Dahili Tıp Bilimleri Bölümü Tez Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 1002
  • Öğe
    Acil servise intrakranial kanama ile başvuran hastalarda arter kan gazıparametrelerinin mortaliteyi öngörmede katkısı
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Türedi, Rumeysa; Ayrancı, Mustafa Kürşat
    Amaç: Bu çalışmanın amacı, acil servise başvuran ve beyin BT’sinde intrakranial kanama (İKK) tanısı konulan hastalarda, başvuru ve 6. saatte alınan arter kan gazı parametrelerinin (pH, PaO₂, PaCO₂, laktat, baz açığı, iyonize kalsiyum) mortaliteyi öngörmedeki prognostik değerini değerlendirmektir. Yöntem: Retrospektif ve kesitsel tasarıma sahip olan çalışmamızda, 01/01/2020-23/04/2025 arasında acil servise başvuran ve çalışmaya dahil kriterleri sağlayan 299 hasta analiz edilmiştir. Demografik veriler, klinik bulgular, görüntüleme sonuçları ve başvuru ile 6. saat arter kan gazı parametreleri kaydedilmiştir. Veriler, mortalite ile ilişkilendirilmiş ve parametrelerin prognostik performansı Mann-Whitney U testi ve ROC analizi ile değerlendirilmiştir. Bulgular: Çalışmaya intrakranial kanama tanısı alan toplam 299 hasta dahil edilmiştir. İlk yedi gün içinde mortalite oranı %7 olarak bulunmuştur. Başvuru anında alınan arter kan gazı parametreleri incelendiğinde, ilk yedi gün içinde mortal seyreden hastalarda laktat düzeyleri [2,50 (1,50–4,10) mmol/L] ve baz açığı [−4,30 ((−7,45)–(−1,20))] yaşayanlara göre anlamlı olarak yüksek saptanmıştır (p=0,016; p=0,014). Buna karşın pH, PaCO₂, PaO₂ ve iCa²⁺ düzeyleri açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark izlenmemiştir (p>0,05). Başvuru sonrası 6. saatte alınan ikinci arter kan gazı ölçümlerinde, mortal seyreden hastalarda pH [7,33 (7,20–7,42)] ve baz açığı [−6,80 ((−12,10)–(−1,90))] değerleri anlamlı şekilde düşük bulunmuştur (p=0,002; p=0,001). Ayrıca laktat düzeyleri [3,50 (1,90–4,35) mmol/L] yaşayanlara göre belirgin olarak yüksek saptanmıştır (p<0,001). Ancak PaCO₂, PaO₂ ve iCa²⁺ parametrelerinde iki grup arasında anlamlı farklılık görülmemiştir (p>0,05). Sonuç: Çalışmamız, İKK hastalarında başvuru ve erken dönemde ölçülen arter kan gazı parametrelerinin, özellikle laktat ve baz açığının mortaliteyi öngörmede anlamlı prognostik belirteçler olduğunu göstermektedir. Bu parametrelerin acil serviste erken değerlendirilmesi, risk stratifikasyonu ve klinik karar süreçlerini destekleyerek hızlı tanı ve tedavi stratejilerinin belirlenmesinde yol gösterici olabilir.
  • Öğe
    Yeni nesil dizilemenin herediter renal tübüler hastalıkların tanısındaki yeri
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Şanal, Sümeyye; Göktaş, Emine
    Amaç: Kalıtsal renal tübüler hastalıklar, sıvı, elektrolit ve asit-baz dengesi bozuklukları ile seyreden, genetik ve fenotipik olarak heterojenite gösteren nadir bir hastalık grubunu oluşturur. Yeni Nesil Dizileme (NGS) teknolojileri, bu heterojen yapıyı anlamada ve birden fazla genin eşzamanlı analizini mümkün kılarak tanısal doğruluğu artırmada önemli bir araçtır. Bu çalışmada, merkezimizde değerlendirilen hastaların fenotipik özellikleri ile NGS verileri birlikte ele alınarak, Türk toplumunda gözlenen genetik varyasyonlar hakkında bilgi edinmek, genotip-fenotip ilişkisini daha iyi anlamak ve daha önce tanımlanmamış varyantları inceleyerek klinik veri ile korelasyonlarını değerlendirmek amaçlanmıştır. Yöntem: 2019–2023 yılları arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Tıbbi Genetik Anabilim Dalı’na kalıtsal tübüler hastalık ön tanısı veya ilişkili klinik bulgular ile başvuran toplam 56 hastanın genetik analiz verileri retrospektif olarak incelenmiştir. Tüm hastalardan elde edilen DNA örnekleri, kalıtsal tübülopatilerle ilişkili genleri içeren hedefe yönelik NGS paneli ile analiz edilmiştir. Belirlenen dahil etme kriterlerini karşılayan 26 hastanın fenotipik ve genotipik verileri detaylı olarak değerlendirilmiş ve bu hastalar çalışma grubunu oluşturmuştur. Ayrıca, saptanan genetik varyantların aile içi segregasyonunu incelemek amacıyla Sanger dizileme veya hedefe yönelik NGS yöntemleri ile elde edilmiş veriler retrospektif olarak taranmıştır. Bulgular: Çalışma grubundaki 26 hastada, 12 farklı gende patojenik, olası patojenik ve önemi bilinmeyen varyant sınıflarına dahil olan toplamda 30 varyant tespit edilmiştir. Genetik tanı oranı ise %46,4 olarak belirlenmiştir. En sık saptanan kalıtsal tübülopati Gitelman sendromu olup, 10 hastada (%38,5) saptanmıştır. Bunu sırasıyla Bartter sendromu (4 hasta, %15,4), distal renal tübüler asidoz (3 hasta, %11,5), ailesel hipokalsiürik hiperkalsemi (2 hasta, %7,7) ve hipokalsemi (2 hasta, %7,7) izlemiştir. Ayrıca, beş olguda literatürde daha önce bildirilmemiş, “novel” varyantlara rastlanmıştır. Sonuç: Bu çalışmada, kalıtsal tübüler hastalıklarla ilişkili genlerde saptanan genetik varyantlar kapsamlı biçimde değerlendirilmiş; klinik önemi bilinmeyen ve literatürde daha önce bildirilmemiş varyantlar tartışılarak olası yeni genotip-fenotip korelasyonları ortaya konulmuştur. Elde edilen bulgular, mevcut literatüre katkı sağlamanın yanı sıra, kalıtsal tübülopatilerle ilgili gelecekte planlanacak araştırmalara, hastaların klinik yönetiminde ve tedavi stratejilerinin geliştirilmesinde yol gösterici olabilir.
  • Öğe
    Diyabetik ketoasidoz tanısı alan çocuklarda metabolik parametrelerin normale dönme süresini etkileyen faktörler
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Gökalp, Şeyda; Eklioğlu, Beray Selver
    Amaç: Diyabetik ketoasidoz (DKA) insülin yetersizliği veya eksikliği ve buna eşlik eden artmış insülin karşıtı hormonların ortak etkisi sonucunda hiperglisemi, ketozis ve metabolik asidozun birlikte bulunduğu diyabetin en önemli akut komplikasyonudur. DKA’ya bağlı mortalite azalmakla birlikte DKA çocukluk çağında diyabete bağlı mortalitenin en önemli nedenlerinden birisidir. DKA, hastalığın ilk başvuru kliniği olabileceği gibi, bilinen diyabet tanılı hastalarda insülin uygulamadaki sorunlardan ve hastalık, stres, travma, enfeksiyonlar gibi faktörlerin araya girmesi ile de ortaya çıkabilir. Bu çalışmada amacımız, diyabetik ketoasidoz hastalarının takibini, klinik ve laboratuvar bulgularını değerlendirmeyi, metabolik parametrelerin normalleşmesine dayalı olarak DKA'dan çıkış süresini, ketoasidozdan çıkış süresini etkileyen faktörleri belirlemeyi ve diyabetik ketoasidoz hastalarının tedavi yönetimine katkıda bulunmayı amaçlıyoruz. Yöntem: Çalışmamızda Ocak 2020 ile Mayıs 2024 tarihleri arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji kliniğinde Diyabetik Ketoasidoz tanısı ile takip edilen 18 yaşın altında 105 hastanın demografik verileri, antropometrik ölçümleri, biyokimyasal parametreleri, dosya kayıtları retrospektif olarak incelendi. Hastaların klinik ve laboratuvar bulguları ayrıntılı olarak gözden geçirildi. Bulgular: Çalışmaya diyabetik ketoasidoz ile başvuran 105 hasta dahil edildi. Hastaların yaş ortalaması 121,91±54,24 aydı. Hastaların 18’i (%17,1) 1-4 yaş, 48’i (%45,7) 5-11 yaş, 39’u (%37,1) 12-17 yaş aralığındaydı. Hastaların 59’u (%56,2) kız, 46’sı (%43,8) erkekti. Hastaların 30’unun (%28,6) yaz, 29’unun (%27,6) sonbahar, 29’unun (%27,6) kış, 17’sinin (%16,2) ilkbahar mevsiminde başvurduğu belirlendi. Hastaların diyabetik ketoasidozdan çıkış süresi ortalaması 12,68±8,33 saatti. Yaş gruplarına göre DKA’dan çıkış süresinin anlamlı farklılık gösterdiği belirlendi (p=0,040). Bu farkın 1-4 yaş aralığındaki hastaların DKA’dan çıkış süresinin, 12-17 yaş aralığındaki hastalardan daha yüksek olmasından kaynaklandığı belirlendi. Kızların DKA’dan çıkış süresi ortancası erkeklerden anlamlı yüksekti (p=0,019). Yeni tanılı hastaların eski tanılı hastalara göre DKA’dan çıkış süresi ortancası daha yüksekti (p=0,030). Hastaların DKA’dan çıkış süresi ile geliş pH, karbondioksit (CO2), bikarbonat (HCO3) değerleri arasında negatif yönlü anlamlı ilişki vardı (sırasıyla r=-0,654; r=-0,421; r=-0,658). Hastaların gelişinde bakılan glikoz, klor (Cl), magnezyum (Mg) değerleri ile DKA’dan çıkış süresi arasında pozitif yönlü anlamlı ilişki vardı (sırasıyla p<0,001; p=0,011; p=0,001). Hastaların DKA’dan çıkış süresi ile DKA’dan çıkışta bakılan kreatinin ve potasyum (K) değerleri arasında negatif yönlü, sodyum (Na) ve Cl değerleri arasında pozitif yönlü anlamlı ilişki saptandı (sırasıyla p=0,002; p=0,011; p<0,001; p<0,001). DKA ağırlık derecesi ağır olan hastaların DKA’dan çıkış süresi ortancası, hafif ve orta olanlardan anlamlı yüksekti (p<0,001). Yeni tanılı hastaların hastanede kalış süresi ortancası ise eski tanılı hastalardan anlamlı ve daha yüksekti (p<0,001). Sonuç: Bu çalışmada, diyabetik ketoasidoz tanısıyla başvuran 105 çocuk hastanın demografik, klinik ve laboratuvar özellikleri ile DKA’dan çıkış süreleri arasındaki ilişkiler incelenmiştir. Birincil sonucumuz metabolik parametrelerin normalleşmesine dayalı olarak DKA'dan çıkış süresiydi. Bulgular, DKA’dan çıkış süresinin yaş grubu, cinsiyet, tanı durumu (yeni tanı/eski tanı), DKA’nın ağırlık derecesi ve başvuru anındaki bazı biyokimyasal parametrelerle anlamlı şekilde ilişkili olduğunu göstermiştir. Küçük yaş grubundaki, kız cinsiyetindeki ve yeni tanı konulan hastalarda DKA’dan çıkış süresi daha uzun bulunmuştur. DKA’dan çıkış süresi ile başvuru anındaki pH, CO₂ ve HCO₃ değerleri arasında negatif yönde; gelişinde bakılan glikoz, klor ve magnezyum değerleri ile pozitif yönde anlamlı korelasyon saptanmıştır. Ayrıca, DKA’nın şiddeti arttıkça çıkış süresinin de anlamlı şekilde uzadığı görülmüştür. Bu veriler, çocuklarda DKA yönetiminde yaş, cinsiyet, tanı zamanı ve metabolik parametrelerin göz önünde bulundurulmasının tedavi sürecini etkileyebileceğini ortaya koymuştur. DKA’dan çıkış süresini etkileyen faktörlerin belirlenmesi, tedavi yönetimine katkı sağlayarak, tedavi yaklaşımlarının bireyselleştirilmesine ve hastane yatış süresinin azaltılmasına yardımcı olabilir.
