Dahili Tıp Bilimleri Bölümü Tez Koleksiyonu
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Güncel Gönderiler
Öğe Her-2 pozitif meme kanserli hastalarda neoadjuvan kemoterapi sonrası her-2 diskordansı ve prognoz üzerine etkisi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Kul, Ayşe; Araz, MuratAmaç: Kadınlarda en sık görülen kanser türü meme kanserd4r. Kansere bağlı ölümler arasında 4k4nc4 en sık görülen kanser türüdür. Meme kanser4 de d4ğer kanser türler4 g4b4 erken tanı aldığında ve tedav4ye erken başlanıldığında tam yanıt alınab4len, ölüm oranlarında azalma sağlanılan, kür sağlanılab4len ve tedav4s4 olan b4r kanser türüdür. Son yıllarda yapılan çalışmalarda yen4 tedav4 modal4teler4 gel4şt4r4lm4şt4r. Lokal 4ler4 meme kanser4nde Neoadjuvan kemoterap4 (NAKT) standart tedav4d4r. NAKT' ye patoloj4k tam yanıt (pCR) sağlamak hastalıksız sağ kalım oranlarının ve hastaların morb4d4te, mortal4te oranlarının azalması açısından onkoloj4k ve kl4n4k olarak öneml4 b4r hal almaktadır. Hastaların tedav4 yanıtını ve prognozlarını bel4rlemek 4ç4n çeş4tl4 b4yobel4rteçler tesp4t ed4lm4şt4r. HER2 bu bel4rteçlerden b4r4d4r. Ant4-HER2 tedav4ler4n HER2 poz4t4f hastalarda kemoterap4ye eklenmes4yle onkoloj4k açıdan anlamlı 4y4leşmeler yapılan çalışmalarda tesp4t ed4lm4şt4r. Son zamanlarda yapılan çalışmalarda Neoadjuvan tedav4 sonrası HER2 değer4nde değ4şmeler4n olduğu tesp4t ed4lm4ş ve bu değ4ş4m4n prognoz üzer4nde etk4s4 çalışmalara konu olmuştur. Bu çalışmada kl4n4ğ4m4zde HER2 poz4t4f meme kanserl4 hastalarda neoadjuvan tedav4 sonrası HER2’dek4 değ4ş4m4 ve bu değ4ş4m4n prognoz üzer4ndek4 etk4s4n4 araştırmayı amaçladık. Yöntem: Çalışmaya Meram Tıp Fakültes4 Hastanes4 Tıbb4 Onkoloj4 Kl4n4ğ4ne 2010-2023 yılları arasında başvuran, HER2 poz4t4f meme kanser4 tanısı konulan ve neoadjuvan tedav4 alan, tedav4 sonrası cerrah4 yapılan 105 hasta dah4l ed4ld4. Hastaların tıbb4 arş4v dosyalarından elde ed4len demograf4k, kl4n4k, patoloj4k, radyoloj4k, laboratuvar tahl4l sonuçlarının özell4kler4 retrospekt4f olarak 4ncelend4. Çalışmada HER2 poz4t4f meme kanser4 tanısı alan hastaların neoadjuvan tedav4 sonrası HER2 değ4ş4m4 ve bu değ4ş4m4n prognoz üzer4ndek4 etk4s4 4stat4st4ksel anal4zler yapılarak değerlend4r4ld4. Bulgular: HER2 + olan ve NAKT alan hastalarda HER2 d4skordansının ve bu d4skordansın prognoz üzer4ne etk4s4n4n araştırıldığı çalışmamızda 105 hasta mevcuttu. Bu hastaların %80’ 4ne neoadjuvan tedav4 olarak trastuzumab ver4ld4ğ4, %81,9’ unda adjuvan HER2 tedav4s4n4 tamamladığı tesp4t ed4ld4. Hastaların %41’ 4nde patoloj4k tam yanıt vardı. Hastaların %14,3’ ünde HER-2 2+, %78,6’ sında HER-2 3+’ t4. Patoloj4k tam yanıt görülmeyen 62 hastanın tanı yaşı ortalaması 52,79 4d4. Patoloj4k tam yanıt görülenler4n k4loları, vücut yüzey alanı ve VKİ’ 4 tam yanıt görülmeyenlerden daha düşük saptandı (p<0,05). Patoloj4k tam yanıt görülmeyenler4n VKİ gruplamasında obez olma oranı anlamlı daha yüksekt4 (p=0,007). Patoloj4k tam yanıt görülmeyenlerde patoloj4k tümör çapı, poz4t4f lenf nodu sayısı daha yüksek saptandı(p<0,001). Hastaların