bırakılmadılar. Tütün sigara olarak nikotin değeri 1 mg/adet olandan seçildi. E-sigarada nikotin oranı, 12 mg/ml olarak kullanıldı. Çalışmada, sıçanlar tüm vücut buhar/dumanına maruz kaldılar. 6 haftanın sonunda, sıçanlar anestezi altında, önce biyokimya için kardiyak kan alma işlemi yapılması ardından sakrifiye edilerek uygun doku örnekleri alındı. Histopatolojik değerlendirme, çift kör uzman bir patolog tarafından yapıldı. Amfizem oranı, santral hava yollarında inflamasyon ve mevcut inflamatuvar hücreler, interstisyel alanda inflamasyon ve sorumlu inflamatuvar hücreler, metaplazi, hiperplazi gibi atipik değişiklikler, peribronşial lenfoid hiperplazi ve alveoler makrofaj yoğunluğu açısından değerlendirildi. Ayrıca oilred boyama ile alveoler lipid yüklü makrofaj yoğunluğu, lipid yük indexi ve bir alveoldeki ortalama lipid yüklü makrofaj sayısı açısından değerlendirildi ve sonuçlar skorlanarak kaydedildi. Biyokimyasal değerlendirmede, kanlarının santrifüjüyle elde edilen plazma örneklerinde, rat IL-6 ve rat IL-10, Total Antioksidan Seviyesi(TAS) ve Total Oksidan Seviyesi(TOS) ve sıçanların diğer akciğer doku örneklerinde doku spesifik IL-6, IL-10, Total Antioksidan Seviyesi(TAS) ve Total Oksidan Seviyesi(TOS) analizleri yapılarak sonuçlar kaydedildi. Çalışma sonunda elde edilen veriler istatistiksel değerlendirme ile analiz edildi. Bulgular:Çalışmamızda, sigara grubunda, kontrol grubuna göre, plazma IL-6(p=0,021) ve doku IL-6(p<0,001), TOS(p<0,001), OSİ(p<0,001) değerleri istatistiki olarak anlamlı şekilde artarken, doku TAS(p<0,001) düzeyi anlamlı olarak daha düşüktü. Kontrole göre, PG/VG+aroma+nikotin içeren E-likit bulunan E-sigara grubunda, doku düzeyinde IL-10 düzeyi (p=0,016) anlamlı olarak daha yüksek olarak tespit edilmişken, doku TAS(p=0,029) ve doku TOS(p<0,001) düzeyleri anlamlı olarak daha düşük olarak ölçüldü. Bu iki değerin oranı olan oksidatif stres indeksindeki artış ise anlamlıydı(p=0,001). Likit içeriğinde PG/VG+aroma+nikotin bulunan E-sigara grubu ile sigara grubunun karşılaştırmalı sonuçlarına göre, sigara grubunda, plazma IL-6(p=0,05) ve doku IL6(p<0,001) seviyeleri iledoku TOS(total oksidan durum)(p<0,001) ve doku OSİ (oksidatif stres indeksi)(p<0,001)düzeyleri anlamlı olarak daha yüksek olarak ölçülürken, doku IL- vii 10 seviyesi ise daha düşük olarak tespit edilmiştir(p<0,001). Bu sonuçlarla sigara grubu, en çok inflamatuvar yanıt oluşturan ve oksidatif stresi en çok artıran grup olarak değerlendirildi. Çalışmamızda, PG/VG buharı inhale eden grupta, kontrole göre, doku IL-10(p=0,007) düzeyinde anlamlı artış, doku TOS(p<0,001) düzeyinde anlamlı şekilde düşüş tespit ettik. Patolojik değerlendirmede ise, PG/VG grubunda, santral hava yollarında inflamasyon(p=0,029) ve alveoler makrofaj yoğunluğunda(p=0,002) kontrole göre, anlamlı artışlar olduğunu ortaya çıkardık. Likit içeriğindeki PG/VG’ye aroma eklendiğinde, kontrole göre, doku IL-10 (p=0,029) seviyesinde anlamlı artış ile antiinflamatuvar bir etki gözlerken, histopatolojik olarak kontrole göre, amfizem oranı(p=0,005), santral hava yollarında inflamasyon(p=0,007), interstisyel alanda inflamasyon (p=0,022) ve alveoler makrofaj yoğunluğunda(p=0,007) anlamlı artış ile pulmoner toksik bir etki tespit ettik. Bizim çalışmamızda, likit içeriğindeki PG/VG’ye nikotin eklendiğinde, kontrole göre, bu grupta, doku TOS(p=0,047)ve doku OSI(p<0,001) anlamlı olarak daha yüksek tespit edilirken, doku TAS(p<0,0019) değeri anlamlı olarak daha düşük olarak saptandı. Kontrol grubuna göre, 1 alveoldeki lipit yüklü makrofaj sayısında(p=0,002), lipit yüklü makrofaj yüzdesi(p=0,003), lipit yük indeksinde(p=0,012), amfizem oranında(p=0,003), santral hava yollarındaki inflamasyon yüzdesinde(p=0,013) ve alveoler makrofaj yoğunluğunda da(p=0,001) bu grupta anlamlı artışlar tespit edildi. Kontrole göre, PG/VG+aroma+nikotin içeren E-likit bulunan E-sigara grubunda doku düzeyinde IL-10 düzeyi (p=0,016) anlamlı olarak daha yüksek olarak tespit edilmişken, doku TOS(p<0,001) düzeyleri anlamlı olarak daha düşük olarak ölçüldü. Ancak histopatolojik düzeyde, kontrole kıyasla, lipit yüklü makrofaj yüzdesi(p<0,001), lipit yük indeksi(p<0,001), bir alveoldeki ortalama lipit yüklü makrofaj sayısı(p<0,001), amfizem oranı(p=0,003), santral hava yollarında(p=0,003) ve interstisyel alanda inflamasyon yüzdesi(p=0,012) ve alveolar makrofaj yoğunluğu(p=0,008) istatistiki anlamlı olarak artmış olarak tespit edildi. PG/VG+nikotin içeren E-likit buharına maruz