  • Öğe
    Çocuk yoğun bakım ünitesinde tedavi alan hastalarda Kidney Injury Molecule-1'in (KIM-1) erken böbrek hasarını tespit etmedeki değeri
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Kömür, Ezgi Yılık; Yazar, Abdullah
    Akut böbrek hasarı, daha önceden akut böbrek yetmezliği olarak da isimlendirilen böbrek fonksiyonlarının ani bir şekilde kaybını tanımlayan klinik tablodur. Fonksiyon kaybının süresinin yedi gün veya daha kısa olması durumunda akut böbrek hasarı olarak adlandırılır. Erişkinlere göre çocuk hastalarda akut böbrek hasarı insidansı daha düşük olsa da, son yıllarda tanı olanaklarının artmasıyla birlikte insidansın yükselme eğiliminde olduğu bilinmektedir. Özellikle yoğun bakım ünitesine yatışlar; çoklu organ yetmezliği açısından önemli bir risk faktörüdür. Akut böbrek hasarında erken tanı ve müdahale için çeşitli skorlama sistemleri ve evreleme yöntemleri geliştirilmiştir. ABH tanısı için klasik belirteçler olan kan üre azotu, serum kreatinin, glomerül filtrasyon hızı, idrar çıkışı takibine ek olarak son yıllarda yeni biyobelirteçler üzerinde de çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. Kidney Injury Molecule-1 bu biyobelirteçlerden biridir. En çok proksimal tübül hücrelerinde eksprese olduğu bilinen bu transmembran glikoprotein, hipoksi, toksisite ve inflamasyon gibi durumlarda tübül lümenine salınarak serumda ve idrarda tespit edilebilir hale gelmektedir Bu çalışma Mayıs 2024 ile Haziran 2024 tarihleri arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Yoğun Bakım Ünitesi’nde yatan 0-18 yaş aralığında 43 hasta ve Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Polikliniği’ne başvuran herhangi bir şikayeti veya hastalığı bulunmayan 44 sağlıklı çocuk dahil edilerek prospektif olarak yürütülmüştür. Hasta grubundan birinci ve yedinci günlerde, kontrol grubundan ise başvuru anında alınan idrar örneklerinde ELISA yöntem kullanılarlak Kidney Injury Molecule-1 düzeyleri ölçülmüş ve spot idrar kreatinin düzeyine oranlanarak standardizasyon sağlanmıştır. Böbrek fonksiyonları, serum kreatinin, kan üre azotu ve Schwartz yöntemi ile hesaplanan glomerüler filtrasyon hızı ile takip edilmiştir. İdrar Kidney Injury Molecule-1/kreatinin oranının hastalığı öngörmedeki tanısal performansı, Receiver Operating Characteristics eğrisi analizi ile değerlendirilmiştir. Receiver Operating Characteristics eğrisi altında kalan alan; Area Under Curve hesaplanarak modelin ayrım gücü belirlenmiştir. Birinci gün ölçümlerine ilişkin Receiver Operating Characteristics analizinde Area Under Curve, %95 güven aralığında 0,943 (0,892–0,993) olarak hesaplanmış ve p<0,001 bulunmuştur. Bu ölçüm için belirlenen cut-off değeri 0,4050 olup bu eşik değerde duyarlılık %88,4; özgüllük %90,9; pozitif prediktif değer %90,5 ve negatif prediktif değer %88,9 olarak saptanmıştır. Yedinci gün ölçümlerine ait Receiver Operating Characteristics analizinde ise Area Under Curve, %95 güven aralığında 0,973 (0,938–0,999) olarak hesaplanmış, p değeri <0,001 bulunmuştur. Belirlenen cut-off değeri 0,7050 olup, bu eşik değerde duyarlılık %86,0; özgüllük %100,0; pozitif prediktif değer %100,0 ve negatif prediktif değer %87,5 olarak belirlenmiştir. Kontrol grubunun idrarda Kidney Injury Molecule-1/kreatinin oranı ortancası 0,18 pg/μg kreatinin (0,14-0,24), hasta grubun birinci gün ortancası 0,93 pg/μg kreatinin (0,60-1,51), yedinci gün ortancası 1,66 pg/μg kreatinin (1,14-2,56) olarak ölçülmüştür. Kontrol grubunun ise Kidney Injury Molecule-1/kreatinin düzeyi, hasta grubunun hem birinci hem de yedinci gün değerlerinden anlamlı düzeyde daha düşük bulunmuştur (p<0,001). Ayrıca hasta grubunun birinci gün ölçülen Kidney Injury Molecule-1/kreatinin düzeyi, yedinci güne kıyasla anlamlı düzeyde düşük saptanmıştır (p<0,001). Elde edilen bulgular doğrultusunda Kidney Injury Molecule-1‘in akut böbrek hasarının erken tanısında klasik belirteçlere kıyasla daha duyarlı ve özgül bir biyobelirteç olduğu sonucuna varılmıştır. Özellikle klinik olarak henüz belirgin böbrek fonksiyon bozukluğu gelişmemiş hastalarda Kidney Injury Molecule-1 düzeyindeki artışın; olası akut böbrek hasarı gelişimi açısından uyarıcı nitelikte olabileceği düşünülmektedir. Bu nedenle, erken tanı ve tedavi planlamasında yol gösterici bir belirteç olabileceği kanaatindeyiz. Literatürde Kidney Injury Molecule-1 ile ilgili çok sayıda pediatrik çalışma bulunmakla birlikte, bizim çalışmamızın çocuk yoğun bakım ünitesinde tedavi edilen hastalarda farklı risk faktörleri ile Kidney Injury Molecule-1 düzeyleri arasındaki ilişkiyi değerlendirmesi açısından özgün bir nitelik taşıdığı düşünülmektedir. Bu yönüyle Kidney Injury Molecule-1’in hangi klinik durumlarda öncelikli olarak değerlendirilmesi gerektiğine ilişkin yol gösterici nitelikte olup literatüre anlamlı bir katkı sunacağını kanaatindeyiz.
