Tez Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 30
  • Öğe
    Epizodik ve kronik migrenlilerde mıdas, pittsburgh uyku kalite indeksi, yorgunluk şiddet ölçeği ve beck depresyon ölçeklerini kullanarak migrene bağlı engelliliğin değerlendirilmesi
    (2024) Ağca, Sevda Yazıcıoğlu; Genç, Emine
    Amaç: Bu çalışmada epizodik ve kronik migrenin bireylerin ev, iş ve okul hayatı gibi sosyal hayatları üzerine etkisini incelemek, migrenlilerde depresyon, uyku kalitesi, yorgunluk komorbiditelerinin değerlendirilerek tedavi ve prognozda hayat kalitesini artıracak yol gösterici ipuçları elde edebilmek amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmaya 100 olgu (80 kadın,20 erkek), 50 (37 kadın,13 erkek) epizodik migren ve 50 (43 kadın, 7 erkek) kronik migren olgusu dahil edildi. Olgulara MIDAS (Migraine Disability Assessment, Migren Engelliliği Değerlendirme Testi); Pıttsburg Uyku Kalite İndeksi (PUKİ); Yorgunluk Şiddet Ölçeği ve Beck Depresyon Ölçekleri yüz yüze görüşme ile uygulanmıştır. Bulgular: Olguların yaş ortalaması 30,44±9,12 (kronik migrenlilerin 27,5±7,95; Epizodik migrenlilerin 33,38±9,34) idi. Olguların %29’u minimal, %14’ü hafif, %52’si orta ve %5’i şiddetli depresyonu vardi. Kronik migrenli olguların toplam PUKİ skor ortalaması epizodik migrenlilerden anlamlı düzeyde yüksekti. Olguların %62,89’unda şiddetli yorgunluk saptandı ve kadınlarda daha belirgindi. Kronik migrenlilerin orta dereceli depresif olma sıklığı, cinsel işlev bozukluğu, MIDAS skoru, Öznel Uyku Kalitesi ve Uyku Süresi alt bileşen skorlarıyla toplam PUKİ skoru, baş ağrısı sıklığı epizodik migrenlilerden anlamlı düzeyde yüksekken, minimal depresif olma sıklığı, yaşları ve baş ağrısı şiddeti anlamlı düzeyde düşüktü. Kronik migrenli erkeklerin baş ağrısı şiddeti kadınlardan anlamlı düzeyde yüksekti. Epizodik migrenlilerin toplam PUKİ puanıyla baş ağrısı sıklığı arasında negatif yönlü korelasyon saptandı. Kronik migrenlilerin toplam PUKİ skorları ile yaşları, depresyon derecesi, Yorgunluk Şiddeti Ölçeği puanları arasında pozitif yönlü korelasyon saptandı. Epizodik migrenlilerin yaşlarıyla depresyon derecesi, Yorgunluk Şiddet Ölçeği puanı ve MIDAS skoru arasında pozitif yönlü orta düzeyde korelasyon saptandı. Sonuç : Kronik migren yaş ortalaması daha düşükken, baş ağrısına bağlı engellilik, kötü uyku kalitesi, depresif belirtiler, cinsel işlev bozukluğu oranı daha yüksekti. Yorgunluk açısından gruplar arasında fark olmayıp tüm olgularda yorgunluk oranı yüksekti. Kronik migrenlilerin MIDAS skorları daha yüksek olup bu bulgu, migrenin sosyal yaşam üzerinde engellilik yaptığını desteklemekteydi. Bu bulgular migren tedavi ve prognozunda komorbiditelerin de son derece önemli olduğuna işaret etmektedir.
  • Öğe
    Spinal musküler atrofi tip 2-3(SMA) hastalarında nusinersen tedavisinin klinik ve laboratuvar bulguları üzerine olan etkisi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2023) Ataman, Şeyma; Güney, Figen
    Nusinersen tedavisi almak için başvuran Spinal Musküler Atrofi (SMA) Tip 2 ve Tip 3 hastaları ile belirli vizitlerde görüşme yapılarak, Nusinersen öncesinde ve ilaç dozları sırasında yaşamış oldukları tecrübeler, ilaç etki ve yan etkisinin araştırılması amaçlanmıştır. Çalışmanın sekonder amacı, T.C. Sağlık Bakanlığının Nusinersen tedavisi verilecek olan hastaların takibinde kullanılmasını önerdiği laboratuvar değerlerinin incelenmesi neticesinde, hastalarda oluşabilecek değişikliklerin kayıt altına alınmasıdır. Yöntem: Çalışmaya dâhil edilen hastalarla yapılan görüşmeler video ile kayıt altına alınmıştır. Hastalara ilaç öncesinde, 4 doz yükleme ve 5. doz idame tedavisi sonrası anket yöntemi ile hazırlanan standardize edilmiş sorular sorularak hasta ve yaşantısı hakkında bilgi edinilmiştir. Medical Research Council, Revised Upper Limb Modüle (RULM), Hammersmith Functional Motor Scale Expanded (HFMSE), 6 dakika yürüme testi ile hastaların motor fonksiyon ölçümleri yapılmıştır. Yan etkilerin değerlendirilmesi için kontrollerde rutin olarak bakılan hemogram, biyokimya, idrar analizi, beyin omurilik sıvısı biyokimya analizi, akciğer grafisi, kranial manyetik rezonans görüntüleme ve elektroensefalografi incelemesi yapılmıştır. Elde edilen veriler niteliksel kısımda fenomenolojik yöntemle, nicel kısımda ise Wilcoxon testi ile değerlendirilmiştir. Bulgular: Bu çalışmaya Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Nöroloji Polikliniği'ne Nusinersen tedavisi almak için başvuran 11 SMA hastası dâhil edildi. Hastaların %18,2'si (n=2) SMA Tip 2, %81,8'i (n=9) SMA Tip 3 tanılı, yaş ortalamaları 29,73±9,10 idi. Çalışmaya dâhil edilen hastaların ortalama tanı alma yaşları 9,09±5,95 idi. Tanı gecikme süresi ortalama 2,35±3,16 yıl olarak bulundu. Hastalık ile ilgili bilgiler çoğunlukla internet ve sosyal medya üzerinden (n=7, %63) sağlanırken, yatağa ve insanlara bağımlı olma hastaların en çok endişe edilen konuydu. (n=5, %45) Yetişkinlik dönemi tecrübelerinde eğitim alırken yaşadıkları sıkıntılar göze çarpmaktaydı. (n=8, %72) Hastalardan çoğu Nusinersen' den "çok beklentilerinin" olmadığını ifade etti. (n=4, %36) Bunu izleyen cevaplar ise "hayatımın daha konforlu olması" ve "enerji vermesi" idi. (n=3, %27) İlaçla ilgili yan etkiler nedeni ile 8 hasta korku taşımadığını ifade etti (n=8, %72). İlaçtan kazanımları konusunda ise en fazla "yürüme fonksiyonunda" iyileşme görülürken (n=8, %72), diğer etkiler kol hareketlerinde iyileşme (n=6,%54), "ayakta durma" (n=5, %45), "postür değişikliği" (n=4, %36), "yatakta dönme" (n=3, %27), "ağırlık kaldırma" (n=3, %27) oldu. Bedensel değişikliklerde en fazla görülen etki "enerji (n=9, %81)" dir. Niceliksel kısımda hastaların son ölçülen hemogram sayımlarında MCV değerleri ilk ölçümlerdeki değerlere göre istatistiksel olarak anlamlı yüksek bulundu (p=0,029). Diğer laboratuvar değerlerinde ölçümler arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık tespit edilmedi (p>0,05) HFMSE 1. ölçüm değerine göre 2. ve 3. ölçüm değerleri anlamlı yüksekti.