bırakılan 2.grupta, 4.gruba(PG/VG+aroma+nikotin) göre, doku IL-10(p<0,001) düzeyi anlamlı olarak daha viii düşük olarak saptanırken, doku TOS değeri(p<0,001) anlamlı olarak daha yüksek olarak değerlendirildi. PG/VG+aroma+nikotin grubunda, kontrole kıyasla, lipit yüklü makrofaj yüzdesi(p<0,001), lipit yük indeksi(p=0,001), bir alveoldeki ortalama lipit yüklü makrofaj sayısı(p<0,001), amfizem oranı(p=0,003), santral hava yollarında(p=0,003) ve interstisyel alanda inflamasyon yüzdesi(p=0,012) ve alveolar makrofaj yoğunluğu(p=0,008) istatistiki anlamlı olarak artmış olarak tespit edildi. Sigara grubunda ise, kontrole kıyasla, amfizem oranı(p=0,003) ve santral hava yollarındaki inflamasyon yüzdesi(p=0,004) değerlendirildiğinde, sigara grubunda istatistiksel olarak anlamlı artış görüldü. PG/VG+aroma+nikotin grubu, sigara grubuyla kıyaslandığında, lipit yüklü makrofaj yüzde(p=0,008), sayısında(p=0,004) ve lipit yük indeksinde(p=0,003) grup 4’te anlamlı olarak artış tespit edildi. PG/VG grubunda, kontrole göre, santral hava yollarında inflamasyon(p=0,029) ve alveoler makrofaj yoğunluğunda(p=0,002) anlamlı artışlar tespit edildi. 1.grupta, PG/VG+nikotin içeren gruba göre, lipit yüklü makrofaj yüzdesi(p<0,001), 1 alveoldeki ortalama lipit yüklü makrofaj sayısı(p<0,001), lipit yük indeksi(p<0,001) anlamlı olarak daha düşük olarak saptandı. PG/VG grubunda, PG/VG+aroma içeren gruba göre, lipit yük indeksi(p=0,046) anlamlı olarak daha düşükken, alveoler makrofaj younluğu(p değeri=0,009) değerleri anlamlı olarak daha yüksek olarak tespit edildi. PG/VG grubunda, PG/VG+aroma+nikotin içeren gruba göre, lipit yüklü makrofaj sayısı(p<0,001), lipit yüklü makrofaj yüzdesi(p<0,001), lipit yük indeksi(p<0,001) seviyeleri ve amfizem oranı(p=0,032) anlamlı olarak daha düşük tespit edildi. PG/VG+nikotin inhale eden grupta, kontrol grubuna göre, 1 alveoldeki lipit yüklü makrofaj sayısında(p=0,002), lipit yüklü makrofaj yüzdesi(p=0,003), lipit yük indeksinde(p=0,012), amfizem oranında(p=0,003), santral hava yollarındaki inflamasyon yüzdesinde(p=0,013) ve alveoler makrofaj yoğunluğunda(p=0,001) anlamlı olarak yükseklik tespit edildi. PG/VG+nikotin içeren grupta, PG/VG+aroma içeren gruba göre, 1 alveoldeki lipit yüklü makrofaj sayısı(p=0,002), lipit yük indeksi(p=0,015), lipit yüklü makrofaj yüzdesi(p=0,004) ve alveoler makrofaj yoğunluğu(p=0,014) anlamlı olarak daha yüksek olarak tespit edildi. ix PG/VG+aroma içeren grupta, kontrole göre, amfizem oranı(p=0,005), santral hava yollarında inflamasyon yüzdesi(p=0,007), interstisyel alanda inflamasyon yüzdesi(p=0,022) ve alveoler makrofaj yoğunluğu yüzdesinde(p=0,007) anlamlı olarak artış tespit edildi. PG/VG+aroma içeren grupta, PG/VG+aroma+nikotin içeren gruba göre göre,1 alveoldeki lipit yüklü makrofaj sayısı(p<0,001), lipit yüklü makrofaj yüzdesi(p<0,001), lipit yük indeksi(p<0,001) anlamlı olarak daha düşük olarak tespit edildi. PG/VG+aroma+nikotin grupta, kontrole göre, 1 alveoldeki ortalama lipit yüklü makrofaj sayısı(p<0,001), lipit yüklü makrofaj yüzdesi(p<0,001), lipit yük indeksi(p<0,001), amfizem oranı(p=0,003), santral hava yollarında inflamasyon yüzdesi(p=0,004) anlamlı olarak yüksek bulundu. E-likit bileşenlerini değerlendirdiğimiz bu çalışmamızın analizi sonucunda, prooksidan ve proinflamatuvar etkinin sebebinin likit içeriğindeki nikotinin olduğunu, aromanın nikotin etkisini potansiyelize etmediğini, aksine, bir mekanizma ile antiinflamatuvar ve antioksidan tarafa doğru nikotin etkisini azaltabileceğini düşünmekteyiz. Ancak histopatolojik düzeyde, aromanın da, amfizem, santral hava yollarında inflamasyon, interstisyel alanda inflamasyon ve alveoler makrofaj yoğunluğunda anlamlı artışlara neden olduğunu tespit ettik. Sonuç:Biyokimyasal sonuçlarımıza göre; asıl prooksidan ve proinflamatuvar etkinin sebebinin likit içeriğindeki nikotinin olduğu, aromanın nikotin etkisini potansiyelize etmediği, tersine bir mekanizma ile antiinflamatuvar ve antioksidan tarafa doğru nikotin etkisini azaltabileceği tespit edildi.Patolojik değerlendirmelerimiz ışığında ise;oil red boyama ile değerlendirilen makrofaj yüzdesi, lipit yük indeksi, bir alveoldeki ortalama lipit yüklü makrofaj sayısındaki ve hematoksilen&eosin boyama ile değerlendirilen, amfizem oranı, santral hava yollarında ve interstisyel alanda inflamasyon yüzdesi, peribronşial lenfoid hiperplazi ve alveolar makrofaj yoğunluğu gibi parametrelerde anlamlı değişikliklere nikotinin yol açtığı düşünülmüştür.