  • Öğe
    İmmün trombositopenik purpuralı hastalarımızın değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Ceran, Talha; Tokgöz, Hüseyin
    İmmün trombositopenik purpura (İTP), düşük trombosit sayısı ve kanama riskinin artışıyla karakterize, çocuklarda en sık edinsel trombositopeni sebebi olan otoimmün bir hastalıktır. Genellikle çocukluk çağında İTP iyi prognozludur ve spontan düzelme oranı yüksektir. Bu çalışmamızda kliniğimizde İTP tanısı alan ve takip edilen çocukların klinik ve demografik özelliklerini, laboratuvar değerlerini, uygulanan tedavileri ve tedavi cevaplarını inceleyip bunların kronikleşme üzerine etkilerini değerlendirmeyi amaçladık. Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Hematolojisi ve Onkolojisi Bilim Dalında Nisan 2020- Nisan 2024 tarihleri arasında İTP tanısı alan ve yaşları 1 ay-18 yıl arasında değişen hastaların dosyalarındaki kayıtlar retrospektif olarak incelendi. Hastalığın başlangıcından itibaren ilk 3 ay içinde olan vakalar akut, 3-12 ay içerisindeki vakalar persistan, 12 ayın üzerinde olan vakalar ise kronik İTP olarak isimlendirildi. Hastaların klinik ve laboratuar özellikleri, aşılama ve enfeksiyon öyküleri, uygulanan tedaviler ve tedavi cevapları değerlendirilip bunların hastalığın kronikleşmesi üzerine etkileri araştırıldı. Çalışmaya yaşları 1 ay-18 yıl arasında değişen, ortancası 5,0 yıl olan 114 hasta dahil edildi. Hastaların 57’si (%50) kız, 57’si (%50) erkekti. Hastaların 83’ü (%72,8) akut, 21’i (%18,4) kronik, 10’u (%8,8) persistandı. Hastalığın kronikleşme durumu ile başvuru yaşı arasında anlamlı fark vardı. Çalışmamızda kızlarda kronikleşme oranı daha yüksek olmakla beraber, hastalığın kronikleşme durumu ile cinsiyet arasında anlamlı fark yoktu. Hastaların ilk başvuru şikâyetleri 62’sinde (%54,4) vücutta morarma (ekimoz), 15’inde (%13,2) vücutta döküntü (peteşi), 4’ünde (%3,5) diş eti kanaması, 21’inde (%18,4) burun kanaması, 2’sinde (%1,8) menstrual siklus kanamasının uzun veya çok olması ve 10’unda (%8,8) kanama dışı şikayetlerdi (hematüri, hematokezya, melena). Hiçbir hastamızda ölümcül komplikasyon olan intrakraniyal kanama görülmedi. Viral enfeksiyon öyküsü olanların oranı akut hastaların 52’sinde (%62,7), kronik hastaların 13’ünde (%61,9) ve persistan hastaların 3’ünde (%30,0) saptandı. Hastalığın kronikleşme durumu ile viral enfeksiyon öyküsü arasında anlamlı fark yoktu. Tanı anında trombosit sayısı akut, persistan ve kronik gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık göstermedi. Nötrofil sayısı akut hastalarda anlamlı olarak daha düşük bulundu. Lenfosit sayısında akut hastalarda daha yüksek bir medyan değer izlenmiş olup, bu fark sınırda anlamlılık göstermektedir. Hemoglobin, ortalama trombosit hacmi (MPV), eozinofil, lökosit, B12 vitamini, ferritin ve C-reaktif protein (CRP) düzeylerinde ise gruplar arasında anlamlı fark bulunmamıştır. Anti-nükleer antikor (ANA) pozitifliği, akut İTP grubunda %21,2, kronik İTP grubunda %36,8 ve persistan İTP grubunda %33,3 oranında bulunmuştur. ANA pozitif saptanan 1 hastamızda ilerleyen dönemde Sistemik lupus eritematozus (SLE) geliştiği gözlenmiştir. Çalışmamızda 108 hastaya (%94,7) tedavi başlandığı, bu hastalarda en sık tercih edilen tedavi yönteminin %64,8 ile intravenöz immünoglobülin (IVIG), ardından %31,5 ile pulse steroid ve %3,7 ile IVIG + pulse steroid kombinasyonu olduğu belirlendi. Ayrıca hastalara 1 yıl içerisinde ortanca bir kez steroid ve ortanca bir kez IVIG uygulandığı, tedavi süresinin ortanca bir gün ve yanıt süresinin ortanca üç gün olduğu saptanmıştır. Çalışmamızda, İTP tanısı alan akut hastaların 79’una (%95,2), kronik hastaların 19’una (%90,5) ve persistan hastaların tamamına tedavi başlandığı; IVIG tedavisinin en sık akut (%70,9) ve persistan (%70,0) hastalarda uygulandığı, kronik hastalarda ise daha az tercih edildiği (%36,8) gözlenmiştir. Pulse steroid tedavisi ise özellikle kronik hastalarda (%57,9) daha yaygınken, akut (%25,3) ve persistan (%30,0) olgularda daha az oranda kullanılmıştır. Çalışmamızda bir yıl içinde uygulanan tedavi sayısı ve süreleri değerlendirildiğinde, akut hastalara uygulanan steroid (ortanca 1) ve IVIG (ortanca 1) sayılarının kronik hastalara kıyasla (her ikisi için ortanca 2) anlamlı derecede düşük olduğu saptanmıştır. Ayrıca, tedavi süresi ortancası akut hastalarda 1 gün, kronik hastalarda ise 3 gün olup, bu fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. Ancak, tedavi yanıt zamanı ile hastalığın kronikleşme durumu arasında anlamlı bir fark saptanmamıştır. Sonuç olarak çalışmamızda pediatrik İTP olgularının çoğunun akut formda seyrettiği, kronik olguların oranının ise literatürle uyumlu olduğu saptanmıştır. Kızlarda kronikleşme oranı daha yüksek olsa da cinsiyetin etkisi anlamlı bulunmamıştır. Tanı yaşı kronikleşme ile ilişkili olup, kronik olgular daha ileri yaşta başvurmuştur. Aşı ve viral enfeksiyon öyküsü sıklıkla akut olgularla ilişkili bulunmuş, kronikleşmeye etkileri sınırlı kalmıştır. En sık başvuru şikayetleri ekimoz ve peteşi olup, ciddi komplikasyon izlenmemiştir. Başlangıç trombosit düzeyleri ve bazı hematolojik parametreler hastalık seyrini öngörmede yeterli olmamıştır. Otoimmün belirteçler kronik ve persistan olgularda daha sık görülmüş, Epstein Barr virüsü (EBV) en yaygın viral etken olarak saptanmıştır. Tedavi yaklaşımları evreye göre farklılık göstermiş; akut olgularda IVIG, kronik olgularda pulse steroid daha sık kullanılmıştır. Akut olgularda daha kısa sürede tedavi yanıtı alınırken, kronik olgular daha uzun ve yoğun tedavi gerektirmiştir. Bu bulgular, İTP yönetiminde çok faktörlü değerlendirme ve bireyselleştirilmiş yaklaşımın önemini vurgulamaktadır. İTP’de kronikleşme risk faktörlerinin bilinmesi, yüksek riskli olguların erken tanınmasını ve uygun tedavi ile morbidite ve mortalitenin azaltılmasını sağlayacaktır
  • Öğe
    Primer immün yetmezlikli hastalarda kolaylaştırılmış subkutan immunglobulin tedavisinin etkinliği
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Karaca, Aynur Kaya; Keleş, Sevgi
    Bağışıklık sistemi elemanlarının bozulmuş yanıtı, yetersizliği veya yokluğundan kaynaklanan hastalıklar primer immün yetmezlik olarak adlandırılır. Primer immün yetmezlikli hastaların büyük bir kısmı için standart tedavi yöntemi immünglobulin replasmanıdır. Bu tedavi, enfeksiyonların sıklığını ve şiddetini azaltmayı, böylece organ disfonksiyonunun önlenmesini amaçlamaktadır. Kolaylaştırılmış subkutan immünglobulin tedavisi, intravenöz ve subkutan immünglobulin tedavisinin avantajlarını birleştirmek amacıyla son olarak geliştirilen immünglobulin replasman tedavisi yöntemidir. Bu çalışmada, intravenöz veya subkutan immünglobulin tedavisi alan primer immün yetmezlik hastalarının, kolaylaştırılmış subkutan immünglobulin tedavisine geçişinin klinik ve laboratuvar etkilerinin, retrospektif olarak değerlendirilmesi ve bu sayede kolaylaştırılmış subkutan immünglobulin tedavisinin etkinliği ve tolere edilebilirliğinin araştırılması amaçlandı. Çalışmamızda, Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Alerji ve İmmünoloji Bilim Dalı'nda, primer immün yetmezlik nedeniyle takip edilen ve intravenöz veya subkutan immünglobulin tedavisi almakta iken Kasım 2020-Ocak 2023 tarihleri arasında kolaylaştırılmış subkutan immünglobulin tedavisine geçilen 38 hastanın dosyası geriye dönük olarak incelendi. Hastaların demografik ve tanısal özellikleri, immünglobulin replasman tedavileri, kolaylaştırılmış subkutan immünglobulin tedavisine geçişin hastaların immunglobulin G düzeyleri ve enfeksiyon sıklığı üzerindeki etkileri, tedavi sırasında gelişen yan etkiler ve hastaların tedaviye uyumu değerlendirildi. Çalışmaya dahil edilen 38 hastanın yaş ortalaması 18,50±4,87 yıl olup, %55,3'ü erkek (n=21), %44,7'si kız (n=17) idi. Hastaların %60'ında antikor eksikliğinin ön planda olduğu immün yetmezlik, %15,8'inde sendromik özellikler gösteren kombine immün yetmezlik, %10,5'inde immün disregülasyonla seyreden immün yetmezlik, %7,9'unda kombine immün yetmezlik, %2,6'sında otoinflamatuvar hastalık, %2,6'sında tanımlanmamış immün yetmezlik tanısı mevcuttu. Kolaylaştırılmış subkutan immünglobulin tedavisi öncesinde, hastaların %39,5'i (n=15) yalnızca intravenöz immünglobulin, %60,5'i (n=23) ise intravenöz ve subkutan immünglobulin tedavisi almıştı. Tedavi süreçlerinde ölçülen immünglobulin G ortalamaları intravenöz tedavi sırasında 905,60 mg/dL, subkutan tedavi sırasında 1001,60 mg/dL ve kolaylaştırılmış subkutan immünglobulin tedavisi sırasında 952,83 mg/dL olarak belirlendi. Hastaneye yatış oranları intravenöz tedavi sırasında %39,5, subkutan tedavi sırasında %39,5 ve kolaylaştırılmış subkutan tedavi sırasında %13,2 olarak belirlendi. Kolaylaştırılmış subkutan immünglobulin tedavisi sırasında hastaların %15,8’inde lokal yan etki görüldü, sistemik yan etki tespit edilmedi. Takipte kolaylaştırılmış subkutan immünglobulin tedavisi hastaların %47,4’ünde çeşitli nedenlerle sonlandırıldı. Çalışmamız, kolaylaştırılmış subkutan immünglobulin tedavisinin serum immünglobulin G seviyelerinin korunmasında ve enfeksiyonların önlenmesinde, intravenöz ve subkutan immünglobulin tedavileriyle benzer etkinlik gösterdiğini ortaya koymuştur. Ayrıca, hastalarımızda kolaylaştırılmış subkutan immünglobulin tedavisi sırasında sistemik yan etki gözlenmemiş, gelişen lokal reaksiyonlar ise sonraki infüzyonlarda tekrar etmemiştir. Tüm veriler değerlendirildiğinde, uzun aralıklarla ve az enjeksiyon sayısıyla subkutan tedavi imkanı sunan kolaylaştırılmış subkutan immünglobulin tedavisinin, özellikle uzun dönem tedavi gerektiren primer immün yetmezlikli hastalar için etkili bir immünglobulin replasman tedavisi seçeneği olduğu sonucuna varılmaktadır.