patoloj4k tam yanıt varlığı 4le genel ve progresyonsuz sağkalım süres4 arasında 4stat4st4ksel olarak anlamlı fark saptanmadı (sırasıyla p=0,513; p=0,941). Patoloj4k tam yanıt görülmeyen 62 hastadak4 HER2 değ4ş4m4 4ncelend4ğ4nde hastaların %56,5’ 4nde(n=35) HER2 değ4ş4m4 olmadığı (poz4t4f-poz4t4f), %43,5’ 4nde (n=27) HER2 değ4ş4m4 olduğu (poz4t4f-negat4f) saptandı. HER2 değ4ş4m4 olan ve olmayan hastaların tanı yaşı, k4lo, vücut yüzey alanı, VKİ benzerd4 (p>0,05). HER2 değ4ş4m4 olan ve olmayan hastalarda tanı yaş grubu, VKİ grubu açısından anlamlı farklılık saptanmadı (p>0,05). HER-2 değ4ş4m4 olan ve olmayan hastaların b4yops4de östrojen ve progesteron poz4t4fl4ğ4 görülme oranı, cerrah4 DCIS, LVİ, PNİ varlığı, patoloj4k tümör çapı, poz4t4f lenf nodu sayısı ve cerrah4 k4-67 oranları benzerd4. HER-2 değ4ş4m4n4n hastaların genel sağkalım süres4 üzer4nde anlamlı etk4s4 olmadığı saptandı (p=0,273). HER-2 cevabının progresyonsuz sağkalım süres4 üzer4nde anlamlı etk4s4 olmadığı bel4rlend4 (p=0,491). Sonuç: Neoadjuvan kemoterap4 sonrası hastaların %43' ünde HER2 d4skordansı saptanmıştır. HER2 d4skordansı olanlar ve olmayanlar arasında hastalıksız ve genel sağkalım açısından anlamlı farklılık saptanmamıştır.Öğe Palmoplantar psöriazis, palmoplantar ekzema ve plak psöriaziste immünohistokimyasal olarak ölçülen IL-17, IL-23, IL-36 ekspresyonlarının ayırıcı tanı ve tedavi seçimine etkisinin belirlenmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Bulut (Kaya), Şeyma; Dursun, RecepAmaç Psörazs vulgars erteml sedef skuamlı plaklarla seyreden kronk nflamatuar br hastalıktır ve vücutta klask lokalzasyonları dışında ntertrgnöz bölgeler, saçlı der ve palmoplantar bölge gb özel bölge tutulumları da olmaktadır. Psörazs patogenezndek stoknler hedefleyerek etk eden byolojk ajanlar psörazs tedavsnde çığır açmıştır ancak bu ajanların palmoplantar bölgedek etknlkler vücuda göre daha yavaş ve geç olmaktadır. Bu sebeple palmoplantar psörazs (PPP) patogeneznn klask psörazsten farklı olableceğ düşünülmektedr. Palmoplantar bölgede hem psörazs hem de ekzema kronk lkenfye, hperkeratotk ve fssürlü plaklarla karşımıza çıkmakta ve bu durumda klnk ayırıcı tanı zor olablmektedr. Hstopatolojk olarak bu k hastalığı ayırt etmek çn yapılan çalışmalarda küçük nüanslar dışında çoğu hstopatolojk bulgunun k hastalıkta da ortak görüldüğü tespt edlmştr. Psörazs vulgars patogeneznde çoğunlukla Th17/Th1 hücreler ve lşkl stoknler aracılık ederken ekzema patogeneznde çoğunlukla Th2 hücreler ve lşkl stoknler aracılık etmektedr. Palmoplantar psörazs vücuttak psöratk plaklara göre tedavye daha drençl br bölge olup ayrıca palmoplantar egzema le klnk ve hstopatolojk olarak çok karışan br anttedr. Çalışmamızda mmünohstokmyasal olarak IL-17, IL-23 ve IL-36 sevyelern ölçümü le hem palmoplantar psörazstek tedav drencnn sebeb araştırılmış hem de bu stoknlern palmoplantar ekzema le ayırıcı tanısına katkısının araştırılması amaçlanmıştır. Çalışmamız aynı hastanın akral ve non-akral bölgedek plaklarından aynı anda alınan byops materyalnde mmünohstokmyasal olarak