(p=0,01, p= 0,027) 2. ölçüm ve 3. ölçüm değerleri istatistiksel olarak benzer saptandı (p>0,005) Sol üst ekstremite RULM 2. ölçüm 1. ölçüme göre anlamlı yüksek bulundu. (p=0,04) Hastaların toplam kas gücü değerlendirildiğinde 5. ve 6. ölçümlerde saptanan kas güçleri, 1. ölçümlerdeki kas güçlerine göre istatistiksel olarak anlamlı yüksek saptandı (p değerleri sırasıyla; p=0,005, p=0,008) Sonuç: Çalışmamızda SMA hastalığının sadece fiziksel sebeplere ek olarak hastalığın getirmiş olduğu yorgunluk, sosyal damgalanma, aileye olan fiziksel ve zihinsel bağımlılık gibi sebeplerle yaşam kalitesinin etkilendiği, hastaların eğitim ve mesleki faaliyetlerin aksadığı, sosyal hayatı daha pasif yaşamayı tercih ettikleri gösterilmiştir. Yaşamış oldukları sıkıntılara rağmen hayatlarındaki kısıtlamaları telafi etmeyi başarmışlar ve toplumsal hayatta yer edinebilmişlerdir. Hastaların tanı alma sürecinde yaşamış oldukları sıkıntılar, doktor ve hasta iletişimsizliği gibi nedenlerle hastalık ve tedavi yöntemleri hakkında sosyal medya kullanımının arttığı gösterilmiştir. Bu alanda hastaları anlayabilmek için daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır. Çalışmamız yetişkin dönemde de önemli etkiler meydana getirdiğinin gösterilmesi nedeniyle önemlidir. Nusinersen'in motor fonksiyonlarda iyileşmeye ek olarak bedensel ve ruhsal pozitif etkileri ile de sosyal ve mesleki alanlarda iyileşmeye sebep olduğu, hastaların yaşam kalitesini artırdığı gösterilmiştir. Hastaların ilaç almadan önce farklı fiziksel özelliklere sahip olması ve farklı etkiler görmesi sebebi ile ilaç etkisinin her hastanın kendi koşulları içerisinde değerlendirilmesi gerektiği gösterilmiştir. İlacın gün içindeki yorgunlukta azalma meydana getirmesi hastaların sosyal hayatlarını etkileyebilmesi sebebi ile Nusinersen'in yorgunluğa olan etkileri araştırılması gereken konular arasındadır. İncelenen laboratuvar parametreleri arasında dikkati çeken özellikler arasında MCV değerinde artış ve lenfosit düzeyinde % 9 oranında olan azalma olması idi. Bakılan diğer parametrelerden beyin omurilik sıvısı (BOS) incelemelerinde tüm hastalar arasında anlamlı farklılık yoktu. Bununla beraber SMA Tip 2 ile takip ettiğimiz bir hastamızda BOS proteini 1.dozda 55 iken 4 doz sonrasına yükselerek 77 oldu. Bakılan BOS mikroskobisinde eritrosit mevcut değildi. SMA Tip 3 ile takip edilen diğer hastamızda ise başlangıç BOS proteini 283, hemorajik zeminde 132 mm3/hücre %80 nötrofil, %20 lenfosit mevcuttu. 2. doz öncesi alınan BOS proteini 36 iken 6. doz öncesinde 47,1 idi. SMA Tip 3 ile takip ettiğimiz bir başka hastada ise başlangıç BOS proteini 68 iken 5.doz sonrası 56 olarak ölçüldü. Çalışmamız Türkiye'de SMA hastaları ile karma desen yöntemi kullanılarak yapılan ilk prospektif çalışma olması sebebi ile önemlidir. Anahtar kelimeler: Spinal musküler atrofi, niteliksel çalışma, fenomenolojik çalışma, Nusinersen, Hammersmith fonksiyonel motor skala indeksi, Revize edilmiş üst ekstremite modülü
  • Öğe
    Sistemik skleroz hastalarında epikardiyal yağ volümü ile parankim bulgularının karşılaştırılması
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2023) Garipoğlu, Cemile; Yılmaz, Pınar Diydem
    Amaç: Bu çalışmada sistemik skleroz (SSc) hastalarında epikardiyal yağ volümlerinin, interstisyel akciğer hastalığı (İAH) varlığı ve akciğer tutulum bulguları tarafından belirlenen hastalığın şiddeti ve yaygınlığı ile ilişkisi olup olmadığının belirlenmesi amaçlanmıştır. Bu şekilde epikardiyal yağ volümünün akciğer tutulum bulguları tarafından belirlenen hastalık şiddeti açısından potansiyel bir görüntüleme bulgusu olarak kullanılıp kullanılamayacağının da belirlenmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi Romatoloji polikliniğine 01.01.2020 ile 30.06.2022 tarihleri arasında başvurmuş olan 45 (40 kadın, 5 erkek, ortalama yaş 53,4) SSc hastası ve yine aynı tarihler arasında polikliniğe başvuru yapmış ve herhangi bir romatolojik hastalık tanısı ve koroner arter hastalığı tanısı konulmayan 30 (25 kadın, 5 erkek, ortalama yaş 51,033) hasta kontrol grubu çalışmaya dahil edildi. Hasta dosyalarından ve hastanenin elektronik bilgi sisteminden elde edilen hastalara ait demografik, klinik ve laboratuvar özellikler retrospektif olarak değerlendirildi. Çekilen Toraks BT görüntülerinde saptanan akciğer parankim bulgularına göre hesaplanan, akciğer tutulum skoru olarak Warrick skoru için gerekli veriler kaydedildi ve skor hesaplandı. Çekilen Toraks BT görüntülerinde epikardiyal yağ volümü ölçümü ücretsiz ve halka açık 3D Slicer programı kullanılarak yapıldı. Çekilen Toraks BT’de saptanan ek bulgular kaydedildi. Bulgular: SSc hastalarının 25’inde (%55) BT’de İAH saptandı. İAH olan hastaların yaş ortalaması 58, İAH olmayan hastaların yaş ortalaması 47,65 olarak bulundu. İAH olan hastaların yaş ortalamasının, İAH olmayan hastalara ve kontrol grubuna göre daha yüksek olduğu saptandı. Warrick skoru kullanılarak skorlanan, en sık görülen parankim bulguları septal/subplevral çizgilenmeler (%96) ve plevral kenarlarda düzensizlik (%96) idi. BT’de en sık saptanan İAH formu nonspesifik interstisyel pnömoni (%84) idi. v Çalışmamızdaki hastaların skorlarının ortalaması şiddet skoru için 5,88 ± 2,53837, yaygınlık skoru için 6,8 ± 1,73205, alveolar indeks için 1,32 ± 1,81934, fibrozis indeksi için 11,36 ± 4,10163, total Warrick skoru için 12,68 ± 3,90214 olarak bulundu. Epikardiyal yağ volümü ortalaması SSc hastalarında 72,4441 ± 45,26306 cm³, İAH olan hastalarda 84,8191 ± 48,90193 cm³, İAH olmayan hastalarda 56,9754 ± 35,64222 cm³ kontrol grubunda 41,7268 ± 21,79251 cm³ olarak saptandı. SSc hastalarında ölçülen epikardiyal yağ volümleri kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha yüksek bulundu (p<0,001). İAH olan hastalardaki epikardiyal yağ volümlerinin, İAH olmayan hastalara ve kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha yüksek olduğu saptandı (p<0,001). Epikardiyal yağ volümleri ile İAH’nin şiddet skoru, yaygınlık skoru, total Warrick skoru, alveolar indeks ve fibrozis indeksi ile arasında anlamlı korelasyon saptanmadı (p>0,05). İAH olan grupta total Warrick skoru ile hastanın kreatinin değeri (0,7268 ± 0,16155 mg/dL) arasında orta derecede pozitif anlamlı korelasyon saptandı (r=0,403, p=0,045). İAH olan grupta anti-scl 70 antikor pozitifliği (%80), İAH olmayan gruba göre (%30) anlamlı olarak daha fazla bulundu (chi-square=10,90, p<0,001). İAH olan grupta en geniş özofagus çapı (28,68 ± 13,03112 cm), kanda lökosit sayısı (8,9752 ± 3,36933 10^3/uL), kanda nötrofil sayısı (6,44 ± 2,8482 10^3/uL), kanda platelet sayısı (302,44 ± 89,03795 10^3/uL), modifiye Rodnan cilt skoru (22,2 ± 13,94931), ekokardiyografi ile ölçülen pulmoner arter basıncı (38,36 ± 10,18937 mmHg) ve tanı yaşı (52,12 ± 12,02192), İAH olmayan gruptaki en geniş özofagus çapına (16,15 ± 5,67798 cm), kanda lökosit sayısına (6,6585 ± 1,74847 10^3/uL), kanda nötrofil sayısına (4,3715 ± 1,59150 10^3/uL), kanda platelet sayısına (247,7 ± 74,70651 10^3/uL), modifiye Rodnan cilt skoruna (12,45 ± 10,40989), ekokardiyografi ile ölçülen pulmoner arter basıncına (31,4 ± 6,97665 mmHg) ve tanı yaşına (43,85 ± 11,41686) göre anlamlı olarak daha yüksek bulundu (p<0,05). Sonuç: Çalışmamızda artmış epikardiyal yağ volümleri ile SSc varlığı arasında ve sistemik sklerozlu hastalarda görülen İAH varlığı arasında anlamlı istatistiksel ilişki bulunmuştur. Ancak akciğer parankim tutulumunun şiddeti ve yaygınlığı ile epikardiyal yağ volümleri arasında bu çalışmada korelasyon saptanmamıştır.