  • Öğe
    Otojen ve reaktif tip obsesif kompulsif bozuklukta zihin kuramı işlevlerinin incelenmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Ceyhan, Şule Nur; Bakay, Hasan
    Amaç: Literatürde obsesif kompulsif bozuklukta (OKB) zihin kuramını (ZK) araştıran çalışmalarda tutarsız bulgular olduğu ve OKB’deki ZK bozukluklarının belirli klinik alt gruplara özgü olup olmadığı yönünde çalışma yapılmadığı görülmektedir. Bu bağlamda araştırmamızın amacı farklı belirti kümelerinden oluşan ve heterojen bir hastalık olan OKB’de obsesyonları bilişsel model bağlamında otojen ve reaktif olarak iki grupta incelemek, bu iki alt tipin ZK işlevleri açısından birbirlerinden ve sağlıklı kontrol grubundan farklılık gösterip göstermediğini araştırmaktır. Bu çalışmayla farklı klinik alt tiplere sahip OKB hastalarında hastalığa yönelik daha özgün terapötik yaklaşım ve müdahalelerin sağlanmasına katkıda bulunulabileceği düşünülmektedir. Yöntem: Araştırmaya DSM-5 kriterlerine göre OKB tanısı almış, reaktif tip obsesyona sahip 46 hasta, otojen tip obsesyona sahip 36 hasta dahil edilmiştir. Hastalarla yaş, cinsiyet ve eğitim süreleri açısından eşleşmiş 41 sağlıklı gönüllü ise kontrol grubu olarak dahil edilmiştir. Çalışmaya dahil edilen hasta ve sağlıklı kontrol gruplarına sosyodemografik veri formu, Gözlerden Zihin Okuma Testi (GZOT), Dokuz Eylül Zihin Teorisi Ölçeği (DEZTÖ) uygulanmıştır. Hasta grubuna, bu ölçeklere ek olarak Yale-Brown Obsesyon Kompulsiyon Derecelendirme Ölçeği (Y-BOKDÖ), Hamilton Depresyon (HAM-D) ve Hamilton Anksiyete (HAM-A) Derecelendirme Ölçekleri de uygulanmıştır. Bulgular: Otojen ve reaktif tip OKB hastaları arasında hastalık başlangıç yaşı, hastalık süresi, hastalık şiddeti, içgörü düzeyi, aile öyküsü açısından anlamlı farklılık saptanmadı. HAM-D puanları açısından otojen gruptaki hastaların depresyon skorlarının, reaktif gruptaki hastalara göre anlamlı olarak daha yüksek olduğu (p = 0,038) bulundu. Tüm katılımcıların ZK işlevleri karşılaştırıldığında; GZOT ve DEZTÖ toplam puanları açısından gruplar arasında istatiksel olarak anlamlı fark saptanmadı. Ancak DEZTÖ alt ölçekleri karşılaştırıldığında yalnızca metafor kavrama alt ölçeğinde gruplar arasında anlamlı bir farklılık olduğu gözlemlendi (F (2,120) =6,698; p<0,05). Yapılan çoklu karşılaştırmalar sonucunda, metafor kavrama puanları açısından otojen ve reaktif grup arasındaki farkın anlamlı düzeyde olduğu (p=0,002), aynı şekilde reaktif grup ile kontrol grubu arasındaki farkın da anlamlı olduğu (p=0,046) belirlendi. OKB hasta gruplarında ZK testleri ile hastalık şiddeti ve içgörü arasında ilişki saptanmadı. Otojen tip OKB hastalarında hastalık süresi ile GZOT toplam puanı (r=-0,341; p=0,042), DEZTÖ toplam puanı (r=-0,340; p=0,043) ve ikinci derece yanlış inanç alt ölçeği (r=-0,330; p=0,049) arasında negatif yönlü orta düzeyde korelasyon olduğu tespit edildi. Reaktif tip OKB hastalarında ise hastalık süresi ile metafor kavrama arasında da negatif yönlü orta düzeyde anlamlı bir ilişki (r=-0,362; p=0,013) saptandı. Metafor kavrama puanlarındaki düşüklüğün (p=0,002) ve YBOKDÖ 11. madde puanlarındaki artışın (p=0,035) reaktif tip OKB üzerine anlamlı etkisinin olduğu bulundu. Sonuç: Bulgularımız, genel ZK işlevleri açısından otojen ve reaktif tip OKB hastaları ile sağlıklı kontroller arasında anlamlı bir farklılık göstermemekle birlikte, ileri düzey ZK işlevlerini gösterdiği düşünülen metafor kavrama becerisinde gruplar arasında anlamlı farklılıklar olduğunu ortaya koymuştur. Elde edilen bulgular, reaktif obsesyonlara sahip hastaların, otojen obsesyonlara sahip hastalara kıyasla metafor kavrama becerilerinde anlamlı düzeyde düşük performans sergilediklerini göstermiştir. Mevcut obsesyon türüne bağlı olarak farklılaşan ZK işlevleri, obsesyon türüne özgü terapötik yaklaşımlarının geliştirilmesine de katkı sağlayabilir. Nitekim reaktif obsesyonlara sahip bireylerin bilişsel terapilerden yeterince fayda görmemesi, bu alt gruptaki bireylerde gözlemlenen ileri düzey ZK işlevlerindeki bozulmalarla ilişkili olabilir. Bu bağlamda, çalışmamızın bulgularının, farklı obsesyon
  • Öğe
    Merkezimizde takipli otozomal polikistik böbrek hastalığı tanılı hastalarda tolvaptan tedavisinin değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Öztürk, Hamza Berdan; Baloğlu, İsmail
    Amaç: Otozomal Dominant Polikistik Böbrek Hastalığı, en sık görülen kalıtsal böbrek hastalığı olup, dünya genelinde en yaygın kalıtsal son dönem böbrek yetmezliği nedenidir. Birçok organ sistemini etkileyen bu hastalık böbreklerde kist oluşumu, ilerleyici böbrek fonksiyon kaybı ve böbrek dışı organ tutulumları ile karakterizedir. Bu çalışmada merkezimizde takip edilen ODPKBH tanılı olan hastalarda tolvaptan tedavisinin amaçlanan ve istenilmeyen etkilerinin değerlendirilmesi hedeflenmektedir. Yöntem: Retrospektif olarak tasarlanan bu tanımlayıcı çalışmaya, Necmettin Erbakan Üniversitesi Nefroloji Kliniği’nde takip edilen, ODPKBH tanısı almış, 18 yaş ve üzeri, tolvaptan tedavisi kullanmış hastalar dahil edilmiştir. Çalışmaya dahil edilen hastalarda, tedavi öncesi ve en az 1 yıllık tedavi sonrası manyetik rezonans görüntülemeleri kullanılarak renal hacim değişiklikleri değerlendirilmiştir. Ayrıca, laboratuvar parametreleri açısından; üre, kreatinin, glomerüler filtrasyon hızı, AST/ALT, serum elektrolit düzeyleri (sodyum, potasyum), idrar dansitesi gibi veriler retrospektif olarak analiz edilmiştir. Bulgular: Çalışmaya toplam 42 ODPKBH tanılı birey dâhil edilmiştir. Katılımcıların 26’sı (%61,9) erkek, 16’sı (%38,1) kadındır. Tedavi sürecinde, 1 hasta (%2,4) baş ağrısı, 1 hasta (%2,4) polidipsi, 1 hasta (%2,4) gebelik ve 8 hasta (%19,0) renal fonksiyonlarda bozulma nedeniyle tedaviyi bırakmıştır. Tolvaptan tedavisi sırasında gut atağı, idrar yolu obstrüksiyonu veya anafilaksi gelişen hasta olmamıştır. Bir yıllık tedavi sonrası AST düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir fark gözlenmemiştir (Z = 0,443, p = 0,658). ALT düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir azalma gözlenmiştir (Z = 2,086, p = 0,037). Tedavi öncesi ve sonrası böbrek hacimleri karşılaştırıldığında; sağ böbrek (Z = 2,153, p = 0,031), sol böbrek (Z = 2,025, p = 0,043) ve toplam böbrek hacmi (Z = 2,133, p = 0,033) açısından anlamlı bir değişiklik tespit edilmiştir. Glomerüler filtrasyon hızı tedavi öncesinde ortalama 68,78 ml/dk/1.73 m² iken, bir yıllık tedavi sonrasında bu değer ortalama 58,48 ml/dk/1.73 m²’ye gerilemiştir. Bu azalma, ortalama 10.30 (SS = 11.29) olarak hesaplanmış ve istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (t = 4,741, sd = 26, p < 0,001). Sonuç: Tolvaptan tedavisine bağlı ciddi bir yan etki gözlenmemiş; karaciğer fonksiyon testleri açısından enzim düzeylerinde anlamlı bir değişiklik saptanmamıştır. Tolvaptan tedavisi kullanımına rağmen hastalarda istatistiksel olarak anlamlı böbrek hacimlerinde artış gözlenmiştir. Çalışmamıza dahil edilen hastaların hastalık progresyonu açısından yüksek riskli olduğu göze alınarak bu sonuçlar tolvaptan tedavisinin özellikle yüksek risk grubundaki ODPKBH hastalarında son dönem böbrek yetmezliğinin gelişimini geciktirmek amacıyla güvenle kullanılabilecek bir ajan olduğunu ortaya koymaktadır.