  • Öğe
    Konya il merkezi ilkokul çağı çocuklarda tüberkülin deri testi sonuçları
    (1998) Yosunkaya, Şebnem; Özer, Faruk
    Bu çalışmada, Konya il merkezindeki ilkokul birinci ve beşinci sınıf öğrencileri incelenerek bölgede aşılama çalışmalarının durumu, aşılı ve aşısız bireylerdeki tüberkülin reaksiyonları ve buna bağlı olarak aşılı çocuklarda doğal enfeksiyonu ayırt etmeyi sağlıyacak tüberkülin reaksiyonunun büyüklüğünün saptanması ile bölgedeki tüberküloz enfeksiyonunun durumunun araştırılması amaçlandı. Çalışmaya 1995-1996 eğitim yılı başında ilkokul birinci ve beşinci sınıflara devam etmekte olan 1313'ü erkek, 1249' u kız 2652 öğrenci alındı. Öğrencilerden 1374* ü (%53.6) birinci ve 1 188' i (%46.4) beşinci sınıfa devam etmekteydi. Çalışmaya alman öğrencilerden 414' ünün (%16.2) hiç aşılanmadığı ve bunlardan 234' ünün (%56.8) birinci, 180' inin (%53.5) beşinci sınıf öğrencisi olduğu saptandı. Aşılı 2148 öğrenciden 2029' u (%79.2 ) bir kez ve 119' u (%4.6 ) iki kez aşılanmıştı. Bir aşılıların %83' ü birinci sınıf ve %74.8' i beşinci sınıf öğrencisiydi. Beşinci sınıf öğrencilerinden 119' unun (%10.1) iki aşılı olduğu saptandı. Ortalama tüberkülin endurasyonu aşısız öğrencilerde 1.186+ 2.188 mm, bir aşılı öğrencilerde 4.894 ±4.643 mm ve iki aşılılarda 10.890± 4.037 mm olarak bulundu. Ayrıca aşısız 414 kişinin 9' una (%2.2) karşılık, bir aşılı 2029 kişinin 438'i (%21.6), iki aşılı 119 kişinin 85' i (%70.5) 10 mm ve üzeri reaksiyon gösterdiği bulundu. Bir aşılı öğrencilerde doğal enfeksiyonu ayırt edecek tüberkülin reaksiyonu büyüklüğü 14< mm olarak saptandı. Enfeksiyon oranı aşısızlardan 7 yaş grubu öğrencilerde %1.3, 11 yaş grubunda %3.3 olarak bulundu. Bir aşılılarda ise 7 yaş grubu için %3.1, 11 yaş grubu için %5.1 olarak saptandı. Tüm öğrenciler dikkate alındığında enfeksiyon oranının %4.2 olduğu görüldü. Aşısızlarda YER 7 yaş grubunda 0.22 ve 1 1 yaş grubunda 0.31 olarak hesaplandı. Sonuç olarak, çalışmamızda Konya bölgesinde yenidoğan dönemi aşılama çalışmalarının başarılı fakat 7 yaş grubu yeniden aşılama çalışmalarının yetersiz olduğu saptanmıştır. Çalışmamızda ayrıca BCG uygulamasının tüberkülin reaksiyonunu arttırdığı ve bir aşılılarda tüberkülin pozitiflik sınırının 14< mm olduğu görüldü. Çalışmamız sonucu bölgemiz için elde edilen enfeksiyon oranlan ve YER' nin ülke genelindeki verilerle uygunluk gösterdiği belirlenmiştir.
  • Öğe
    Kronik obstrüktif akciğer hastalıklı olgularda görsel uyarılmış kortikal potansiyeller
    (1998) Yaşar, Savaş; Süerdem, Mecit
    KOAH'da oluşan hipoksik nöropatiyi elektrofizyolojik bir metodla tetkik etmek amacıyla, KOAH tamsı alan 40 hasta ve 26 sağlıklı olguda PR VEP özellikleri belirlendi. Dama taşı şeklinde pattern uyarım verildi. Olguların her bir kareyi görüş açılan 62 dakika idi. PR VEP amplitüd ve P 100 latans değerleri sol ve sağ göz için ayrı ayrı kaydedildi. PR VEP P100 latans değeri KOAH grubunda, kontrol grubuna göre anlamlı olarak uzun bulundu(sırasıyla 113,7± 6,7 ms ve 110,5± 4,4 ms) (p<0.05). KOAH iılarda PR VEP P100 latansı ile hastalık süresi ve yaş arasında korelasyon saptandı. Amplitüd de ise iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu. Sonuç olarak, PR VEP P100 latans gecikmesinin demiyelinizasyon, aksonal dejenerasyon, endonöronal hipoksi, endonöronal mikroanjiopati ve iskemik ileti yetmezliği direnci ile ilgili olabileceği düşünüldü.