  • Öğe
    Yeni tanı epilepsi ve/veya yeni tedavi başlanan epilepsili hastaların washington psikososyal nöbet ölçeği ile değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2022) Meşin, Nihan Kübra; Genç, Bülent Oğuz
    Yeni epilepsi tanısı almış ve/veya yeni tedavi başlanan epilepsili hastalarda psikososyal faktörler ve bu faktörlerin yaşam üzerindeki kronik maluliyet etkilerini gözlemlemek için Washington Psikososyal Nöbet Ölçeği ile değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: 18-75 yaş arası, yeni tanı almış ve/veya yeni tedavi başlanan hastaların demografik özellikleri, komorbiditeleri, nöbet tipleri, yapılmış radyolojik tetkikler, EEG bulguları kaydedilmiştir. Yeni tanı ve/veya yeni tedavi alan hastalar başlangıç muayenesinde ve takiplerinde Washington Psikososyal Nöbet Ölçeği uygulanarak elde edilen bulgular istatiksel olarak incelenmiştir. Bulgular: İlk ve kontrol alt ölçek skorları karşılaştırıldığında nöbete uyum kontrol alt ölçeği skorları düşük bulunmuş ve istatiksel olarak anlamlı bir farklılık saptanmıştır (p:0.022). Kadın hasta ve erkek hasta grupları arasında ilk ve kontrol testte duygusal durum ölçeğinde kadın hastaların skoru daha yüksek bulunmuş ve istatiksel olarak anlamlı bir farklılık saptanmıştır (sırasıyla p:0.48, p:0.29). Kişiler arası uyum, nöbet uyumu ve genel psikososyal fonksiyonlar açısından kadınlar üçüncü profile sahip iken erkekler ikinci hasta profiline sahiptir. Eğitim durumlarına göre karşılaştırıldığında ilk aile geçmişi ve ilk kişiler arası uyum ölçeğinde lise ve üniversite mezunlarının skorları arasında anlamlı farklılık saptanmıştır (sırasıyla p:0.34, p:0.17). Üniversite mezunları daha düşük skorlara sahiptir. İlk tedaviye uyum ölçeğinde ilköğretim ve lise mezunlarının değerleri benzer olup üniversite mezunları bu iki gruptan daha düşük skorlara sahiptir ve bu fark istatiksel olarak anlamlıdır (p:0.01). Kişiler arası uyum, maddi durum, nöbete uyum ve genel psikososyal fonksiyonlar açısından ilköğretim ve lise mezunları üçüncü hasta profiline sahip iken üniversite mezunları ikinci hasta profiline sahiptir. Medeni durumlarına göre karşılaştırıldığında kontrol nöbete uyum ölçeğinde evli hastaların skorları bekar hastalardan daha düşük bulunmuş bu fark istatiksel olarak anlamlı saptanmıştır (p:0.040). Antiepileptik tedavilerine göre karşılaştırıldığında levetirasetam kullanan hasta grubunda tedaviye uyum ve genel psikososyal fonksiyonlar alt ölçeklerinde ilk testlerine göre kontrol testlerinde skorlar düşük bulunmuş ve istatiksel olarak anlamlı saptanmıştır (sırasıyla p:0.046, p:0.32). Nöbet tipine göre karşılaştırıldığında nöbete uyum iv ölçeğinde fokal başlangıçlı nöbete sahip olan hasta grubunda kontrol ölçek skorları ilk teste göre düşük bulunmuş ve istatistik olarak bir anlamlılık saptanmıştır (p:0.48). Sonuç: Çalışmamızda epilepsili hastanın birçok alanda belirgin psikososyal soruna sahip olduğu saptanmıştır. Sadece antiepileptik tedavi ile bu problemlerin yeterli derecede düzeltilemediği tespit edilmiştir. Epilepsili hastanın ailesi ve çevresiyle iletişimini düzeltebilmek, hastalığa, nöbetlere ve tedaviye uyumunu artırabilmek, okul başarısında, işinde ve evlilik hayatında sorunları çözebilmek, toplumun yanlış tutum ve davranışları nedeniyle oluşan damgalanmayı azaltabilmek, toplumsal kısıtlamaları ortadan kaldırabilmek, yaşam kalitesini yükseltebilmek ve en önemlisi kronik maluliyeti önleyebilmek için epilepsi hastalarında psikososyal sorunların tanınması ve tedavi edilmesi gerekmektedir. Hasta, nöroloji hekimi, psikolog, psikiyatrist ve diğer sağlık profesyonelleri, aile ve toplumun diğer fertleri bir bütün olarak yeterli bilgi ile donatılmalı, bütüncül iyilik haline neden olan yaklaşımlar benimsenmeli, psiko-eğitim programları oluşturulmalı, epilepsi hastalarına iyi bir yaşam kalitesi kazandırılması için halk sağlığı programı oluşturulmalıdır.
  • Öğe
    Primer progresif multipl sklerozlu hastalarda spastin (spg4) ve paraplejin (spg7) gen mutasyonlarının değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2021) Çopuroğlu, Burak; Uca, Ali Ulvi
    Primer progresif multipl skleroz (PPMS) klinik olarak herediter spastik parapleji (HSP), kalıtsal lökodistrofi ve mitokondriyal hastalıklar gibi nörodejeneratif bozukluklarla örtüşebilen, yavaş ilerleyen uzun trakt disfonksiyonunun klinik belirtileri ile kendini gösteren bir MS formudur. Bazı MS vakalarında immün sistem aracılı mekanizmalardan bağımsız olarak ilerleyici engelliliğe katkıda bulunabilecek patojenik genler tanımlanmıştır. Literatürde birkaç olgu sunumunda HSP' ye neden olan bazı gen mutasyonlarının PPMS hastalarında tespit edilmesi ve PPMS ile HSP' de uzun traktlarda benzer aksonal kayıp profilinin olması bu iki hastalık arasında patogenetik bir ilişki olduğu fikrinin yaygınlaşmasına sebep olmuştur. HSP genlerinin; PPMS' e olan duyarlılığını ve hastalık şiddeti üzerindeki rolünü belirlemek ve spastik parapleji kliniğine yol açan motor yollar üzerinde olası etkilerini açıklamak amacıyla bir PPMS kohortunda spastin (SPG4) ve paraplejin (SPG7) gen mutasyonlarının taramasını amaçladık.
  • Öğe
    Epileptik erişkinlerde antiepileptik tedavinin kalp hızı değişkenliği üzerine olan etkisi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2010) Yıldız, Gülce Ünal; Doğan, Ebru Apaydın
    Epileptik hastalardaki mortalite oranı, benzer yaş grubundaki bireylerle kıyaslandığında 2-3 kat daha yüksektir ve ölümler en fazla `genç erişkin' yaş grubunda görülür. Her ne kadar kalp hız değişkenliğindeki (KHD) azalmanın istenmeyen kardiyak olaylarla ilişkisi iyi bilinse de, bu süreçte rol alan mekanizmalara dair bilgiler sınırlıdır. Bu nedenle, 24-saatlik Holter kayıtları yardımıyla antiepileptik ilaçların (AEİ), KHD parametreleri üzerindeki etkilerini değerlendirmeyi amaçladıkMetot: Nöroloji bölümü epilepsi polikliniğinde düzenli olarak takip edilmekte olan epilepsi hastaları (n=37) ve bu hastalarla yaş, cinsiyet ve vücut kitle indeksi (VKİ) açısından benzer özellikler taşıyan kontrol grubu (n=32) çalışmaya dahil edildi. KHD `zaman alan' ve `frekans alan' parametreleri açısından detaylı olarak incelendi.Sonuçlar: Hasta grubundaki KHD parametreleri, kontrol grubuna oranla belirgin olarak baskılanmıştı [N-N intervallerinin standart sapması (SDNN): 142±32 ms karşın 179±30 ms, p<0.001]. Alınan AEİ tadavileri (karbamazepin, okskarbazepin, levetirasetam veya valproat), epilepsi süresi, yaş, cinsiyet, VKİ, epilepsi tipi ve etiyolojinin etkilerini değerlendirmek için yapılan alt grup analizlerinde, KHD'yi baskılayan temel faktörlerin politerapi almak (ß= -0.394, p=0.011) ve uzun zamandır epileptik olmak (>10 yıl) (ß=-0.317, p=0.037) olduğu (SDNN: 127±27 ms karşın 157±31 ms, p=0.003), diğer faktörlerin ise hiçbir KHD parametresi üzerinde etkili olmadığı saptandı.Yorum: Politerapi ve uzun süredir epileptik olmak (>10 yıl), kullanılan AEİ tipi, yaş, cinsiyet, VKİ, epilepsi tipi ve nöbet etiyolojilerinden bağımsız olarak KHD'yi baskılar. Bu hastalarda yapılacak olan detaylı kardiyak incelemeler, istenmeyen kardiyak olayların meydana gelmesinde rol alan mekanizmaların ortaya çıkarılmasına yardımcı olacaktır.