  • Öğe
    Üriner sistem enfeksiyonu olan hastalarda serum ve idrar kalprotektin düzeylerinin değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Eryazıcı, Fehmi; Kandemir, Bahar
    Amaç: Üriner sistem enfeksiyonları (ÜSE), toplumda sık görülen ve önemli morbidite ile mortaliteye yol açabilen hastalıklardır. ÜSE’ler yerleşim yerine göre sistit ve piyelonefrit olarak sınıflandırılabilir. Kalprotektin, inflamatuvar yanıt ve antimikrobiyal savunmada rol oynayan, monosit ve nötrofillerden salınan bir proteindir. Bu çalışmada, ÜSE’li hastalarda serum ve idrar kalprotektin düzeyleri değerlendirilerek, kalprotektinin sistit-piyelonefrit ayrımındaki tanısal potansiyelinin araştırılması amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya Ocak–Ekim 2024 tarihleri arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Kliniği'ne başvuran, 18 yaş üstü 60 ÜSE hastası (30 piyelonefrit, 30 sistit) ile 28 sağlıklı gönüllü dahil edildi. Katılımcıların rutin biyokimyasal ve hematolojik tetkiklerinin yanı sıra, serum ve idrar kalprotektin düzeyleri ölçüldü. Veriler SPSS 21.0 programı ile analiz edildi. Bulgular: Çalışmaya 88 katılımcı dahil edildi; bu katılımcılar piyelonefrit, sistit ve sağlıklı gruplarından oluşturuldu. Kadın cinsiyet tüm gruplarda baskındı. Serum kalprotektin düzeyleri gruplar arasında anlamlı farklılık gösterdi; özellikle hasta gruplarında sağlıklı gruba göre daha yüksek bulundu. İdrar kalprotektin düzeyleri ise sistit grubunda, piyelonefrit ve sağlıklı gruplara kıyasla anlamlı şekilde yüksek saptandı. Ayrıca serum kalprotektin ile CRP ve PCT düzeyleri arasında pozitif korelasyonlar tespit edildi. Sonuç: Çalışmamızda, serum kalprotektin düzeyleri ÜSE'li hastalarda sağlıklı gruba göre yüksek bulunmuş, ancak sistit ve piyelonefrit grupları arasında anlamlı fark saptanmamıştır. İdrar kalprotektin düzeyleri ise sistit grubunda yüksek olup, bu parametrenin alt ve üst ÜSE ayrımında tanısal değeri olabileceğini düşündürmektedir. Serum kalprotektinin sistemik inflamasyonu yansıttığı ve CRP, PCT gibi biyobelirteçlerle birlikte değerlendirildiğinde daha anlamlı olabileceği görülmüştür. Bu bulgular, serum ve idrar kalprotektinin farklı klinik durumlarda ayrı ayrı değerlendirilmesinin daha uygun olabileceğini göstermektedir.
  • Öğe
    Kistik fibrozisli hastaların uzun dönem takibi, tek merkez deneyimi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Kaya, Onur; Pekcan, Sevgi
    Amaç: Kistik Fibrozis (KF), vücutta birçok organın epitel hücrelerinde bulunan ve iyon taşınımından sorumlu olan bir proteini kodlayan Kistik Fibrozis Transmembran Regülatör (KFTR) geninde oluşan mutasyonlara bağlı gelişen, otozomal resesif geçişli kalıtsal bir hastalıktır. Bu araştırmada; çocukluk ve yetişkinlik dönemini kapsayan hasta grubunun izlem süresince karşılaşılan sağlık sorunları, klinik özellikleri ve hastalığın gidişatını etkileyen unsurlar değerlendirilerek, bu faktörler arasındaki ilişkilerin daha net biçimde anlaşılması, hastalığın uzun vadeli etkilerine dair bilgi edinilmesi ve hastaların yaşam standartlarını yükseltmeye yönelik çözüm önerileri sunulması amaçlanmıştır. Yöntem: Bu çalışmada, Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Çocuk Göğüs Hastalıkları Polikliniği'nde izlenip tedavi edilen 156 KF hastasının demografik verileri ile laboratuvar ve klinik bulguları geriye dönük olarak değerlendirilmiştir. Araştırmaya, mutasyon analizi ve ter testi sonuçları doğrultusunda tanı kriterlerini karşılayan ve demografik bilgileri, klinik özellikleri ile laboratuvar verileri düzenli ve eksiksiz şekilde takip dosyalarına kaydedilmiş olan hastalar dahil edilmiştir. Bulgular: Hastaların 74’ü (%47,4) erkek, 82’si (%53,6) kızdı ve ortalama tanı yaşı 3 ay olarak belirlendi. Takip süresinin ortancası 96 ay idi. Olguların 70’inde (%44,9) en az bir kez Pseudomonas aeruginosa, 31’inde (%19,9) ise en az bir kez Staphylococcus aureus üremesi tespit edildi. En sık başvuru nedenleri yenidoğan tarama programı ile yönlendirilme, PBS ve kardeş öyküsü olarak kaydedildi. Mutasyon analizlerinde en sık gözlenen varyant %37,8 oranıyla F508del olup, bunu %11,5 oranıyla N1303K izledi. Hastaların ortalama FEV1 yüzdesi 89, FVC yüzdesi 65,2 ve FEF 25–75 hacmi 2,24 litre olarak saptandı. Beslenme durumu ile FEV1/FVC oranı arasında anlamlı fark vardı (p=0,020); bu farkın, beslenme durumu yetersiz olan hastalarda FEV1/FVC oranının normal beslenme durumuna sahip hastalara göre daha düşük olmasından kaynaklandığı belirlendi. Çalışmamızda MI olanlarda, olmayanlara göre FEV1/FVC oranı ve FEV1 yüzdesi olmayanlardan anlamlı ve daha düşüktü (sırasıyla p=0,005; p=0,020). Hayatlarının herhangi bir döneminde kronik kolonizasyon gelişen hasta sayısı 48 olup, bu sayı, toplam hasta grubunun %30,8’ini oluşturmaktadır. Pseudomonas aeruginosa üremesi olan hastalarda FEV1 hacmi, FEV1 yüzdesi ve FEF 25–75 değerleri, üremesi olmayanlara göre anlamlı düzeyde düşük saptanmıştır (p<0,05). Ayrıca, hastaların yaşı ile Pseudomonas aeruginosa ilk üreme yaşı arasında anlamlı düzeyde yüksek korelasyon bulunmuştur (r=0,748; p<0,001). Modülatör tedavi alan 33 hasta mevcuttu. Bu hastalarda modülatör tedavi öncesi %48,5’inin, tedavi sonrası ise %45,5’inin beslenme durumu yetersizdi. Modülatör tedavi öncesi hastaların %36,4’ünde, sonrasında ise %21,6’sında kronik kolonizasyon olduğu belirlendi (p=0,063). Ayrıca, modülatör tedavi sonrası FEV1, FVC ve FEF 25–75 değerlerinde modülatör tedavi öncesine kıyasla anlamlı artış, ter testi sonuçlarında ise anlamlı düşüş gözlendi (sırasıyla p<0,05; <0,001). Sonuç: Hastaların erken tanı almasının yanında nütrisyonel durum ve kültür üreme durumlarının yakın takip edilip gerekli tedavilerinin yapılması hastaların yaşam kalitesi ve yaşam süresi üzerine olumlu etki edecektir.
  • Öğe
    Pulmoner embolide erken mortaliteyi öngörmede modifiye qanadli indeksinin değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Önal, Uğur Basri; Bakdık, Süleyman
    Amaç: Pulmoner emboli, venöz sistemde oluşan trombüsün pulmoner arteryel sisteme embolize olmasıdır. Akut başlangıçlı bir durum olup şiddetli kalp yetmezliği ve ölüme neden olabilir. Hastane içi mortalite oranı %4, 30 günlük mortalite de %13’tür. Hastalığın ciddiyeti ve erken mortlite riskini öngörmek oldukça önemlidir. Qanadli indeksi, akut pulmoner emboli hastalarında pulmoner arter tutulumu şiddetini değerlendirmek için kullanılabilir. Ancak, pulmoner infarktüs ve sağ ventrikül/sol ventrikül oranının bu indeksle birlikte değerlendirilmesinin, bu hastalardaki mortaliteyi daha iyi bir şekilde tahmin etmeye yardımcı olabileceği düşünülmektedir. Bu çalışmada, PE hastalarının pulmoner BT anjiyografisinde Qanadli indeksine "pulmoner infarkt ve artmış RV/LV oranı" nı ekleyerek yeni bir indeks tasarlamayı ve kısa vadeli mortaliteyi öngörmedeki rolünü değerlendirmeyi amaçladık. Gereç ve Yöntem: Bu retrospektif çalışmaya 327 akut pulmoner emboli hastası dahil edildi. Hastalar, 30 gün içinde ölenler ve hayatta kalanlar olarak iki gruba ayrıldı. Ardından, hastaların bilgisayarlı tomografi anjiyografileri değerlendirildi. Hastaların RV/LV çap oranı ve pulmoner arter tıkanıklık indeksi (PAOI) hesaplandı. Hastaların bilgisayarlı tomografi taramaları pulmoner infarktüs açısından incelendi. RV/LV oranı ve pulmoner infarktüs PAOI'ye eklenerek, yeni bir indeks olan modifiye Qanadli skoru oluşturuldu. Mortalitenin prediktörlerini bulmak için lojistik regresyon analizleri yapıldı. Bulgular: Pulmoner infarktüs skoru ve PAOI skorunu RV/LV oranı skoruna ekleyerek, mortaliteyi tahmin etmek için odds oranı (OR) 1,31’e yükseldi. Bu fark istatiksel olarak anlamlıydı. Bulgularımıza dayanarak, kısa vadeli mortaliteyi tahmin etmek için en yüksek OR, pulmoner infarktüs skoru ile elde edildi ve regresyon analizinde 3,1 olarak bulundu. Sonuç: Yeni modifiye Qanadli indeksi, pulmoner emboli hastalarında kardiyovasküler parametrelerdeki değişiklikleri ve kısa vadeli mortaliteyi tahmin etme konusunda Qanadli indeksine ve RV/LV oranına göre daha fazla yeteneğe sahiptir. Ancak Neda Akhoundi ve arkadaşlarının çalışmasında olduğu kadar yüksek öngördürücü çıkmadı. Bizim çalışmamızda en yüksek skorun enfarkt skoru olduğu belirlendi.