  • Öğe
    Hafif astımda inhale steroid ve inhale steroide eklenen uzun etkili beta-2 agonist tedavisinin antiinflamatuar etkileri
    (2006) Vatansev, Hülya; Kanat, Fikret
    KOAH'lı hastaların tedavisi zor ve sıkıntılıdır. Hastaların çoğunluğunu ileri yaşdaki hastalar oluşturur. Düzenli takip ve tedavi altında olmamaları nedeniyle hastalarda komplikasyonlar kaçınılmazdır. Kor pulmonale bu komplikasyonlarm başında gelir. Sağ ventriküler gerilme kor pulmonalenin ilk dönemim oluşturur. Ventriküler gerilme ile kan BNP hormon düzeyi artar. Çalışmamızda KOAH'lılarda kor pulmonale gelişmeden önce BNP seviyelerini yüksek saptadığımızda diüretik tedavi ile bu hormon düzeyinde nasıl bir değişme olacağını araştırdık. KOAH atağı ile gelen BNP seviyelerini yüksek bulduğumuz 30 hastayı gruplandırdık. 15 stabil dönem KOAH'lıyı kontrol grubu olarak takip ettik. Atakda olan 30 KOAH'lı hastayı grup la ve grup lb olarak ayırdık. Grup la' ya düşük etkili diüretik vererek, BNP seviyelerindeki azalmaları, diüretik tedavi vermediğimiz grup lb ile karşılaştırdık. Diüretik tedavi alan hastalarda BNP kan seviyesinde istatistiksel anlamlı düşüşler saptadık. Sonuç olarak; KOAH' da kor pulmonalenin klinik olarak gözlenmesinden önce, kan BNP düzeyleri ile takip edilerek hastalarda sağ ventriküler yüklenmenin erken tanınabileceği ve diüretik tedavinin bu hastalarda faydalı olabileceği kanısındayız.
  • Öğe
    Hafif astımda inhale steroid ve inhale steroide eklenen uzun etkili beta-2 agonist tedavisinin antiinflamatuar etkileri
    (2010) Uzunay, Öznur Güvenç; Teke, Turgut
    Bu çalışmada bir inhale steroid olan budesonide ve budesonide eklenen bir ß2-agonist olan formeterolün astımda havayolu inflamasyonu üzerine olan antiinflamatuar etkilerinin araştırılması amaçlanmıştır. Çalışmaya dahil edilen 20 hasta randomize olarak budesonid (BUD) ve budesonid / formeterol(BUD+ F) grubu olarak tanımlanan iki eşit gruba ayrıldı. BUD grubuna 200 µg budesonide, BUD+ F grubuna ise 200 µg / 12 µg budesonide / formeterol günde iki kez olmak üzere 4 hafta süreyle verildi. Çalışmaya dahil edilen tüm hastalardan tedavi öncesi ve sonrasında total hücre sayısı ve eozinofil sayısı için indükte balgam örnekleri, serum eozinofil sayısı ve ECP düzeyini ölçmek için ise venöz kan örnekleri alındı.Hastaların 15'i kadın, 5'i erkek hasta olup, yaş ortalamaları BUD grubunda 44,0 ± 12,2, BUD+F grubunda 43,6 ± 7,6 idi. Yaş, cinsiyet, bazal SFT ve bazal inflamasyon parametreleri açısından her iki grub arasında istatiksel olarak fark yoktu (p>0,05). Tedavi sonrası her iki grupda da FEV1, PEF ve FEF25?75 değerlerinde artış olmakla birlikte, BUD grubunda FEV1 ve FEF25?75 değerlerinde ki artış istatiksel olarak anlamlılık göstermedi (p>0,05). Her iki grupda tedavi sonrası kan ve balgam eozinofil sayısı ile serum ve balgam ECP düzeylerinde azalma olmasına rağmen, sadece kan eozinofil sayısındaki azalma istatiksel olarak anlamlılık göstermemiştir (p>0,05). Gruplar arasında bu azalma anlamlı fark oluşturmamıştır (p>0,05). Her iki grubda tedavi sonrası balgam eozinofil sayısı ile ECP arasında pozitif korelasyon saptanmıştır.Hafif astımlılarda budesonide eklenen uzun etkili bir ß2-agonist olan formeterol tedavisi ne hava yolu obstrüksiyonunda ve inflamasyonunda düzelmeye ne de astım kontrolünü sağlamaya ek bir katkı sağlamamaktadır. Bu konuda daha çok hasta sayısını ve daha uzun tedavi sürelerini içeren geniş, randomize çalışmalara ihtiyaç vardır.
  • Öğe
    Malign plevral efüzyonlarda malondialdehid (MDA) düzeyi ve süperoksid dismutaz (SOD), katalaz enzim aktiviteleri
    (1996) Uzun, Kürşat; İmecik, Oktay
    Bu çalışmada 1994-1995 yıllarında Selçuk üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları ve Tüberküloz Anabilim dalında yatırılarak tetkik edilen plörezili 74 hastanın plevra sıvısı ve serum MDA, SOD ve katalaz düzeyleri ile kontrol grubu olarak seçilen sağlıklı 20 kişinin serum MDA, SOD ve katalaz düzeyleri araştırıldı. Plörezi, olgularımızın 31'inde büyük çoğunluğu akciğer kanseri olmak üzere, malignite kaynaklı, 43'ünde ise malignite dışı nedenlere bağlı idi. Maligniteli hastalarda serum MDA düzeyinin, kontrol grubu ve malignite dışı hastalıklardakinden anlamlı derecede yüksek olduğu (p<0.001, p<0.05), SOD ve katalaz düzeyinin ise kontrol grubundan anlamlı derecede düşük olmakla beraber (p<0.01), malignite dışı hastalar ile aralarında bir fark olmadığı tespit edildi. Malignite dışı hastalıklarda da serum MDA düzeyinin kontrol grubuna göre arttığı ancak bu artışın malignitelerdeki kadar yüksek oranda olmadığı gözlendi. Maligniteli olgularımızın, plevra sıvısı MDA düzeyininde diğer gruba oranla yüksek olduğu (p<0.01), SOD ve katalaz düzeylerinde ise iki grup arasında anlamlı fark olmadığı gözlendi. Bu bulgulara göre plevra sıvısında MDA düzeyinin malignite kaynaklı sıvılarda tanısal değeri olabileceği, SOD ve katalaz düzeyinin ise bu sıvıların tanısında yardımcı olamıyacağı sonucuna vardık.