  • Öğe
    Genç iskemik serebrovasküler hastalarda protein S, protein C ve antikardiolipin antikor düzeyleri
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 1996) Yel, Birgül; Koçbeker, Ayşegül
    Bu çalışmada iskemik serebrovasküler (İSV) hastalığı olan genç yaşdaki hastalarda kan protein S, protein C ve antikardiolipin antikor düzeylerindeki değişikliklerin hastalık etyopatogenezüıde rolü olup olmadığı araştırıldı. Kasım 1994 - Ocak 1996 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji A.B.D polikliniğine başvuran ve kliniğe yatırılan, yaşlan 45 'in altında 23 İSV hastalıklı hasta, genç hasta grubu olarak çalışmaya alındı. 45 yaşın üzerinde ÎSV hastalığı olan 23 hasta birinci kontrol grubunu, herhangi bir nörolojik hastalığı veya son üç ay içinde başka hastalık anamnezi olmayan, 14 nöroloji kliniği personeli ve hasta refakatçiside ikinci kontrol grubunu oluşturdu. Poliklinik de görülen geçici iskemik ataklı hastadan hemen klinikde yatarak tedavi gören hastalardan da ilk muayenelerinden sonra en kısa zamanda kan örnekleri alındı. Total protein S ve protein C ölçümleri için radial immündifüzyon, AKA ölçümleri için ELİSA yöntemi kullanıldı. Çalışmada total protein S düzeyleri genç hasta grubundakilerin hepsinde normal düzeyde, birinci ve ikinci kontrol grubunda ise birer kişide normalin altında bulundu Protein C düzeyleri genç hasta ve birinci kontrol grubunda birer hastada normalin altında, ikinci kontrol grubundakilerin ise hepsinde normaldi. AKA IgG düzeyleri genç hasta grubunda ve ikinci kontrol grubunda iki, birinci kontrol grubunda bir hastada normalden yüksek bulundu. AKA IgM düzeyleri, tüm gruplarda normaldi. 45 yaşın altındaki İSV hastalarda 45 yaşın üzerindeki İSV hastalarda ve 45 yaşın altındaki genç sağlıklı kişiler arasında bu üç parametre açısından anlamlı bir fark bulunmadı. Çalışma anterograd olduğu için hasta sayısı sınırlı kalmıştır Bu nedenle protein S, protein ve AKA düzeylerinin, İSV hastalık etyopatogenezinde rolü konusunda şüphelerimiz olmakla birlikte, çok merkezli çalışmalar yaparak hasta sayısının artırılması ve böylece hastalık etyopatogenezi hakkında daha güvenilir bilgilere ulaşılabileceği sonucuna varıldı.
  • Öğe
    Multipl sklerozlu olgularda lezyon alanı ve lokalizasyonu ile klinik ve paraklinik bulguların ilişkisi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2004) Yaşar, Serpil; Akpınar, Zehra
    MS is a chronic inflammatory and demyelinating disease of the central nervous system. The diseases involves various sites throughout the CNS with a wide rage of clinical manifestations. It affects relatively young people and has a negative influence an social and occupational functioning of the patient as well as family rebtrans. It is progressive and results in loss of cognitive functions. Secondary psychic reactions may result in various psychiatric disorders. Accumulation of physical disabilities negatively influences the daily life of the patients. The concept of quality of life (QOL) is described as self perception of the subject's status accorching to his own cultural values. The QOL has recently gained importance among chronically ill patients. In this study we aimed to investigate the corelation of QOL with lesion localization and lesion area as well as EDSS scores, clinical and paraclinical findings and socio-demographic features. Thirty-one female and 11 male patients with relapsing-remitting MS who admitted to the outpatient clinic of neurology were included in the study. Their ages ranged between 16-52. The patients had a careful neurological examination, visual, auditory and somatosensory evoked potentials and MRI examination. Area of lesions were measured by the MRI software program and expressed as mm2. Disability level of the patients were determined by EDSS whereas WHOQOL-BREF was used to determine the QOL. MMSE and BECK depression scale were applied to the patients by the psychiatrist. BECK depression scale scores were strongly correlation with disease duration, EDSS score and attack frequency(p=0.001) of the patients. BECK depression scale scores were not corelated with marital status (p=0.255), level of education (p=0.417), sex (0.869), number of plaques (p=0.657), visual evoked potential values (p=0.828) and lesion localization (p=0.170). No sagnificant correlation was found between MMSE scores and attack frequency (p=0.422), number of plagues (p=0.095), lesion location (p=0.446) and lesion area. BECK depression scale scores were significantly corelated with all domains of the WHOQOL-BREF. EDSS scores were significantly correlated with general health/ plessure of living subscale of WHOQOL-BREF (p=0.039) while no corelation was 49found between EDSS and other domains of WHOQOL-BREF. Deep white matter lissions of right periventricular area were correlated with social relationships domain of the WHOQOL-BREF (p=0.035) while deep white matter lesions of left periventricular area were correlated with environment domain of the WHOQOL- BREF (p=0.031). Disease duration (p=0.186), cortical lesion (p=0.176), total lesion areas (p=0.067), and visual evoked potential values were not significantly correlated with WHOQOL-BREF. Lack of correlation between number and localization of lesions and other parameters of QOL, also between total lesion areas and QOL might be due to the heterogeneity of the disease, patient selection criteria and methodological differences is evaluating cognitive functions and MRI lesions. Evaluating cognitive functions with detailed and standardized tests, using diseas spesific scales for measurement of QOL and using functional imaging techniques shold be more informative in further studies.
  • Öğe
    Sağlıklı erişkinlerde bilateral Martin Gruber anastomoz insidansının araştırılması
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2001) Uysal, Abdullah; Öğmegül, Ayşegül
    İnsanların yaklaşık % 20' sinde üst ve alt ekstremite sinir donanımında anomali olduğu bilinmektedir. Sinir iletim çalışmalarında hatalara neden olabilen ve EF çalışmalarla ortaya çıkanlabilen bu sinir anomalilerinin en iyi bilinenleri aksesuar peroneal sinir ve MGA'dur. MGA ön kol seviyesinde median sinirden genellikle anterior interosseos sinir aracılığıyla motor aksonların ulnar sinire katılmasıyla gerçekleşen ve elde ulnar sinir ile innerve intrinsik kaslara giden anormal bağlantı dalıdır. MGA normal toplumun % 15-31 'inde görülmektedir. Bu çalışmada sağlıklı erişkinlerde MGA insidansının araştırılıp literatür bilgileriyle karşılaştırılması planlandı. Çalışma 1 16'sı kadın J30'u erkek olmak üzere 246 sağlıklı bireyin (Selçuk Üniversitesi tıp fakültesi öğrencileri ve hastane çalışanları) gönüllü katılımıyla Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi nöroloji anabilim dalı nörofizyoloji laboratuvannda Nihon Kohden MEB - 7102 K markalı EMG cihazı kullanılarak yapıldı. Deneklerin sağ ve sol üst ekstremitelerinde median ve ulnar sinirler bilek ve dirsek seviyelerinden yüzeyel olarak uyarıldı. Tenar, hipotenar bölgelerden ve BDİ kastan kayıt yapıldı. Elde edilen BKAP MGA tanı kriterlerine göre değerlendirilip MGA olup olmadığına kara verildi. Çalışmaya katılan 246 denekten 29 erkek (%22.3) ve 28 kadın (%24.1) olmak üzere 57 denekte (%23.2) MGA saptandı. Bulguların literatür bilgileriyle uyumlu olduğu görüldü. MGA saptanan erkek ve kadın denekler arasında MGA bulunması ve bulunuş biçimleri yönünden istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadı.