  • Öğe
    Ailelerin duygusal yeme durumlarının çocukların kahvaltı alışkanlıkları, kantin kullanımları ve antropometrik ölçüm sonuçları ile ilişkisi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Hacılar, Esra; Demir, Lütfü Saltuk
    Amaç: Bu çalışmada ortaokul öğrencilerinin ailelerinin duygusal yeme durumlarının çocukların kahvaltı alışkanlıklarına, kantin kullanımlarına ve antropometrik ölçüm sonuçlarına etkisini araştırmak amaçlanmıştır. Yöntem: Bu çalışma Ekim 2024- Aralık 2024 tarihleri arasında yürütülmüş kesitsel tipte bir epidemiyolojik araştırmadır. Araştırmanın evreni Konya ili Meram ilçesinde eğitim veren ortaokulların 5-6-7-8. sınıf öğrencileri ve bu öğrencilerin aileleridir. Araştırmada basit rastgele örnekleme yöntemi kullanılmış ve çalışma 825 kişi ile tamamlanmıştır. Öğrencilere ve öğrencilerin ailelerine literatür taranarak araştırmacı tarafından hazırlanan anket formu ve duygusal yeme ölçeği uygulanmış olup öğrencilerin boy ve vücut ağırlıkları araştırmacı tarafından ölçülmüştür. Veriler beden kitle indeksi olarak düzenlenmiştir. Analizlerde ki-kare, Kruskal Wallis, Student T testi, Mann Whitney U, regresyon ve iki yönlü ANOVA testleri kullanılmıştır. Bulgular: Çocukların %23,8’i fazla kilolu ve obezdi. Çocukların %68,8’i her gün kahvaltı yapmakta, %90,3’ü kahvaltıda simit/poğaça tüketmekteydi. Çocukların %15,4’ü her gün kantinden alışveriş yapmakta, %69,8’i çikolata/gofret tüketmekteydi. Ebeveynlerin %56,0’sı duygusal yiyiciydi. Ebeveynlerin duygusal yiyici olma durumuna göre çocuklarının kahvaltıda şeker ile domates/salatalık tüketme sıklığında anlamlı fark saptandı. Duygusal yiyici olmayan ebeveynlerin çocuklarının düşük kilolu olduğu saptandı. Ailelerin duygusal yeme ölçeğinden aldığı puanın 1 değer artması çocukların fazla kilolu olma riskini 1,04 kat artırmaktaydı. Sonuç: Duygusal yiyici olan ebeveynlerin çocuklarının kahvaltıda tükettiği besinlerin daha sağlıksız olduğu, duygusal yiyici olmayan ebeveynlerin çocuklarının düşük kilolu olduğu belirlenmiştir. Bu durum ebeveynlerin, çocukların beslenme alışkanlıklarında önemli etkilerinin olduğunu göstermektedir.
  • Öğe
    Kolorektal kanser tanılı hastalarda serum D vitamini düzeylerinin sağkalım sonuçlarına etkisinin değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Uyar, Berfin; Artaç, Mehmet
    Amaç: Kolorektal kanser görülme sıklığı açısından üçüncü, mortalite açısından ikinci sırada kanser olup prognozu ve sağkalımı iyileştirmeye yönelik birçok çalışma yapılmaktadır. D vitamini ile birçok kanserin ilişkili olduğu bilinmekle beraber kolorektal kanser için düşük D vitamini düzeyi risk faktörü olarak kabul edilmektedir. Yeni çalışmalarda tedavi sürecinde de önemli etkileri olduğu kabul edilmiş ve cerrahi tedavi veya kemoterapi tedavisi sonrası plazma seviyesinin yüksek olması daha iyi sağkalım ile ilişkili bulunmuştur. Bu çalışmada kolorektal kanser tanısı almış hastalarda D vitamini düzeyinin ve D vitamini replasmanının sağkalıma etkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Materyal ve Metot: Çalışmamıza Ocak 2012- Aralık 2021 tarihleri arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Tıbbi Onkoloji Kliniği’nde kolorektal kanser tanısı ile takipli ve serum D vitamin düzeyi bakılmış 243 hasta dahil edildi. Bu hastaların verileri retrospektif olarak dosya kayıtlarından ve hastane otomasyon sisteminden elde edildi. Hastaların demografik, klinik ve patolojik özellikleri, almış olduğu tedaviler, tanı aldığı dönemdeki D vitamini düzeyi, D vitamini replasmanı yapılıp yapılmadığı kaydedilip sağkalım ile ilişkisi analiz edildi. Bulgular: Kolorektal kanser ile takipli D Vitamini düzeyi bakılmış hastalarda D vitaminin kolorektal kanserde sağkalıma etkisinin değerlendirildiği çalışmamızda hastaların tanı esnasında 243 hastanın 190’ında (%78,2) D vitamini düzeyi düşük, 53’ünde (%31,2) normaldi. Bakılan 239 hastanın 91’i (%38,1) D vitamini replasmanı aldı, 148’i (%61,9) almadı. Tanı esnasındaki D vitamini düzeyinin genel sağkalıma anlamlı bir istatistiksel etkisi bulunmamıştır fakat ortalama sağkalım süresi D vitamini düzeyi yüksek olanlarda daha uzun görüldü (p=0,110). D Vitamini replasmanının genel sağkalıma etkisi istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p=0,001). D vitamini replasmanı alan hastalar metastatik olan ve olmayanlarda sağkalım sonuçları değerlendirildi. Metastatik olmayan evre 1 ve 2 hastalar grup 1, metastatik evre 3 hastalar grup 2, evre 4 hastalar grup 3 şeklinde ayrı değerlendirildi. D vitamini replasmanı alan 91 hastadan 46’sı (%50,5) grup 1, 27’si (%29,7) grup 2, 18’i (%19,8) grup 3’tü. Grup 1 hastalarda medyan sağkalım süresi ortalaması 112,2 ay (CI: 94,5-130,0) ay, grup 2 hastalarda medyan sağkalım süresi ortalaması 86,5 (CI: 70,5-102,4) ay, grup 3 hastalarda medyan sağkalım süresi ortalaması 51,4 (CI: 39,6-63,3) ay bulundu. D Vitamini replasmanın sağkalım üzerine metastatik olmayan hastalarda daha etkili olmak üzere tüm evrelerde etkili olduğu ancak evre 4 hasta grubunda tümör evresinin sağkalım üzerine etkisinin güçlü olduğu görüldü (P=0,001). Sonuç: Kolorektal kanserli hastalarda adjuvan kemoterapiye ek olarak D Vitamini replasmanı yapılmasının genel sağkalıma uzattığı gösterilmiştir. Bu sonuçlarla adjuvan kemoradyoterapiyle beraber hastalara D Vitamini replasmanı yapılması kolorektal kanserde tedavinin bir parçası olarak gelecekte değerlendirilebilir.
  • Öğe
    Reperfüzyon tedavisi uygulanan ve uygulanmayan iskemik inmeli hastalarda kan glukoz düzeyinin prognoza etkisi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Erduhan, Veli; Koçak, Sedat
    Amaç: Bu çalışmanın amacı, akut iskemik inme olgularında reperfüzyon tedavisi uygulanan ve uygulanmayan hastalarda stres hipergliseminin (SH) prognoz üzerindeki etkisini belirlemektir. Gereç ve yöntem: Çalışmaya son 24 saat içinde inme semptomları ile başvuran ve kranial BT ve difüzyon MR görüntülemede akut iskemik inme tanısı alan 18 yaşından büyük 1023 hasta retrospektif olarak dahil edildi. Hasta kayıtlarından demografik bilgiler, başvuru semptomları, Glasgow Koma Skalası (GKS) skoru, başvuru kan glukoz düzeyi, HbA1c düzeyi belirlendi. Stres Hiperglisemi Oranı (SHO) hesaplandı. Reperfüzyon tedavisi, tedaviden 24 saat sonra iyileşme yanıtı, intrakranial kanama varlığı ve hastane sonuçları analizlere dahil edildi. Elde edilen verilerin hastane sonlanımı üzerine etkisi istatistiksel olarak analiz edildi. Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 68,8 ± 13,7 yıl (18-100 yıl) idi. Hastaların %46'sı kadındı. Olguların %88,8'ine komorbid hastalıklar eşlik etmekteydi. Hastaların %15'ine reperfüzyon tedavisi uygulanmıştı. Reperfüzyon uygulanan hastaların %17'sinde intrakranial kanama görülürken, intrakranial kanamaların %80,8'i medikal olarak tedavi edilmişti. Univaryant analizlerde, ölen hastalarda başvuru glukoz (p=0.001) ve SHO (p<0.001) düzeylerinin daha yüksek olduğu izlendi. ROC analizleri, başvuru glukoz düzeyi (AUC=0,603) ve SHO'nun (AUC=0,635) mortalitede belirleyici olduğunu gösterdi. SHO hem diyabeti olanlarda (AUC=0,647) hem de olmayanlarda (AUC=0,619) mortalite için belirleyici idi. Analizlere yalnızca reperfüzyon tedavisi alanlar dahil edildiğinde, SHO ve başvuru glukoz düzeyinin mortalite veya intrakranial kanama için belirleyici olmadığı izlendi (p>0,05). Multivaryant analizlerde, SHO (OR=2,64), koroner arter hastalığı (OR=2,15), tek taraflı güç kaybı (OR=2,00), kadın cinsiyet (OR=1,78) ve yaşın (OR=1,02) mortalite riskini arttırdığı, GKS skorunun ise mortalite ile ters orantılı olduğu görüldü (OR=0,63). Sonuç: Başvuru glukoz düzeyi ve SHO, akut iskemik inme hastalarında mortalitenin önemli belirleyicileridir. Başvuru glukoz düzeyinin aksine, SHO diyabet varlığından etkilenmemektedir. Bununla birlikte, SHO ve başvuru glukoz düzeyi reperfüzyon tedavilerinin sonucunu öngörmede tek başına kullanılması yararlı olmayabilir.