  • Öğe
    Ratlarda mekanik ventilasyona bağlı gelişen akciğer hasarını önlemede kafeik asitin etkisi
    (2008) Torun, Şerife; Uzun, Kürşat
    Mekanik ventilasyon, solunum yetmezliğinin tedavisinde zorunlu bir tedavi yöntemi olmasına rağmen, mekanik ventilasyonun neden olduğu yüksek tidal volümler, ventilasyon başlar başlamaz akciğer hasarına (VILI) yol açar. VILI nın sebeplerinden olduğu bilinen inflamasyon ve serbest oksijen radikallerinin hasar yapıcı etkilerinin önlenmesi, VILI nin önlenmesine katkıda bulunur.Bu çalışmada, Kafeik asit (KA) in antiinflamatuar ve antioksidan olarak, VILI' nın önlenmesinde etkili olup olmadığını araştırmayı amaçladık.Çalışmaya sağlıklı, 4 aylık 40 adet Sprague-Dawley cinsi rat alındı. Ratlar 4 gruba ayrıldı. (Grup 1 Fizyolojik volümlerde(3 ml/ kg) MV uygulanan grup, n=10; Grup 2 Over doz MV uygulanan grup, n=10; Grup 3 Over doz (9 ml/ kg) MV uygulanan ve 10µ/ mol KA verilen grup, n=10; Grup 4 Over doz MV uygulanan ve over doz 30µ/ mol KA verilen grup, n=10 ) çalışıldı.Her 4 grupda oksidatif stresi değerlendirmek için NO, SOD, MDA, XO serum ve akciğer doku örnekleri çalışıldı. Ayrıca VILI deki inflamasyonun belirlenmesi için de Interleukin-1beta (IL-1ß), Interleukin-10 (IL-10) analizleri sadece serumda yapılırken, Interleukin-6 (IL-6), Transforming growth factor-beta1 (TGF-ß1) ve Tumor nekroz faktör alfa (TNF-?) sitokin analizleri ise hem serum hem de akciğer dokusunda gerçekleştirildi. Ayrıca akciğer doku örnekleri histopatolojik olarak değerlendirildi.Histopatolojik incelemede Grup 1 (kontrol grup) ile Grup 2 (over ventile grup) karşılaştırıldığında, Grup 2 de 8 parametrenin hepsinde histolojik bozulma daha belirgindir. (8 parametre; intraparenkimal infiltrasyon, peribronşiyal inflamasyon, respiratuar proliferasyon, alveoler destrüksiyon ve amfizematöz değişiklikler, vasküler tromboz ve konjesyon, intraparenkimal kanama ve alveoler boşluk ve bronş lümeni içindeki makrofaj sayısı) Grup 3 (over ventile + 10µ/ mol KA grup) de genel anlamda bir histopatolojik düzelme gözlendi, ancak vasküler tromboz ve konjesyon, intraparankimal kanama ve alveolar boşluk ile bronş lümenindeki lökosit sayısında anlamlı bir düzelme yoktu (p>0,01) Grup 3 ile grup 4 arasında ise fark görülmedi.Biyokimyasal parametrelerden SOD, MDA, XO ve IL-6 nın akciğer doku seviyeleri Grup 3 ve Grup 4 de Grup 2 den daha düşükdü (p<0,01). Plazma sitokin seviyeleri gruplar arasında anlamlı bir farklılık göstermedi (p>0,01).Bu bulgulara dayanarak, yüksek tidal volümlerin VILI' ya sebep olduğunu ve KA in hem histopatolojik hem de biyokimyasal, parametrelerde düzelme sağladığı sonucuna vardık.
  • Öğe
    Konya Selçuk Üniversitesi öğrencileri arasında astım ve astım semptom prevalansı
    (2005) Teke, Turgut; Özer, Faruk
    Bu çalışma, Selçuk Üniversitesi öğrencilerinde, astım ve astım benzeri semptomların yaygınlığının ve astım gelişimini etkileyen risk faktörlerinin belirlenmesi amacıyla bir anket çalışması olarak gerçekleştirilmiştir. Çalışma, 2003-2004 eğitim-öğretim yılında Konya kent merkezindeki fakülte ve 4 yıllık yüksekokulların 1, sınıfında öğrenim gören 8110 öğrencinin 4504'üne 2003 Kasım- Aralık aylarında, ECRHS protokolüne dayanılarak hazırlanan yazılı anket uygulaması ile yapıldı. Çalışmaya alınan 4433 öğrencinin %52.4'ü erkek, %47.6'sı kız ve genel yaş ortalaması 19.2±1.5 idi. Çalışmada: current astım %1.6, kümülatif astım %2.7, astım benzeri semptom %38 olarak bulunmuştur. Son 12 aydaki vizing, vizing ile birlikte nefes darlığı ve nezle-grip olmadan olan vizing prevaiansiarı sırasıyla %20.5, %9.5, %7.8 olarak bulunurken gece uykudan göğüste sıkışma hissi, nefes darlığı, öksürük atağı ile uyanma oranları ise sırasıyla %1 1.1, %8.5 ve %19 olarak bulunmuştur. Son 12 ayda astım atağı geçirme ve halen astım İçin tedavi kullanma oranları ise %1.3 ve %0.8 bulunmuştur. Allerjik rinit oranı ise %1 1 bulunmuştur. Bu çalışmada, cinsiyet, allerjik rinit, ailesel atopi, yaşanılan bölge ve sigara gibi risk faktörlerinin astım prevalansı üzerine etkileri de araştırılmıştır. Önceki çalışmalarla uyumlu olarak ailesel atopi, allerjik rinit ve sigara faktörlerinin astım gelişiminde risk faktörleri olarak rol oynayabileceği belirlenmiştir. Cinsiyetin ise astım gelişimine fazla etkisinin olmadığı tespit edilmiştir. Sonuç olarak çalışmamız, Türkiye'de erişkin populasyonda bildirilen oranlarla karşılaştırıldığında üniversite öğrencilerinde astım sıklığının daha düşük olduğunu göstermiştir. Öte yandan bu çalışmada saptanan bulguların ülkemiz üniversite öğrencilerinde yapılan diğer çalışmalarda bildirilen verilerle uyumlu olduğu gözlenmiştir.