  • Öğe
    Uykudaki hızlı göz hareketlerinin hemisferik asimetri yönüyle incelenmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2003) Uca, Ali Ulvi; Genç, Bülent Oğuz
    Uyku; organizmanın dış dünya ile alışverişinin, algılarının ve tepkilerinin kaybolduğu, geriye dönüşümlü bir davranış ve bilinç durumudur. Yirminci yüzyılda yoğunluk kazanan araştırmalarla, oldukça kompleks mekanizmaların kontrolünde dinamik, aktif bir olay olduğu düşüncesi kabul edilmeye başlanmıştır. İnsanlarda, REM uykusu sırasında oluşan HGH'nin fonksiyonel önemi ve orijini henüz tam anlaşılamamıştır. HGH'nin, rüya görme ve merkezi sinir sistemi aktivasyonuyla, REM uykusu esnasında eşzamanlı görülmesi ilginçtir. Bu çalışmada; REM uykusu esnasında oluşan HHGH'nin yöneliş, amplitüt, açısal değerlerini ölçmeyi ve yaşla ilişkilerinin literatür bilgileriyle değerlendirilmesini ve HGH temelindeki anatomik, fizyolojik mekanizmaların açıklanmasını ve hemisferik asimetri kavramına katkı sağlamayı amaçlamaktadır. Yaş dağılımı 19-70 arasında değişen 25 denek, kliniğimiz EEG laboratuarında bir gecelik spontan uyku esnasında, standart prosedürler uygulanarak kayıtlandı. Bir REM periyodunda sağa ve sola HHGH'nin dağılımının analizi, HHGH açısal değerleri ve HHGH amplitüt ortalamaları; ilk önce yaşa bağımlı kalmadan, sonrasında ise; 19-42 yaş A, 47-70 yaş B grubu diye ikiye ayrılarak, birbirleriyle karşılaştırıldı. Yapılan istatistiki değerlendirmeyle, hemisferik bir asimetriyi gösterecek anlamlı bir sonuç elde edilmedi. REM uykusu, HGH ve rüya için, dominant bir hemisfer göstermek mümkün değil gibi gözükmektedir. Çalışmaların bir kısmı sağ hemisfer, bir kısmı sol hemisfer üstünlüğünü ortaya koymaya çalışırken, diğer bir kısım ki ( bizim çalışmamızda bunu desteklemekte) her iki hemisferin koordineli çalıştığını savunmaktadır. Bu konunun ihtilaflardan arınması; elektrofizyolojik ve görüntüleme yöntemlerinin gelişmesi, birlikte kullanılması ve çalışılacak geniş serilere bağlıdır.
  • Öğe
    Dislipidemik erişkinlerde, antihiperlipidemik ilaç tedavilerinin optimal etki ve nörolojik yan etki yönünden değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2005) Tokgöz, Osman Serhat; Öğmegül, Ayşegül
    Antihiperlipidemik ilaç gruplarının birbirleri arasında etki yan etki profilinde bir fark olup olmadığını araştırmak amacıyla, Nöroloji ve Kardiyoloji anabilim dalları polikliniklerine başvuran 37-77 yaşlan arasında 129 (42 kadın, 87 erkek) dislipidemik hasta çalışmaya alındı. Çalışmaya alman hastalar 5 gruba ayrıldı. Tüm hastalara ideal kilolarına ulaşmaları ve standart lipidden fakir beslenme tarzı önerildi. Çalışmamız 10 mg atorvastatin (67 kişi), 10 mg pravastatin (13 kişi), 10 mg simvastatin (10 kişi), 200 mg fenofıbrat (15 kişi), 10 mg atorvastatin + 200 mg fenofıbrat (24 kişi) gruplarından oluşuyordu. Tedavi öncesi ve tedavi sonrası 3., 6. ve 12. aylarda lipid değerleri "TK, LDL-K, HDL-K, TG" ve CK, SCOT, SGPT enzimleri biyokimyasal olarak takip edildi. Grupların istatistiksel olarak değerlen karşılaştırıldı. 1 yıllık takip sonunda; TK seviyelerindeki düşmeye olan etkilerinde, istatistiksel olarak bir fark gözlenmedi (p^-0.05). 6. aydan sonra fenofibratm pravastatine oranla istatistiksel olarak anlamlı bir şekilde TG'de düşme sağladığını gözlemledik (p<0.05). Diğer ilaç gruplarının TG değerleri üzerine etkisinde bir fark yoktu (p>0.05). Özellikle ilk 3 ayda atorvastatinin fenofıbrata oranla LDL-K değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı bir düşme sağladığı görüldü (p<0.05). Diğer gruplar arasında LDL-K değerleri üzerine etki yönünden bir fark yoktu (p>0.05). İlaç grupları arasında HDL-K değerlerini artırma yönünden anlamlı bir farklılık tespit edilmedi (p>0.05). 79Tüm ilaç gruplarında yaklaşık 3. aydan sonra kan lipid seviyelerinin stabil bir seyir izlediğini gözlemledik. İlk 6 ayda pravastatinin atorvastatine oranla CK seviyelerinde istatistiksel olarak anlamlı artışa neden olduğu tespit edildi (p<0.05). Birçok yayında hidrofilik yapısı nedeniyle diğer lipofiiik ilaçlara göre yan etki profilinin düşük olduğu söylenen pravastatin, bizim çalışmamızda CK'yi daha fazla arttırdı. Diğer ilaç grupları arasında CK'yi yükseltme oranları arasında bir fark tespit edilmedi (p>0.05). Pravastatinin miyalji yapma oram diğer gruplara göre daha yüksekti ancak pravastatin de dahil tüm ilaç grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark tespit edilmedi (p>0.05). Karaciğer fonksiyonları üzerine tüm grup ilaçların etkisinin olmadığı gözlendi. Çalışmamızda bazı nörolojik hastalıkların tedavisinde önem kazanmaya başlayan antihiperlipidemik ilaç tedavi ve takiplerinin önemini vurgulamayı amaçladık.
  • Öğe
    Akut iskemik strokta difüzyon ve perfüzyon MR lezyonlarının T2MR final infarkt volümü ile korelasyonu
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2010) Şap, Hatice; Çorbacıoğlu, Betigül Yürüten
    Serebral iskemi; beynin belli bir bölgesinde serebral kan akımının normal serebral fonksiyonu sürdürmek için ihtiyaç duyulan seviyenin altına düşmesi sonucu oluşan klinik bir durumdur. İnme dünyada mortalite nedeni olarak 3. sırada yer almaktayken, en sık morbidite nedenidir.Bu çalışmada amacımız inmenin akut döneminde difüzyon ve perfüzyon MR görüntüleri arasındaki uyumsuzluk varlığının tespiti ve bu uyumsuzluğun klinik prognoz ve finalde lezyon büyümesine olan etkisinin incelenmesiydi. Bu nedenle çalışmaya semptom başlangıcından sonraki 24 saat içinde hastaneye başvurmuş olan ve difüzyon MRG ile iskemik inme tanısı alan 27 hasta dahil edildi. Hastalara ilk 24 saatte perfüzyon MR görüntüleme yapıldı ve hastalar ESS, NIHSS, mRS ile klinik olarak değerlendirildi. Ortalama 15 gün sonra hastalara kontrol T2MR çekilerek aynı skalalarla son durum klinik değerlendirmeleri yapıldı. Trombolitik tedavi hiçbir hastaya uygulanmadı ve hastalara uygulanan tedaviler klinikte hastayı takip eden doktor tarafından düzenlendi. Çalışmaya katılan hastaların 2'si kliniğimizde takip edilmekteyken eksitus oldu. Hastalar uyumsuzluk ciddiyetine göre ciddi uyumsuzluğu olanlar, hafif-orta uyumsuzluğu olanlar, uyumsuzluğu olmayanlar olarak sınıflandırıldı.Elde edilen sonuçlara göre; şikayetlerin başlangıcından ilk 24 saat içinde gelen hastaların büyük bir kısmında penumbra alanı görülmüştür. Eğer uyumsuzluk ciddi derecede ise bu durum finalde lezyon büyümesi olan hasta sayısını istatistiksel olarak anlamlı düzeyde etkilemekteyken, finalde gelişecek olan lezyondaki büyümenin derecesini de yine anlamlı oranda etkilemiştir. Ciddi derecedeki uyumsuzluğun İKY ile sonlanıma etkisinin istatistiksel olarak anlamlı olmadığı görülmüş ve bu hastalar genel olarak İKY sonlanmamıştır. Akut dönemdeki ESS skorunun perfüzyon MRG'deki lezyon hacimleriyle ilişkisi, difüzyon MRG'leriyle ilişkisinden istatistiksel olarak daha anlamlı bulunmuştur.Sonuç olarak difüzyon ve perfüzyon MR görüntüleri arasındaki uyumsuzluğun varlığı; klinik ve radyolojik sonuçların öngörülmesinde değerlidir. Ayrıca uygun tedavinin seçimi ve prognozun belirlenmesinde klinisyene değerli bilgiler vermektedir.Anahtar Kelimeler: İskemik inme, difüzyon/perfüzyon MR uyumsuzluğu, finalde lezyon büyümesi ve iyi klinik yanıt.