  • Öğe
    Spinal musküler atrofi hastalarında telomer uzunluğunun değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Altındaş, Betül Okur
    Amaç: Spinal musküler atrofi (SMA) otozomal resesif geçişli, alfa motor nöronlarının dejenerasyonuna bağlı olarak gelişen, ilerleyici kas zayıflığı ve atrofi ile karakterize bir hastalıktır. Hastalık, SMN proteinini kodlayan SMN1 geninin biallelik fonksiyon kaybı sonucu oluşur. SMN proteini, telomeraz holoenziminin birleştirildiği Cajal cisimciklerinde lokalize olur ve protein etkileşimlerini değiştirerek telomeraz biyogenezinde önemli bir rol oynar. Bu nedenle çalışmamızda, SMA hastalarında telomer uzunluğu sağlıklı kontrollerle karşılaştırılarak değerlendirilmiştir. Ayrıca literatürde ilk kez gen replasman tedavisinin (onasemnogene abeparvovec) telomerler üzerindeki olası etkileri araştırılmıştır. Yöntem: Periferik kan lenfositlerinde rölatif telomer uzunluğu, SensiFAST SYBR Master Mix-No ROX Real-Time PZR Kiti (Meridian Bioscience Inc.; Cincinnati, Ohio, ABD) kullanılarak ölçülmüştür. Çalışmaya, 58’i SMA hastası ve 58’i yaş ve cinsiyet açısından eşleştirilmiş sağlıklı bireylerden oluşan toplam 116 kişi dahil edilmiştir. SMA grubundaki 58 hastanın 19'u gen tedavisi almıştır. Bulgular: Gen tedavisi almayan SMA hastalarında telomer uzunluğu, sağlıklı kontrollerinkinden daha kısa bulunmuştur (p=0,029). Gen tedavisi alan grupta ise hasta ve kontroller arasında anlamlı bir fark saptanmamıştır (p=0,108). Ayrıca gen replasman tedavisi almış ve almamış hastaların telomerleri birbiriyle karşılaştırıldığında arada anlamlı farklılık izlenmiştir (p=0,012). Sonuç: Spinal Musküler Atrofi, çocukluk çağının en sık görülen nöromüsküler hastalıklarından biridir. Bu çalışmada SMA hastalarında telomerlerin kısaldığı ve gen tedavisinin telomer kısalmasını önleyebildiği gözlemlenmiştir. Telomer kısalmasının SMA patogenezine nasıl katkıda bulunduğu henüz açıklığa kavuşmamış olmakla birlikte, SMN protein eksikliğinin telomeraz biyogenezini bozması, olası mekanizmalardan biridir. Telomer kısalması, SMA'da hastalığın şiddetini artıran bir faktör olabileceği gibi, aynı zamanda potansiyel bir tedavi hedefi de olabilir. Bu mekanizmanın daha ayrıntılı olarak aydınlatılması, bu klinik tabloya yönelik yeni araştırmalara ve tedavi stratejilerine zemin hazırlayabilir.
  • Öğe
    Prematüre retinopatisinde serum Dickkopf-1 protein düzeyi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Çetin, Hasan; Emiroğlu, Nuriye
    Amaç: Prematüre retinopatisi (ROP), prematüre bebeklerde retinanın normal vaskülarizasyon sürecinin bozulması sonucu gelişen, kalıcı görme kaybına yol açabilen ciddi bir komplikasyondur. Bu çalışmanın amacı, ROP tanısı almış prematüre bebeklerde serum Dickkopf-1 (DKK-1) protein düzeylerini belirleyerek, bu düzeylerin Wnt/β-katenin sinyal yolağıyla ilişkisini incelemek ve DKK-1’in ROP tanısında potansiyel bir biyobelirteç olarak kullanılabilirliğini ortaya koymaktır. Yöntem: Çalışma, yenidoğan yoğun bakım ünitesinde takip edilen üç grup prematüre bebek üzerinde gerçekleştirilmiştir. Tedavi gerektiren ROP tanısı almış bebekler, ROP tanısı almış ancak tedavi gerektirmeyen bebekler ve ROP tanısı almayan kontrol grubu. Toplamda 63 prematüre bebekten (24 tedavi gerektiren, 16 tedavi gerektirmeyen ve 23 kontrol) elde edilen serum örnekleri, ELISA yöntemi kullanılarak DKK-1 protein düzeylerinin tayini amacıyla analiz edilmiştir. Elde edilen veriler, grup karşılaştırmaları, ROC analizi ile cut-off değerlerinin belirlenmesi, duyarlılık, özgüllük ve pozitif/negatif prediktif değer hesaplamaları gibi istatistiksel yöntemlerle değerlendirilmiştir. Bulgular: Analizler, toplam 63 prematüre bebek üzerinde yapılan çalışmada, ROP tanısı almış bebeklerin serum DKK-1 düzeylerinin, ROP tanısı almayan kontrol grubuna göre anlamlı derecede düşük olduğunu ortaya koymuştur. Özellikle, tedavi gerektiren ROP vakalarında DKK-1 düzeylerindeki düşüklük daha belirgin olup, ROC analizi kapsamında elde edilen cut-off değerleri yüksek duyarlılık ve özgüllük oranları ile desteklenmiştir. Bu bulgular, DKK-1 düzeylerinin ROP gelişiminde önemli bir rol oynayabileceğine dair ipuçları vermektedir. Sonuç: Elde edilen sonuçlar, ROP tanısı alan hastalarda serum DKK-1 düzeylerinin kontrol grubuna göre düşük bulunduğunu göstermektedir. Bu durum, DKK-1’in Wnt/β- katenin sinyal yolağının düzenlenmesinde etkili olabileceğini ve ROP patogenezinde etkili olabileceğini düşündürmektedir; ancak, DKK-1’in tek başına tanısal bir biyobelirteç olarak kullanılması sınırlı kalmakta; klinik ve diğer biyokimyasal parametrelerle birlikte değerlendirilmesi önerilmektedir. Gelecekte yapılacak geniş ölçekli ve çok merkezli çalışmalar, DKK-1’in ROP tanısındaki rolünü daha net ortaya koyacaktır
  • Öğe
    KONYA İLİ MERAM İLÇESİNDE YAŞAYAN 65 YAŞ VE ÜZERİ BİREYLERDE SARKOPENİ TARAMASI VE İLİŞKİLİ FAKTÖRLERİN BELİRLENMESİ
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Kasapoğlu, Saniye Bilge; Uyar, Mehmet
    Amaç: Bu çalışmada Konya ili Meram ilçesinde yaşayan yaşlılarda sarkopeni sıklığını ve sarkopeni düzeyi ile ilişkili faktörleri belirlemek amaçlanmıştır. Yöntem: Konya ili Meram ilçesinde yer alan Aile Sağlığı Merkezlerine başvuran 65 yaş üstü 220 katılımcı ile gerçekleştirilen bu çalışma kesitsel tipte tasarlanmıştır. Araştırma 1 Temmuz 2024-15 Eylül 2024 tarihleri arasında yürütülmüştür. Katılımcılara uygulanan anket formunda sosyodemografik özelliklerinin ve sarkopeni ile ilişkili olabilecek faktörlerin sorgulandığı sorular ile sarkopeninin taranması için kullanılan SARC-F ölçeği yer almıştır. Ayrıca katılımcıların 5 kez sandalyeden kalkma süreleri, yürüme hızları, kol ve baldır çevreleri ile ağırlık ve boy ölçümleri yapılmıştır. Bulgular: Katılımcıların sarkopeni sıklıkları; SARC-F anketine göre %30,0, sandalyeden kalkma testine göre %45,0, yürüme hızına göre %35,5, kol çevresi ölçümüne göre %4,1, baldır çevresi ölçümüne göre %30,9 bulunmuştur. Katılımcıların %38,2’sinde obezite tespit edilmiştir. Kadınlarda, ileri yaşlarda, evli olmayanlarda, eğitim durumu düşük olanlarda, ev hanımlarında, günümüzde aktif olarak bir işte çalışmayanlarda, sigara içmeyenlerde, obez olanlarda, kronik hastalığı olanlarda, düzenli egzersiz yapmayanlarda, kendi başına günlük işlerini yapamayanlarda, hobisi olmayanlarda, tükettiği kırmızı et, beyaz et ve taze meyve/sebze miktarı düşük olanlarda sarkopeni düzeyi daha yüksek bulunmuştur. Sonuç: Katılımcıların önemli bir kısmında sarkopeni tespit edilmiştir. Sarkopeni düzeyinin çeşitli sosyodemografik özelliklerden, fiziksel aktiviteden ve yetersiz beslenmeden etkilenebileceği tespit edilmiştir. Sarkopeniden korunmak ve ilerlemesinin önüne geçmek için gereken önlemlerin alınmasının ve erken dönemde tespit edilmesinin gerekli olduğu düşünülmektedir.
  • Öğe
    Lokalize prostat kanserli hastalarda hormonoterapinin etkileri
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Kocacık, Ersin; Aktan, Meryem
    Konu: Lokalize prostat kanserli hastalarda hormonoterapinin etkileridir. Amaç: Lokalize prostat kanserli hastalarda hormonoterapinin risk sınıflamalarına göre tedavi etkilerini değerlendirmeyi, radyoterapi öncesi başlanması ve radyoterapi ile eş zamanlı uygulandığında hastalar üzerindeki sağ kalım başarısı, biyokimyasal nüks ile ilişkisini ortaya koymaktır. Yöntem: Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyasyon Onkolojisi Anabilim dalında 28/03/2011-26/12/2022 tarihleri arasında takip edilen prostat kanseri tanısı alan ve radyoterapi ile hormonoterapi tedavileri uygulanan 333 hastanın arşiv dosyalarından geriye dönük olarak incelendi. Veriler IBM SPSS V-20 programı ile analiz edildi. Tanımlayıcı istatistikler sayı, yüzde ve oran şeklinde verildi. Kategorik değişkenlerin gruplar arasındaki karşılaştırması için Ki-kare testi ve Fisher’ın kesin ki-kare testi kullanıldı. Mann Whitney U, Kaplan-Meier ve ROC (Receiver Operating Characteristics) analizleri uygulandı. Sonuçlar %95 lik güven aralığında, anlamlılık p<0, 05 düzeyinde değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya 333 hasta dahil edildi. Hastaların %57, 4’ ü (191) T2, %22. 5’i (75) T3, %2. 1’i (7) T4 olarak evrelendirilmiştir. Hastaların %28.5 i (89) orta risk,%61 i(193)yüksek riskli hastalar, %5,7 si(18) çok yüksek riskli hastalar ve %4.8 i(15) düşük riskli olarak gruplandırılmıştır. Hastaların laboratuvar parametrelerinin dağılımına göre ilk başvuruda bakılan PSA düzeyi ortalama 14, 980 ng/ml iken son takipte bakılan PSA düzeyi 0, 014 ng/ ml olarak belirlenmiştir. Orta ve yüksek riskli hastalarda hormonoterapinin radyoterapi ile eş zamanlı kullanıldığında genel sağ kalımı artırdığı, radyoterapi öncesi hormonoterapi başlanan kolda ise biyokimyasal nüks oranlarının daha az görüldüğü saptanmıştır. Hastalıksız sağ kalım açısından ise her iki risk grubunda kollar arası anlamlı fark gözlenmemiştir. Sonuç: Lokalize prostat kanserli hastalarda hormonoterapinin kullanımının risk gruplarında genel sağ kalıma katkı sağladığı ve biyokimyasal nüks gelişimin önemli ölçüde azalttığı tespit edilmiştir.