IL-17, IL- 23 ve IL-36 ekspresyonunu değerlendren lk çalışma olacaktır. Böylece palmoplantar psörazs ve vücuttak plak psörazs lezyonlarının mmünopatogenezndek farklılıkların v tespt edlmes amaçlanmaktadır. Ayrıca palmoplantar psörazs ve palmoplantar egzamanın (PPE) ayırt ettrc hstopatolojk özellkler ve bu k hastalıktak mmünohstokmyasal IL- 17, IL-23, IL-36 ekspresyonlarında farklılık olup olmadığının tespt edlmes de amaçlanmaktadır. Gereç ve yöntem Çalışmaya Ocak 2020- Şubat 2024 tarhler arasında Necmettn Erbakan Ünverstes Tıp Fakültes Hastanes Dermatoloj Anablm Dalına başvuran klnk ve hstopatolojk olarak doğrulanmış 25’ yalnızca PPP, 25’ PPE ve 23’ü palmoplantar psörazs yanında vücutta eşlk eden plak psörazs olan toplam 73 hasta retrospektf dahl edld. Hasta dosyaları taranarak ve hastalara telefonla ulaşılarak hastaların demografk ve klnk bulguları elde edld. Byops sırasında çeklen fotoğraflardan hastalık şddet skoru hesaplandı. Hstopatolojk değerlendrme çn patoloj arşvndek Hematokslen-Eozn le boyalı preperatlar kullanıldı. İmmünohstokmyasal nceleme çn parafne gömülü doku bloklarından üç mkron kalınlığındak doku kestler alındı ve IL-17, IL-23, IL-36α antkorları le boyandı. İmmünohstokmyasal boyalı preparatlar tek patolog tarafından Olympus BX46 ışık mkroskobunda ncelend. IL-17, IL-23 ve IL-36α ekspresyonları, epdermal ve dermal alanlar çn ayrı ayrı mmünohstokmyasal boyanma skoru hesaplanarak değerlendrld. İmmünohstokmyasal boyanma skoru se mmün boyanmanın yoğunluğu ve poztf boyanan hücrelern sayısı puanlanıp (keratnostler, lenfostler, endotel hücreler ve fbroblastlar) çarpılarak elde edld. Bulgular Akral bölgedek psöratk plaklarda non-akral bölgelere göre dermal IL-17 ve IL-36 boyanma skorları daha düşüktü ve statksel anlamlılık mevcuttu. IL-23 ekspresyonu da akral bölgede daha düşüktü ancak statksel anlamlılık saptanmadı. PPE hastalarında PPP hastalarına göre daha yüksek dermal IL-17 ve IL-23 ekspresyonu saptandı. PPE ve PPP hastalarında dermal IL-36 ekspresyonu benzer oranlardaydı. Her üç stoknn de epdermal ekspresyonları her üç grupta da benzer oranlardaydı. PPP ve PPE hstopatolojk ayırıcı tanısında konfluen parakeratoz, hpogranüloz, regüler psörazform hperplaz, rete sırtlarında anastomoz, papller dermste dlate ve tortuöz kapllerler gb bulgular PPP’de daha fazla görülmekteyd. Sonuç IL-17, IL-23 ve IL-36 ekspresyonlarının palmoplantar alanda vücuda göre düşük olmasının, bu bölgelerdek psörazs plaklarının byolojk ajan tedavlerne vücuttak plaklara göre neden daha az yanıt verdğnn br açıklaması olableceğ düşünüldü. PPE grubunda IL-17 ve IL-23 ekspresyonunun PPP grubuna göre daha yüksek olmasının bu stoknlern ekspresyonunun hastalık şddet, süres ve maruz kalınan ajan gb sebeplerden etklenmesne bağlı olableceğ ve ayırıcı tanıda kullanılmalarının uygun olmayacağı sonucuna varıldı. PPP ve PPE hstopatolojk ayırıcı tanısında konfluen parakeratoz, hpogranüloz, regüler psörazform hperplaz, rete sırtlarında anastomoz, papller dermste dlate ve tortuöz kapllerler gb bulgular PPP’de daha fazla görülse de bu k hastalığı ayırt edecek kesn tanı krterler olarak belrlenemeyeceğ sonucuna ulaşıldı.