  • Öğe
    EEG' de fotik sürüklenme yanıtları ve görsel uyarılmış potansiyeller ile ilişkisi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2004) Sevil, Şerafettin; İlhan. Nurhan
    EEG'de flaşlara karşı normal fizyolojik yanıtlar olarak kabul edilen fotik sürüklenme yanıtlarının normal kişiler arasında, amplitüt, simetri, en belirgin olarak ortaya çıktığı montaj veya FSY'nin hiç ortaya çıkmaması gibi farklılıklar gösterdiği, EEG laboratuvarlannın öteden beri bilinen ve dikkati çeken bir bulgusudur. Bu çalışma ile, normal kişiler arasındaki FSY farldüıklan, bunlara neden olabilecek faktörler ve bu farklılıkların görsel uyarılmış potansiyellere nasıl yansıdığı araştırılmıştır. Anamnez ve muayene sonucu tamamen normal kabul edilen, 18-50 yaşlan arasında, 30 denek (16'sı erkek, 14'ü kadın) çalışmaya alındı. Hem göz kapak, hem de göz açık iken olmak üzere EEG'de FSY değişiklikleri saptandı ve bu değişikliklerin aynı olguların GUP'ları ile doğrusal bir ilişki gösterip göstermediği incelendi 1. Flaşlara karşı EEG fotik sürüklenme yanıtı gösteren kişilerin sayısı, göz kapalı olgularda %86, göz açık olgularda %83 olarak bulundu. Subharmonik yanıtlar göz kapalı olgularda, harmonik yanıtlar ise göz açık olgularda daha fazla idi Bu durum göz açık olgularda alfa ritminin FSY'ye olan katkısının en aza indirilmiş olması ve normalde ortaya çıkmayan FSY'lerin görünür hale gelmesi şeklinde açıklanabilir. 2. FSY'nin en ryi elde edildiği frekans aralığı (kritik frekans), göz kapalı olarak %81, göz açık iken %63 olguda alfa frekans aralığı olarak belirlendi. FSY'nin en belirgin olarak ortaya çıktığı montajlar ise P3-01, P4-02 ve C3-P3, C4-P4 idi. Bu bulgular bize FSY'nin alfa dalgalan ile, hemisferik lokalizasyon, ortaya çıktığı frekans aralığı açısından benzer elektrogeneze sahip olmasına rağmen, onlardan farklı bir antite olduğunu gösterdi 3. Hem göz kapak, hem göz açık olgularda EEG'de fotik sürüklenme yanıtı amplitütleri ile, aynı olguların görsel uyarılmış potansiyel amplitütleri yüksek oranda bir korelasyon gösterdi Kişiler arasındaki FSY farkkkklannın ortaya çıkmasında veya FSY'nin biç oluşmamasında, GUP büeşenlerinin ve fotik yanıt jeneratörünün hemisferdeki lokalizasyonunun önemti olduğu görüldü. 4. FSY ve GUP ampktütlerinin yaş ve cinsiyete bağk olarak değişmediği tespit edildi Olgular flaş frekanslarına karşı iki tip fotik yanıt örneği sergilediler ; a) Flaş frekansı ile ampktüdü giderek artan, kritik frekanstan sonra giderek azalan sumasyon tip yanıt, b) Flaş frekanslarına karşı Ok yanıttan sonra amplitüdü giderek azalan non-sumasyon tip yanıt. Non- sumasyon tip yanıt gösteren olguların FSY orta.lamala.ri daha düşük bulundu. Özellikle sumasyon tipinde FSY'ye en belirgin katkısı olan GUP bileşeninin rv. komponent olduğu öngörüldü. 605. EEG'de FSY'nin ortaya çıkmasında, zemin ritminin, genetik olarak fotosensitivite (nöron eksitabilitesi) derecesinin, ruhsal durumun, çevresel faktörlerin, kayıt sırasındaki farklılıkların da katkısının olabileceği görülmüştür. EEG'de FSY'lerin GUP ile korelasyonundaki bazı farklılıklar bu şekilde açıklanabilir. FSY ve GUP arasındaki yüksek korelasyon ve elde edilen diğer bulgular, bu iki yöntemin çok benzer veya aynı temel mekanizmayla ortaya çıktığını göstermektedir. Bir çok araştırıcı tarafından bu temel elektrogenetik proçeslerde, retiküler aktive edici sistem- subtalamik-talamik-kortikal bağlantıların ve aminerjik sistem ile kolinerjik sistem arasındaki dengenin önemli olduğu belirtilmektedir. Dolayısıyla, bu iki yöntemin, birbirinin alternatifi olarak veya birinden elde edilen sonucun diğeri tarafından teyit edilmesi amacıyla nöroloji laboratuvarlannda kullanılabileceği izlenimi elde edilmiştir.
  • Öğe
    Migrenli hastalarda vestibüler duyarlılık
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2007) Seren, Rahime Karadeniz; İlhan, Süleyman
    Migren başağrısı ve vertigo sık rastlanan yakınmalar olarak bilinir. Migrenli hasta dosyalarında sıklıkla taşıt tutması öyküsü ve yine sıklıkla başağrısız veya başağrılı dönemlerde vertigonun eşlik ettiği kaydedilir.Bu çalışma migrenlilerdeki vertigonun vestibüler duyarlılıktaki olası artıştan mı, yoksa asimetrik duyarlılık nedeniyle mi geliştiğini araştırmak amacıyla yapılmıştır.Çalışmaya 44 migrenli (31 aurasız, 13 auralı) ve 30 normal kontrol olgusu alınmıştır. Bütün olgularda bitermal kalorik test uygulanarak göz kapalı kümülasyon periyoduna ait nistagmuslar üzerinde yavaş faz maksimum hızları ölçülmüş, bu değerlere dayalı olarak Kanal Parezisi (KP) ve Yön Egemenliği (YE) yüzdeleri bilgisayarca otomatik olarak hesaplanmıştır. Yine sağ ve sol labirentik uyarı değerleri de hesaplandı. Kayıtlarda optik fiksasyon supresyonu olup olmadığı her olgu için ayrıca not edildi. Elde edilen değerlerin başta olgu gruplarına, sağ ve solda elde edilen gruplara göre istatistik analizleri yapıldı.KP değerleri auralı, aurasız migren grupları ve normal kontrol grubu için sırasıyla %12, 26,24 yüzdeleri elde edildi. YE değerleri olarak da sırasıyla %22, 30, 33 yüzdeleri elde edildi. Sağ ve sol kulak (labirentik) uyarı değerleri sağ ve sol kulak ayırt etmeksizin auralı, aurasız migren ve normal kontrol grupları için 13.16, 6.80, 17.41 derece / sn bulundu.Auralı grupta KP ve YE değerleri, aurasız grupta uyarı değerleri migrenlilerde vestibüler duyarlılığın azaldığını düşündürmüştür. Bulgular asimetrik bir duyarlılık göstermemiştir. Optik fiksasyon supresyonu sadece 2 migrenli (aurasız) olguda negatif bulunmuştur.Bulgular bütünüyle değerlendirildiğindea)çalışma migrende vestibüler etkilenişin çok belirgin şekilde periferik düzeyde olduğunu göstermektedir.b)Vestibüler duyarlılıkta azalma söz konusudur.c)Vestibüler duyarlılık azalmasında asimetri görünmemektedir.Sonuç olarak migrendeki vertigonun bulgularının yorumunda taşıt tutma ve fono / fotofobi gibi yakınmaların fazlalığı dikkate alınırsa, salt vestibüler olmayıp mültisensöriyel eşgüdüm sorunu olarak belirdiği söylenebilir.