  • Öğe
    Akciğer kanserinde tanı yöntemleri (70 olgunun değerlendirilmesi)
    (1990) Tahaoğlu, Kemal
    Bu çalışma 39'u sitohistopatolojik olarak verifiye edilmiş diğer 21 'i ise klinik ve radyolojik yöntemler ile teşhis edilen 70 hasta üzerinde yapılmıştır. Hastaların büyük çoğunluğunu sigara tiryakisi erkekler j oluşturmaktadır. Yaş ortalaması 61.7 olan bu hastaların semp tomatolojik ve radyolojik özellikleri literatür ile uyumlu bu lunmuştur. Hastalardaki balgam sitolojisi ile elde edilen pozitif tanı oranları yabancı literatüre göre düşüktür. Bu sonuç has talardan.alınan balgam örneklerinin kalitesindeki düşüklük, hazırlanan preparat sayının az olması ve bu konudaki deneyim lerimizin yetersizliğine bağlı olabilir. Bronkoskopiden hemen sonra alınan balgam sitoloj isileri ile pozitif tanı oranı oldukça yüksektir ve bu yöntem bronkos- kopi öncesi alman balgam sitoloj ileri ve bronkoskopiden 2 sa at sonra alman balgam sitoloj ilerine göre istatistiksel ola rak çok önemli (P<0.01) fark göstermektedir. Bu nedenle ihmal edilmemesi gerektiği kanatine vardık. Tek başına pozitif patolojik tanının en yüksek bulunduğu yöntem bronş lavajıdır. Ancak bu yöntem ile hastaların % ı 44. 2 'sinde pozitif tanı elde edilirken balgam sitolojisi, bronkoskopik biyopsi ve postbronkoskopik balgamların incelen mesiyle tanı oranı % 62. 8' e yükselmektedir. Bu sonuçlara göre aradaki fark istatistiksel olarak çok önemli (P< 0,001) bulun-62 muştur. O halde bu yöntemlerin hepsinin birlikte uygulanması en iyi sidir. Hastaların % 37.1 'inde nörolojik bozukluklar saptandı.. Bu bozukluklar metastaz ve karsinometöz nöromyopati'den oluş maktadır. Bu bulgular akciğer kanserli hastaların ayrıntılı nörolojik incelemeye tabi tutulmaları gereğini göstermektedir. Ultrasonografik inceleme ile 3 hastada karaciğer metas tazı, 4 hastada plörezi, 25 hastada ise akciğer röntgeninde izlenen lezyonların solid karakteri gösterilmiştir. Hastalarımızın % 90 gibi yüksek bir oranda inoperabl bu lunması akciğer kanserinin erken tanısında önemli sorunlarımız olduğunu göstermektedir.
  • Öğe
    Sarkoidoz hastalarının kardiyak ve nonkardiyak tutulumlarında HLA genotiplendirmesi
    (2020) Şenay, Ece Hatice; Korkmaz, Celalettin
    Sarkoidoz hastalarında HLA (human leucocyte antigen) polimorfizminin değerlendirilmesi ve sarkoidoz hastalarının kardiyak ve nonkardiyak tutulumlarında HLA genotiplendirilmesi amaçlanmaktadır. MATERYAL METHOD: Çalışmaya merkezimize başvuran histopatolojik olarak sarkoidoz tanısı almış ve dışlama kriterlerinden herhangi birini taşımayan 67 sarkoidozlu hasta ve kontrol grubu olarak HLA doku genotiplendirilmesi daha önceden yapılmış olan 100 tane kemik iliği donörü her türlü bilgileri gizli tutularak dahil edilmiştir. Çalışmaya katılanlardan kan örneği alınarak HLA gen polimorfizmi çalışılmış ve kardiyak tutulumu olan hastalarla olmayan hastalar ve kontrol grubu arasındaki fark araştırılmıştır. BULGULAR: Çalışmamıza alınan sarkoidoz tanısı almış 67 hastanın %71,6'sı kadın, %28,3'ü erkek'ti. Bu hastaların %17,9'unun kardiyak MR (magnetik rezonans)'ında sarkoidoz ile uyumlu tutulumları mevcuttu fakat kardiyak EKO (ekokardiyografi) ile değerlendirmede patolojik bulgu yoktu. En sık tutulan ekstrapulmoner organ %23,8 oran ile deri idi. Hastalarda ki en sık solunum fonksiyon bozukluğunun restriktif tipte olduğu (% 36,2) görüldü. Tanı esnasında hastaların %87,8 inin radyolojik evresi 2 ve 3 idi. HLA DQB1*03 ve HLA DQB1*06 alelinin sadece pulmoner tutulumu olan hastalarda, ek organ tutulumu olan hastalara göre daha fazla eksprese edildiği, HLA DQA1*01'in ise ekstrapulmoner tutulumu olan hastalarda daha fazla eksprese edildiği görüldü. Kardiyak tutulumu olan ve olmayan sarkoidoz hasta grubu kıyaslandığında HLA DRB1*, HLA DQB1* ve HLA DQA1* alelleri ekspiresyonunda istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunamadı. SONUÇ: Çalışmamız, HLA DQB1*03 ve HLA DQB1*06 alelinin ekstrapulmoner organ tutulumundan koruyucu olabileceğini, HLA DQA1*01'in ise ekstrapulmoner tutulum için bir risk olabileceğini, bulgularımızın sarkoidozlu hastalarda tedavi ve prognozu belirlemede kullanılabileceğini düşündürmektedir.