  • Öğe
    Multisistemik ınflamatuar sendrom tanılı çocuklarda kardiyak fonksiyonların ve kalp iletim sisteminin değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Engin, Ayşe Sümeyra; Oflaz, Mehmet Burhan
    Çocuklarda multisistemik inflamatuar sendrom (MIS-C), kardiyovasküler sistem dahil birçok sistemin etkilendiği hiperiflamatuar bir hastalıktır. Hastalığın sistemleri etkileme düzeyleri değişken olup uzun vadeli etkilerinin bilinmemesi hastalığın yönetiminde zorluklara yol açabilir. Bu çalışmada etkilenen bireylerin tanı anı ve kontroldeki kardiyak fonksiyonların ve kalp iletim sisteminin incelenmesi amaçlandı. Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları bölümüne 21/09/2020 -10/10/2023 tarihleri arasında başvuran ve MIS-C tanısı alan 58 hasta ile MIS-C veya Yeni koronavirüs hastalığı (COVID-19) ilişkili şikayeti olmayan fakat herhangi bir kardiyak semptomla Çocuk Kardiyoloji polikliniğine başvuran, kardiyovasküler hastalık tespit edilmeyen 62 hasta kontrol grubu olarak çalışmaya dâhil edildi. MIS-C tanısı alan hasta grubuna tanı aldıkları esnada ve tanı aldıktan ortalama 6 ay sonra elektrokardiyografi (EKG), ekokardiyografi (EKO) ve 24 saatlik ritim Holter değerlendirmesi yapıldı. Çalışmamıza dahil edilen hasta grubunun (n=58) yaş ortalaması 10,53 yıl olup %46,6'sı kız, %54,3'ü erkekti. Kontrol grubunun (n=62) yaş ortalaması 10,25 yıl olarak tespit edilmiş olup %50,0'ı kız, %50,0'ı erkekti ve her iki grup özellikleri istatistiksel olarak benzerdi. Hastaların %29,3'ü hafif, %48,3'ü orta, %22,4'ü ağır kliniğe sahipti. Hastaların tümüne intravenöz immunoglobulin tedavisi, %96.5 ine steroid tedavisi, %94,8'ine asetil salisilik asit, %22,4'üne inotrop destek tedavisi, %69,0'ına düşük molekül ağırlıklı heparin (DMAH), %37,9'una anakinra, %1,7'sine tocilizumab tedavisi verildiği belirlendi. Hastaların %6,9'unun entübe olduğu, %6,9'una mekanik ventilasyon ihtiyacı, %10,3'ünde non-invaziv mekanik ventilasyon ihtiyacı olduğu belirlendi. Hastaların %34,5'inde oksijen ihtiyacı vardı. Hastaların %13,8'inde yoğum bakım ünitesi yatışı vardı. Hastaların toplam yatış süresi ortancası 9, yoğum bakım ünitesi yatışı ortancası 2,5, servis yatış süresi ortancası 9 gündü. ii Hastaların akut dönemde EKG'deki hız değeri ortancası 101,5/dk, kontrol döneminde ise 82/dk idi. Akut dönemdeki hız değeri ve PR mesafesi kontrol dönemindeki hız ve PR mesafesi ile karşılaştırıldığında anlamlı yüksekti. Hastaların EKO'larında akut dönemde ejeksin fraksiyon (EF), fraksiyonel kısalma (FS) değerleri kontrol dönemlerinden anlamlı düşük, sistol sonu sol ventrikül internal çapı (LVIDs) değeri anlamlı yüksekti. Hastaların Holter parametrelerinin akut ve kontrol dönemindeki değerlerinin benzer olduğu saptandı. Hastaların EKG'sinde akut dönemdeki hız, PR mesafasi, maximum P süresi (Pmax), minimum P süresi (Pmin) ve minimum düzeltilmiş QT süresi (QTc min) değerleri kontrol grubuna göre anlamlı yüksek, düzeltilmiş QT dispersiyonu (QTcd) ve QRS süreleri anlamlı düşüktü. Hastaların akut dönemdeki pulmoner velosite değeri dağılım aralığı kontrol grubundan daha dardı. Hastaların kontrol dönemdeki EF değeri kontrol grubundakilerden anlamlı yüksekti. Hastaların akut dönemdeki ortalama kalp hızı kontrol grubundan anlamlı düşük, ardışık normal RR sürelerinin aralarındaki farkların karelerinin ortalamasının karekökü(rMSSD24), ardışık normal RR surelerinden izleyen sürenin 50 ms'den büyük olduğu döngülerin 24 saatteki normal döngülere yüzdesi (pNN50), Spectral Power 24 indeks, uyanıklık uyanıklık tüm normal RR intervallerinin standart deviasyonu(SDNN), uyanıklık rMSSD, uyanıklık pNN50, uyanıklık yüksek frekans (HF) değerlerinin kontrol grubundan anlamlı ve daha yüksek olduğu saptandı. Hastaların kontrol dönemdeki Ortalama kalp hızı, Maqtholter değeri kontrol grubundan anlamlı düşük, Spectral Power 24 indeks, uyku çok düşük frekans (VLF), uyku HF değerlerinin kontrol grubundan anlamlı ve daha yüksek olduğu saptandı. Başvuru anında EF %60'ın altında bulunan hastaların Holter analizindeki parametreleri değerlendirildiği analizde bu hastaların erken dönemde ortalama ve maksimum kalp hızlarının daha düşük olduğu tespit edildi. Hastaların laboratuvar bulguları ve akut dönem EKO bulgularının ilişkisi incelendiğinde B-tipi natriüretik peptit (BNP) ile EF, FS arasında negatif, sistemik pulmoer arter basıncı (SPAB) arasında pozitif yönlü düşük düzeyde ilişki vardı. Toplam yatış süresi ile SPAB arasında pozitif düşük düzeyde ilişki vardı. Sonuç olarak MIS-C'nin kardiyak tutulumunun erken dönemde kontrol grubu ile karşılaştırıldığında kardiyak fonksiyonlar ve ileti sistemi değişikliklerine sebep olduğu; bununla birlikte hastaların erken ve uzun dönem takiplerinde bu değişikliklerin çoğunlukla düzeldiği tespit edilmiştir. Anahtar Kelimeler: çocuklarda multisistemik inflamatuar sendrom, kalp iletim sistemi, kalp fonksiyonları
  • Öğe
    CD20 eksikliği ve taşıyıcılık oranı: Bir köy taraması
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Sümen, Ebru; Reisli, İsmail
    CD20 eksikliği, tekrarlayan solunum yolu enfeksiyonlarının ön planda olduğu, otozomal çekinik geçen bir primer immün yetmezlik (PİY) hastalığıdır. Literatürde tanımlanmış tek CD20 eksikliği olgusu halen kliniğimizde subkutan immünoglobulin tedavisi ile izlenmektedir. Hastamızın ebeveynleri taşıyıcı ve akraba olmaları nedeniyle ikamet ettiği Karaman ili, Merkez ilçesi Çukurbağ köyünde bir köy taraması yapılması planlandı. Gerekli hazırlıklar ve araştırma izinleri tamamlandıktan sonra köyde yaşayan bireylere PİY hastalıkları için uyarıcı işaretlere yönelik 18 sorudan oluşan bir anket doldurularak toplam 145 bireyden kan örnekleri alındı. Köy taramasına katılan bireylerin %46,9'u kadın, %53,1'i erkekti. Katılımcıların %30,3'ü çocuk, %69,7'si ise yetişkindi. Çocuk grubunun yaş ortalaması 9,6±3,8 yıl, yetişkin grubunun ise 47,6±17,7 yıldı. Hasta bireyin akrabaları taramaya katılanların %39,3'ünü, akraba olmayanlar ise %60,7'sini oluşturmuştur. Taramaya katılan çocukların PİY ile ilişkili puanları yetişkinlerden anlamlı derecede yüksek bulundu (p<0,05). Alınan kan örnekleri akan hücre ölçer ile analiz edildi. Köy taramasında hasta birey tespit edilmezken, %9,65 oranında (14 kişi) taşıyıcı birey saptandı ve bu bireylerin tamamı hasta bireyle akrabalık bağı taşımaktadır. Akan hücre ölçer cihazıyla CD19 ve CD20 yüzey belirteçlerinin oran ve MFI (mean fluorescence intensity) değerleri analiz edildiğinde, 14 taşıyıcı bireyin CD19 ve CD20 oranlarının sağlıklı bireylerle benzer olmasına karşın, CD20 MFI değerlerinin sağlıklı bireylerin değerlerinin %50'si seviyesinde olduğu belirlendi. MFI değerlerindeki bu düşüklüğün taşıyıcılığı belirlemede anlamlı bir gösterge olduğu istatistiksel olarak saptandı. Bu bulgular, CD20 molekül eksikliği taşıyıcılığının tespitinde CD20 oranlarının değil, CD20 MFI değerlerinin kullanılmasının tanısal süreçte kolay, uygulanabilir ve ucuz bir yaklaşım olacağı kanaatine varılmıştır. Tarama sonrası taşıyıcı bireylerin genetik testleri yapılarak ailelere genetik danışım verilmesi mümkün olacaktır. Anahtar kelimeler: CD20 molekül eksikliği, köy taraması, immün yetmezlik, akan hücre ölçer