  • Öğe
    Migrende serebral serotonin aktivitesi ve VEP'teki yansıması
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 1994) Sandıkçı, Yüksel
    Migrende patogenez tam olarak aydınlatılabilmiş değildir. Bu konuda ki tartışmalar nöral ve vasküler teoriler zemininde devam etmektedir. Monoaminlerin özellikle serotoninin migren patogenezinde önemli yeri olduğu bilinmektedir. Diğer bir monoamin olan dopamin eksikliği ile karakterize parkinson hastalığında yapılan bir araştırmada VEP amplitüdünün düştüğü, L-Dopa tedavisi ile tekrar yükseldiği görülmüştür. Araştırıcılar dopamince zengin retinanın eksitabilitesini göz önüne alarak, VEP amplitüd oluşumunda dopaminin rolünü vurgulamışlardır. Öte yandan migrende artmış sensitivite ve prodromal vizüel bozuklukların görülmesi VEP incelemelerini teşvik etmiştir. Dopamin de olduğu gibi santral serotonin ve noradrenalin aktivitesini etkileyen ilaçların da elektroflzyolojik yansımasının olabileceği düşünülerek yapılan bu çalışmada; 1-Sertralinin VEP cevaplarında belirgin bir değişikliğe neden olmadığı, 2-Amitriptilinin latansları artırırken, amplitüdleri düşürdüğü, 3-Migren atağı esnasında sumatriptan enjeksiyonundan 120,180 ve 240 dakika sonra VEP amplitüdlerinin düştüğü gözlendi. Sonuç olarak santral nöromediatörler üzerinden etki gösteren ilaçlarla yapılan bu çalışmada migrende VEP latans ve amplitüd değişikliklerinin temelinde nörotransmitterlerin sorumlu olduğu; migren patogenezinde serotonin yanısıra noradrenalinin de rolü olabileceği kanaatine varıldı.
  • Öğe
    Amatör boksörlerde nörolojik, elektroansefalografik ve vestibüler araştırma
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 1989) Orhan Demir; İlhan. Nurhan
    Boks sporu ile uğraşanlarda gelişebilen ve kronik travmatik ansefalopati veya yumruk sarhoşluğu olarak bili nen sendrom bir çok araştırıcı tarafından incelenmiştir »An cak vestibüler sistemin incelendiğine ilişkin bir çalışmaya rastlanmadı. Vestibüler sistemin tekrarlayıcı yumruk darbe lerinin yarattığı kafa akselerasyonundan özellikle etkile nebileceği düşünülerek bu çalışma yapıldı. Rast gele alınan 47 boksör çalışmanın olgularını oluşturdu. Yaş dağılımı 15- 48 yaşlar arasında değişen boksörlerin tümü amatör olup, 18* i aktif boksu bırakmış durumdaydı. Boksörlerin tümüne klinik nörolojik muayene ve BEG incelemesi, 30 una minimal denge testleri bataryası uygulandı.Klinik nörolojik muaye nede sadece bir boksörde horizontal fiksasyonel nistagmus sap tandı. EEG incelemesinde % 38.29 oranında disritmi görül dü. Minimal denge testlerinde üst ve alt ekstiremite kont rollerinin önemli ölçüde genellikle sola sapma şeklinde ol mak üzere bozulduğu dikkati çekti. İzleyiş göz hareketleri ile OKU" YF hızları arasında görülen normaldeki yüksek kore lasyon boksörlerde azımsanmayacak ölçüde düşük bulundu. Bu bulgu izleyiş göz hareketleri ile OKU Yalarının gerçekleş tiği temel anatomofizyolojik mekanizmanın etkilendiğini dü şündürdü. Rotasyon testi ve kalortk test ile elde edilen nistagmus YP hızları kontrol grubundan elde edilenlere göre anlamlı ölçüde düşük bulundu. Bu bulgu boksörlerde vestibü-76 ler duyarlılığın azalması olarak nitelendi ve tekrarlayan şiddetli akseleraayonlarla kronik zeminde (gürültü sağırlı ğında olduğu gibi) vestibüler reseptörlerin dejenere şansına bağlı olabileceği düşünüldü. Sağ kanal parazisinin anlamlı Ölçüde yüksek görülmesi yumruk darbelerinin daha çok soldan gelmesiyle başın sağa akselerasyonu: sonucunda sağ labiren tin, özellikle horizontal semi sirküler kanalın daha çok et kilenmesine bağlı olabileceği kanısına varıldı. Sonuç olarak klinik nörolojik muayene bulgularına yansımadığı halde bok sörlerde vestibüler bulguların çalışmada kullanılan minimal denge testleriyle saptanabileceği bu yöntemin boksörlerin sağlık kontrolünde yararlı bir yöntem olarak kullanılabile ceği düşünüldü.
  • Öğe
    Devinime ilişkin kortikal potansiyellerin hafif bilişsel bozukluk ve orta evre alzheimer hastalığını değerlendirmede nöropsikoljik testler ile korelasyonu
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2009) Mutluer, Muzaffer; Güney, Figen
    Alzheimer Hastalığı (AH) demansın en yaygın nedeni olan önemli bir toplum sorunu haline gelmiştir. AH, kesin tedavisi olmayan erken dönemde tanı konulduğunda seyrinin yavaşlatılabildiği bir hastalıktır. Hafif bilişsel bozukluk (HBB) bellek ve diğer kognitif yetilerin etkilenebildiği normal yaşlanma ile demans arasındaki ara bölge olarak tanımlanan klinik tablodur. Patolojik olarak erken AH bulguları saptanmıştır. Yılda ortalama % 15 oranında farklı türlerdeki demans sendromuna dönüşebilir. Günümüzde HBB ve AH'nın tanısında elektrofizyolojik incelemelerin kullanımı yapısal ve fonksiyonel görüntüleme yöntemlerinin yanında sınırlı kalmaktadır. Elektrofizyolojik incelemeler HBB ve AH'nin tanısında ve izleminde kullanılabilir. Devinime İlişkin Kortikal Potansiyeller (DİP) bu amaçla kullanılabilecek elektrofizyolojik testlerden biri olabilir.Bu çalışmada 20 HBB ve 20 AH tanılı hastada DİP kayıtlaması yapılmıştır. Elde edilen potansiyellerin latans ve amplitüt değerleri, 25 normal kontrol olgusunun latans ve amplitüt değerleri ile karşılaştırılmıştırSonuç olarak AH, HBB ve kontrol grubu ile karşılaştırıldığında, DİP dalgası AH grubunda HBB grubuna göre, HBB grubunda da kontrol grubuna göre daha geç ortaya çıkmıştır. AH grubunda MP amplitüdü HBB ve kontrol grubuna göre düşük saptanmıştır.Bu çalışma ile DİP'in AH tanısında ve klinik izleminde; ayrıca HBB'nin AH'ye ilerlemesini gösterebilecek elektrofizyolojik test olarak kullanılabileceğini düşünüyoruz.Anahtar Kelimeler: Alzheimer Hastalığı, Hafif Bilişsel Bozukluk, Devinime İlişkin Kortikal Potansiyel, Nöropsikolojik Testler
  • Öğe
    Kronik böbrek yetmezliğinde göz kırpma refleksi değişiklikleri
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2007) Kozak, Hasan Hüseyin; Demir, Orhan
    Supraorbital sinirin tek taraflı olarak yüzeyel bipolar elektrotlar ile uyartılmasıve yüzeyel elektrotlar ile orbikülaris oküli kaslarından iki taraflı kayıtlanmasısonrasında elde edilebilen polisinaptik refleks Göz Kırpma Refleksi (GKR) olarakbilinir. SOS'un uyartılması ile orbikülaris oküli kaslarından elde edilen yanıtlar erkenipsilateral R1, geç bilateral R2 yanıtlarıdır. GKR'nin afferent arkını trigeminal sinirinduysal lifleri, efferent arkını ise fasiyal sinirin motor lifleri oluşturur. Klinik vepatolojik çalışmalar da, R1'in ponsta V. kranial sinirin ana duyusal çekirdeğiüzerinden, R2'nin medulla oblangatada spinal çekirdek ve V. sinir üzerindenyayıldığını ileri sürmüştür. Bu yüzden beyin sapı fonksiyonunu değerlendirmede gözkırpma refleks çalışmaları uzun yıllardır kullanılmaktadır.Kronik böbrek yetmezliği, periferik ve santral sinir sistemini, hastalığın diğersistemler üzerindeki olumsuz etkisinden, daha sık olarak etkilemektedir. KBY'deperiferik nöropati prevalansı, böbrek yetersizliğinin şiddet ve süresine bağlı olarak %10 ile % 80 arasında değişmektedir. Üreminin, toksik etkileri bilinen metabolikkomponentlerinin ve de dializ ile ilişkili metabolik değişikliklerin beyin ve beyinsapında bazı bölgelerde değişiklikler yaptığı bilinmektedir. Göz kırpma refleksçalışmaları kronik böbrek yetmezliğinde 1987'den beri santral sinir sistemifonksiyonunu değerlendirmede kullanılagelmektedir.Bu çalışmada otuzbeş hemodiyaliz otuzbeş periton diyalizi hastasında; kronikböbrek yetmezliği, hemodiyaliz ve periton diyalizinin periferik ve santral sinir sistemiüzerine etkilerini araştırmak amacıyla polinöropati ve göz kırpma refleks ölçümleriyapılarak kontrol grubu ile karşılaştırıldı.KBY olan olgular kontrol grubu ile karşılaştırıldığında R2i ve R2k yanıtlarındaanlamlı derecede uzama bulunmuştur. Ayrıca, polinöropati tespit edilen hemodiyaliz53hastalarında R2 yanıtları, polinöropati tespit edilen periton diyaliz hastalarına göre anlamlıderecede uzun bulunmuştur. R1 yanıtları etkilenmemiştir. Ekstra-aksiyal lezyonlarda R2,R1'e göre daha az duyarlıdır, fakat intra-aksiyal lezyonlarda R2 anormalliği kısa latanslıcevaplar kadar sıktır, R2 daha komplekstir ve medullanın kaudaline kadar yayılır.Dolayısıyla kronik böbrek yetmezliği olan tüm hastalarda R1'in korunmuş olup R2'lerinuzamış bulunması kronik böbrek yetmezliğinde subklinik düzeyde ekstra-aksiyaletkilenmeden çok, intra-aksiyal etkilenmenin olduğunu gösterir. Polinöropatisi olanhemodiyaliz ve periton diyalizi hastalarında R1 komponenti R2 değerleri ilekarşılaştırıldığında daha yüksek oranda elde edilememiştir. Bu bulgular göz kırpmarefleksinin R1 komponentinin eksteroseptif, orta çaplı myelinli A-beta lifleri iletaşındığını; R2 komponentinin ise nosiseptif, ince myelinli A-delta lifleri ile taşındığınıdestekler. Periton diyalizine giren polinöropatisi olan hastalar kontrol grubu ilekarşılaştırıldığında R1 , R2i, R2k değerleri açısından anlamlı bir fark bulunamamıştır.Hemodiyalize giren polinöropatisi olan hastalar kontrol grubu ile karşılaştırıldığında R1değerleri korunmuş, buna karşın R2i, R2k değerlerinde anlamlı uzama bulunmuştur. Bu dahemodiyalize giren hastalarda intra-aksiyal subklinik etkilenmenin periton diyalizine göredaha yüksek oranda olduğunu gösterir.Sonuç olarak, göz kırpma refleksi, kronik böbrek yetmezliğinde klinik olaraksessiz intra-aksiyal beyin sapı fonksiyonel anormalliklerini veya ekstra-aksiyal lezyonlarıdeğerlendirmede önemli bir yöntemdir.