Öğe Pulmoner emboli şiddeti ve mortalitesini öngörmede qanadli skoru ve modifiye şok indeksinin rolü(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Karaçadır, Oğuz; Küçükceran, KadirGiriş: Pulmoner emboli, venöz sistemde meydana gelen trombüsün pulmoner arteryel sisteme embolize olmasıdır. Akut başlangıçlı bir tablo olup ciddi kalp yetmezliği ve ölümle sonuçlanabilir. Hastane içi ölüm oranı %4, 30 günlük mortalitede %13’tür. Hastalığın şiddetini ve mortlite riskini öngörecek yeni paramatrelere ihtiyaç vardır. Bu neden ile çalışmamızda acil servise başvuran pulmoner emboli hastalarının hastalık şiddetini, hastane içi mortalite ve 7 günlük erken mortaliteyi öngörmede Qanadli skoru ile Modifiye Şok İndeksinin rolünü göstermeyi amaçladık. Gereç ve yöntem: ENLIL HBYS sistemi kullanılarak 1 Mart 2019 - 29 Şubat 2024 tarihleri arasında hastanemiz acil servisinde 18 yaş ve üstü PBTA çekilen 3401 hasta saptandı. 3401 hastadan 574 taneside PE saptandı. PE tanısı alan hastalardan travma nedeniyle başvuran 7 hasta, sistemde eksik verisi olan 1 hasta çalışmadan çıkarıldı. Çalışma 566 hasta ile gerçekleştirildi. Çalışmaya dahil olan hastalar retrospektif olarak incelendi. Hastaların PESI, sPESI, Şok İndeksi, Modifiye Şok İndeksi, Qanadli Skoru parametreleri hesaplandı. Bunlara ek olarak SI ve MSI’ne yeni bir çarpan olarak hastanın 1/arteriyel oksihemoglobin saturasyonu yüzdesi eklenip SI*1/SpO2 ve MSI*1/SpO2 skorları hesaplandı. Hasta grupları şiddetli/şiddetli olmayan ve mortal/mortal olmayan olarak gruplandırıldı. Şiddetli/şiddetli olmayan grup için PESI skorlaması referans alındı, PESI skorlamasından 85 puan ve altı hesaplananlar düşük, 86 puan ve üstü hesaplananlar yüksek risk kabul edildi. Mortal/mortal olmayan gruplar hastane içi mortalite var/yok ve 7 günlük mortalite var/yok şeklinde gruplandırıldı. Verilerin istatistiksel analizi IBM SPSS Version 25.0 (Armonk, NY: IBM Corp) programı kullanılarak gerçekleştirildi. Mortaliteyi (0-7 gün / hastane içi ) ayırt etmede araştırdığımız PESI, sPESI, SI, SI*1/SpO2, MSI, MSI*1/SpO2 ve QANADLI parametrelerinin belirleyiciliği ROC analizleri ile değerlendirildi. Şiddeti ayırt etmede araştırdığımız SI, SI*1/SpO2, MSI, MSI*1/SpO2 ve QANADLI parametrelerinin belirleyiciliği ROC analizleri ile değerlendirildi. İstatistiksel anlamlılık p<0,05 ve p<0,001 düzeyinde kabul edildi. Bulgular: Hastaların ortalama yaşı 69,11 ± 15,77 yıldır. Vakaların 296’sı (%52,3) kadın, 270’i (%47,7) erkektir. Vakaların 443’ü (%78,3) yüksek risk, 123’ü (%21,7) düşük risktir. Vakaların %11,1’i 0-7 gün içinde mortaldir. Hastane içi mortalite oranı %22,1’dir. 0-7 gün içinde mortal olan grubun ortalama PESI, sPESI, SI, SI*1/SpO2, MSI ve MSI*1/SpO2 düzeyleri mortal olmayan gruptan istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek bulundu (p<0,001). 0-7 gün içinde mortal olan grubun QANADLI skoru, mortal olmayan gruptan istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek bulundu (p=0,005). 