  • Öğe
    Serum s100a12 ve s100b proteinlerinin obstrüktif uyku apne sendromu (OUAS) varlığı ve şiddeti ile ilişkisi
    (2016) Sağlam, Gözde Demirci; Zamani, Adil
    Obstruktif Uyku Apne Sendromu (OUAS) üst solunum yollarında tekrarlayan tam ya da kısmi tıkanıklık, oksijen desaturasyonu, bölünmüş uyku siklusları ve gündüz aşırı uyku hali ile karakterizedir. OUAS kardiyovasküler ve serebrovasküler hastalıklar için bağımsız bir risk faktörüdür. Bu çalışmada OUAS'lı hastalarda serum S100A12 ve S100B proteininin biyokimyasal bir belirteç olabileceği ve hastalığın şiddetinin belirlenmesinde kullanılabilirliği hedeflenmiştir. Yöntem: OUAS tanısı almış 60 hasta ile 50 sağlıklı gönüllü kontrol grubu olarak alındı. Katılımcılardan serum S100A12 ve S100B seviyesi çalıştırılmak üzere kan alınıp santrifüj edildi ve serumlar -80 derecede saklandı. Bu serumlardan daha sonra, S100A12 ve S100B düzeyleri spektrometrik yöntemle topluca çalışıldı. Bulgular: Serum S100A12 düzeyleri OUAS'lı grupta kontrol grubuna göre önemli ölçüde yüksekti (778,53 ± 726,74 ng/ml'e karşı 543,69 ± 591,85 ng/ml, p=0.01). OUAS ve kontrol grubu arasında S100B düzeyleri arasında da istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (697,5 ±667,46 pg/ml'e karşı 451,59 ± 540,49 pg/ml, p=0.005). Ayrıca serum S100A12 ve S100B düzeyleri OUAS şiddeti arttıkça yükseliş gösterdi. Sonuç: S100A12 ve S100B düzeyleri OUAS varlığı ve şiddeti ile ilişkiliydi. Bu bulgular, serum S100A12 ve S100B düzeylerinin OUAS varlığı ve şiddetini yansıtan zayıf bir biyobelirteç olabileceğini düşündürmektedir.
  • Öğe
    Malignite kaynaklı plevra sıvılarında sialik asit düzeyi tayininin tanısal değeri
    (1990) Özer, Fatih; İmecik, Oktay
    Plörezilerde etyolojik nedenin bulunması bazen kolay olmayabilir. Malignite kaynaklı plörezilerin ayırıcı tanısında diğer tanı yöntemlerinin yanında plevra sıvısında bazı biyokimyasal ürünlerin araştırılması üzerinde de durulmaktadır. Bu çalışmada 1989-1990 yıllarında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları ve Tüberküloz Anabilim Dalında yatırılarak tetkik edilen plörezili 70 hastanın plevra sıvısı ve serum sialik asit düzeyleri ile kontrol grubu olarak seçilen sağlıklı 20 kişinin serum sia lik asit düzeyleri araştırıldı. Plörezi, olgularımızın 26'sında büyük çoğunluğu akciğer kanseri olmak üzere, malignite kaynaklı, 44'ünde ise malignite dışı nedenlere bağlı idi. Maligniteli hastalarda serum sialik asit düzeyinin, kontrol grubu ve malignite dışı hastalıklardakinden yüksek olduğu tesbit edildi. Ma lignite dışı hastalıklarda serum sialik asit düzeyinin kontrol grubuna göre arttığı ancak bu artışın malignitelerdeki kadar yüksek oranda ol madığı gözlendi. Maligniteli olgularımızda, plevra sıvısı sialik asit düzeyinin malig nite dışı nedenlerden kaynaklanmış plevra sıvılarındakinden yüksek olduğu belirlendi.Bu hastalarda plevra sıvısı /serum sialik asit düzeyi oram da diğer hasta grubundakinden büyüktü. Plevra sıvısı sialik asit46 konsantrasyonunun serum sialik asit konsantrasyonu ile bağıntılı olduğu da bulgularımız arasında yer aldı. Bu bulgulara göre plevra sıvısında sialik asit düzeyi tayininin ma lignite kaynaklı sıvılarda tanısal değeri olabileceği sonucuna varıldı.