  • Öğe
    Erken evre parkinson hastalığında devinime ilişkin kortikal potansiyeller
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2010) Gümüş, Haluk; Demir, Orhan
    PH, bradikinezi-akinezi, rijidite, istirahat tremoru, postüral instabilite, fleksiyon postürü ve donma fenomeni gibi klinik bulgular ile beraber SNc' da belirgin olmak üzere yaygın dopaminerjik dejenerasyonla giden nörodejeneratif bir hastalıktır. Kortikal-subkortikal duysal-motor devreyle beraber SMA başta olmak üzere hareketi oluşturan bölgeler etkilenmektedir.DİP istemli bir devinimin hazırlığı, başlatılması, sürdürülmesi ve devinimin hemen sonrasında saçlı deriden kayıtlanan potansiyellerdir. Devinime hazırlık dönemini yansıtan DİP, erken ve geç faz olmak üzere iki bölümde incelenmektedir. DİP invaziv olmayan bir inceleme yöntemi olarak hareketin sinirsel kontrolünün zamansal boyutu dışında çeşitli hastalıkların patofizyolojik araştırmalarında kullanılmaktadır.Çalışmamızda, DİP kayıtlamalarında devinimin hazırlık dönemini yansıtan erken faz amplitüdlerinin kontrol grubuna göre anlamlı derecede düşük olduğu tesbit edildi. Bu bulgu daha önceki yapılan çalışmaların sonuçları ile uyumluydu ve SMA' nın etkilenmesinin bir göstergesi olarak kabul edildi. Devinimin başlatılması ile ilişkili olan geç faz amplitüdleri de kontrol grubuna göre anlamlı derecede düşük bulundu ve PH' da erken evrede de geç fazın etkilenebileceğini düşündürmekteydi. DİP kayıtlamalarında PH' da kontrol grubuna göre anlamlı şekilde latans kısalması tesbit edildi. Bu daha önce yapılan bazı çalışmalar ile uyumluydu ve SMA' nın dopaminerjik kayba bağlı olarak görevini sonlandıramamasına bağlı olabileceğini göstermekteydi. PH' nın baskın olarak etkilenen ekstremite ile karşı ekstremitesi karşılaştırıldığında anlamlı bir amplitüd düşüklüğü ve latans kısalması göstermekteydi.Sonuç olarak, erken evre PH' da geç evrelerdekine benzer DİP anormallikleri göstermiştir. Bu da bize DİP incelemesinin PH' nın patofizyolojisinin aydınlatılmasında yol gösterebileceğini ve ileride yapılacak daha geniş çaplı araştırmalarla PH tedavisinde yeni yöntemler geliştirilebilmesine, yardımcı invaziv olmayan bir metod olarak akılda bulundurulmasının gerektiğini gösterdi.
  • Öğe
    İnterferon beta ve fingolimod kullanmış olan multipl sklerozlu hastalardaanksiyete, depresyon ve yaşam kalitesi düzeylerinin karşılaştırılması: Retrospektif bir çalışma
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, 2017) Kavalcı, Şahin; Uca, Ali Ulvi
    Multipl Skleroz (MS) kronik, demiyelinizan bir hastalıktır, dünya çapında bir milyondan fazla kişiyi etkilemektedir ve psikiyatrik komorbidite yükü fazladır. Psikiyatrik komorbiditeler ise yaşa kalitesinde azalma, yorgunlukta artma ve hastalık modifiye edici tedavilere daha düşük uyumla ilişkilidir. Ek olarak, beta interferonların de novo olarak depresyona neden olduğu veya var olan depresyonu kötüleştirdiği gösterilmiştir. Bu çalışmanın amacı Relapsing Remitting MS (RRMS) hastalarında, interferon beta veya fingolimod kullanan hastaları depresyon, anksiyete ve yaşam kalitesi düzeyleri açısından karşılaştırılmasıdır. Yöntem Çalışmaya interferon beta kullanan 24 hasta (Grup 1), fingolimod kullanan 24 hasta (Grup 2) olmak üzere 48 hasta dahil edildi. Anksiyete semptomları Hospital Anxiety and Depression (HADS) ölçeği ile değerlendirildi. Depresyon semptomları Center for Epidemiologic Studies Depression (CES-D) ve HADS ölçeği ile değerlendirildi. Yaşam kalitesi ise World Health Organization Quality of Life (WHOQOL- BREF) ölçeği ile değerlendirildi. HADS-anksiyete alt ölçeği (HAD-A) için 11 eşik değeri, HADS-depresyon (HAD-D) alt ölçeği için 8 eşik değeri, CES-D ölçeği için 16 eşik değeri kullanıldı. Bulgular Grup 1'nin ortalama CES-D, HAD-D ve HAD-A skorları sırasıyla 21.8 ± 12.4, 6.0 ± 3.5, 7.7 ± 3.6'ydı. Grup 2'nin ortalama CES-D, HAD-D ve HAD-A skorları sırasıyla 24.0 ± 12.3, 6.4 ± 3.7, 7.7 ± 4.4'tü. CES-D skalası için 16 eşik değeri kullanıldığında, grup 1'deki hastaların %66.7'si, grup 2'nin %79.2'si depresyon açısından riskliydi (p=0.330). HAD-D için 8 eşik değeri kullanıldığında grup 1'in %37.5'inde, grup 2'nin %33.3'ünde depresyon vardı 11 (p=0.763). HAD-A için 11 eşik değeri kullanıldığında grup 1'in %25'inde , grup 2'nin %29.2'sinde anksiyete bozukluğu vardı (p=0.745). İnterferon ve fingolimod tedavisi kullanan hastalar arasında depresyon ve anksiyete düzeyleri açısından farklılık yoktu. Benzer şekilde WHOQOL-BREF ölçeğiyle değerlendirilen yaşam kalitesi tedavi grupları arasında farklılık göstermiyordu. Sonuç Depresyon ve anskiyete bozuklukları gibi komorbiditeler RRMS hastalarında sık görülmektedir. Yaşam kalitesi de genel populasyondan daha düşüktür. Ancak interferon beta ve fingolimod tedavisi kullanan hastalar arasında depresyon, anksiyete ve yaşam kalitesi düzeyleri farklı değildir. Anahtar sözcükler: Multipl Skleroz, Depresyon, Anksiyete, Yaşam kalitesi, İnterferon beta, Fingolimod