  • Öğe
    Pnömoni takibinde yeni bir test
    (1994) Özkurt, Ali
    Pnömonilerin rutin hematolojik testlerle takibi ve iyileşmenin göstergesi olarak bu testlerden faydalanılması çeşitli araştırıcılar tarafından çalışılan, fakat fazla rağbet görmeyen bir konudur. Bu araştırıcıların birbirinden oldukça farklı sonuçlar bildirmesi ve testlerin nonspesifik olması değerlerini azaltmaktadır. Ayrıca bu testlerin bazılarının pahalı olması, özel araç-gereç veya eğitimli personel gerektirmesi uygulama alanının gelişmiş laboratuvar imkânları olan merkezlerle sınırlı kalmasına yol açmaktadır. Biz, basit olup çabuk sonuç veren, çeşitli hastalığı olan bireyleri sağlıklı olan bireylerden ayırabilen ve Slide Test adı verilmiş bir testi TK. pnömonilerin takibinde kulanmayı denedik. Parmaktan alınan bir damla kanın lam üzerine konmasının ardından, bunun üzerine sırayla iki reaktiften birer damla damlatılarak karıştırılmasıyla uygulanan bu testin esası; işlem sonucunda lam üzerinde az veya çok sayıda küçük kırmızı presipitasyonların oluşup oluşmamasının gözlenmesine dayanmaktadır. Bu presipitasyonların durumuna göre 1 den 3 müsbete kadar derecelendirilmektedir. Bu testin plazma fibrinojen seviyesini yaklaşık olarak gösterdiği bildirilmiştir. Çalışmamızda aldığımız toplumdan kazanılmış pnörnonili hastalarda, diğer hazı hematolojik testlerle beraber slide test takibi de yaptık. Sonuç olarak PY'da nötrofil oranı ve plazma fibrinojen seviyesiyle beraber, Slide Testin hem tedavinin takibinde, hem de iyileşmenin gösterilmesinde oldukça güvenilir olduğu sonucuna varılmıştır. Özellikle laboratuvar olanaklarının kısıtlı olduğu veya basit, çabuk uygulanır ve ucuz bir testle takibin arzu edildiği yada ayaktan takibin düşünüldüğü pnömoni hastalarında Slide Testin güvenle kullanılabilmesi sebebiyle tavsiye ediyoruz.
  • Öğe
    Eksersizin neden olduğu bronkospazm da bronkospazm üzerine nifedipinin etkisi
    (1985) Özkan, Serap; İmecik, Oktay
    Bir kalsiyum antagonist! olan nifedipinin eksersizle olu şan bronko spazma etkisi 15 stabil bronş astmalı hasta üzerinde incelendi. Çalışmada eksersiz -.MASTER' in 1,5 dakikalık 2 adım testinde^ ki hareket sayısına uygun olarak yaptırıldı. Hifedipin sublingual 20 mgr dozda verildi.- Solunum fonksiyon testleri: EEV, EEVı, MBC, MMI" değerleri o- larak ölçüldü. Bu parametreler eksersizden önce ve eksersizi izle yen 1,3,6,9,12,15,20. dakikalarda tesbit edildi*îstatistiksel ana lizler 't' testi kullanılarak yapıldı. Çalışmada eksersizden 1,3,6,9,12,15,20 dakika sonraki deger-= ler, nifedipin verilişini takiben uygulanan eksersizden 1,3,6,9,12, 15,20 dakika sonraki değerlerden tüm parametrelerde istatistiksel olarak önemli derecede farklı idi. (p£0.05). Nifedipinin bronkospaz- ma etkisi olumlu olarak bulunmuştur. Sonuç olarak; yapılan çalışmada görülmüştür ki; eksersiz kay~ nakli bronkospazmda, bronkospazmı önlemede çeşitli terapötik ajanlar yanında nifedipinin de seçkin bir yeri vardır. Çalışmamızda 15 kasta da 1 hasta dışında eksersiz öncesi sublingual 20 mgr yerilen Hif edi- pinle bronkospazm önlenmiştir. Hipertansiyon, angina pektorisle birlikte bronş astımı olan hastalarda kardiyak problemlerin yanısıra bronkospazma olumlu etki-» sinden ötürü seçilecek temel ilaçlardan biriside NîîEDİPÎN ' dir.
  • Öğe
    Malign plevral enfüzyonlarda beta-human koryonik gonadotropinin tanısal değeri
    (2000) Öztürk, Tahir; Zamani, Adil
    Bu çalışmada malign plevral efüzyonlu olgularda serum, plevra sıvısı (3-hCG düzeyi ve plevra sıvısı/serum (3-hCG oranının ayırıcı tanıda bir belirteç olarak kullanılıp kullanılamayacağının araştırılması amaçlanmıştır. Bu çalışmaya Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları ve Tüberküloz Anabilim Dalında 1999-2000 yılları arasında yatırılarak tetkik edilen 85 plevral efüzyonlu olgu alındı. Olgular tanılarına göre malign plörezi (22 olgu), benign plörezi (63 olgu), ve kontrol grubu (30 olgu) olmak üzere 3 grupta incelendi. Benign plörezi grubunda 26 transüda, 23 parapnömonik efüzyon ve 14 tüberküloz plörezi olgusu vardı. Olguların plevra sıvısı ve serum |3-rıCG düzeyleri ve kontrol grubunun serum P-hCG düzeyleri immunometrik assay yöntemi ile belirlendi. Malign plörezili olguların serum |3-hCG ortalama düzeyi benign plörezi, transüda, parapnömonik efüzyon ve kontrol gruplarından anlamlı derecede düşük idi (p<0.0001). Malign plörezili grupta plevra sıvısı p-hCG ortalama düzeyi benign plörezi, transüda ve tüberküloz plörezi gruplarından anlamlı olarak yüksekti (p<0.01). Malign plörezili grupta plevra sıvısı/serum (3-hCG ortalama oranı benign plörezi, transüda, parapnömonik efüzyon ve tüberküloz plörezi gruplarından anlamlı olarak yüksekti (p<0.0001). Malign plörezi tanısında plevra sıvısı |3-hCG düzeyi için sınır değer olarak 0.745 mlU/mL alındığında sensitivite %72.7, spesifisite %69.8 olarak saptandı. Malign 45plörezi tanısında plevra sıvısı/serum (3-hCG ortalama oranı için sınır değer olarak 2.51 alındığında sensitivite %100, spesifısite %79.4 olarak saptandı. Bu çalışmada plevra sıvısı P-hCG düzeyi ve özellikle plevra sıvısı/serum oranı tespitinin malign plörezileri benign plörezilerden ayırt etmede kullanılabilecek yararlı bir yöntem olabileceği sonucuna vardık.