0-7 gün mortaliteyi ayırt etmede ROC analizi sonucunda PESI (AUC 0,807; p<0,001), sPESI (AUC 0,723; p<0,001), SI (AUC 0,775; p<0,001), SI*1/SpO2 (AUC 0,784; p<0,001), MSI (AUC 0,772; p<0,001), MSI*1/SpO2 (AUC 0,784; p<0,001) ve QANADLI (AUC 0,607; p 0,005) değerleri hesaplandı. Hastane içinde mortal olan grubun ortalama PESI, sPESI, SI, SI*1/SpO2, MSI, MSI*1/SpO2 ve QANADLİ skoru düzeyleri mortal olmayan gruptan istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek bulundu (p<0,001). Hastane içi mortaliteyi ayırt etmede ROC analizi sonucunda PESI (AUC 0,802; p<0,001), sPESI (AUC 0,762; p<0,001), SI (AUC 0,765; p<0,001), SI*1/SpO2 (AUC 0,796; p<0,001), MSI (AUC 0,767; p<0,001), MSI*1/SpO2 (AUC 0,800; p<0,001) ve QANADLI (AUC 0,655; p<0,001) değerleri hesaplandı. PESI yüksek risk grubun ortalama sPESI, SI, SI*1/SpO2, MSI ve MSI*1/SpO2 düzeyleri PESI düşük risk grubundan istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek bulundu (p<0,001). PESI risk kategorilerini ayırt etmede ROC analizi sonucunda SI (AUC 0,632; p<0,001), SI*1/SpO2 (AUC 0,708; p<0,001), MSI (AUC 0,647; p<0,001), MSI*1/SpO2 (AUC 0,725; p<0,001) ve QANADLI (AUC 0,727; p<0,001) değerleri hesaplandı. Sonuç: PE tanısı alan hastaların şiddeti ve mortaliteyi değerlendirmede hastanın kliniği ve vital bulguları önemlidir. Acil serviste PE hastalarının hızlı yönetimi için vital bulgular üzerinden kolaylıkla hesaplanacak olan MSI*1/SpO2 skoru, embolinin o hastada oluşturduğu patofizyolojik etki ve klinik ciddiyeti ön görmede değerlidir. PE tanısı alan hastalarda şiddeti ve mortaliteyi ön görmede MSI*1/SpO2 skoru değerlidir. Qanadli skoru şiddeti ön görmede değerlidir, fakat MSI*1/SpO2 skoru mortaliteyi ön görmede Qanadli skorundan daha güçlüdür.Öğe 2020-2023 yılları arasında N.E.Ü hastanesiadli tıp polikliniği' ne trafik kazasınedeniyle adli rapor düzenlenmesi içinbaşvuran olguların retrospektifincelenmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Şen, Ahmet Ruşen; Demirci, ŞerafettinGiriş ve amaç: Trafik kazaları, dünya çapında yaralanmalara, ölümlere ve sakatlıklara sebep olan küresel bir halk sağlığı problemidir. Trafik kazaları özellikle çocuk ve genç yaş bireylerin ölümlerinin en büyük sebebi durumundadır. Bu çalışmada, Necmettin Erbakan Üniversitesi Hastanesi Adli Tıp Anabilim Dalı Polikliniği’ne trafik kazası sonrası haklarında adli rapor düzenlenmesi amacıyla yönlendirilen hastaların tıbbi kayıtları değerlendirilmiştir. Bu belgelerden elde edilen verilerden, olguların demografik özellikleri, kaza tarihleri, trafikte bulunma şekilleri, koruyucu ekipman kullanımı, alkol kullanımı ve yaralanan vücut bölgelerinin değerlendirilmesi yapılarak yaralanmaların Türk Ceza Kanunu’ nda Tanımlanan Yaralama Suçlarının Adli Tıp Açısından Değerlendirilmesi Rehberi parametrelerine göre incelenmesi gerçekleştirildi. Çalışmadan elde edilen bulgular doğrultusunda literatüre katkı sağlayarak trafik kazalarının bireyler üzerinde ki etkilerinin belirlenmesi ve trafik kazalarının önlenebilmesi için yapılması gereken tedbirlere yönelik farkındalık oluşturulması amaçlanmıştır. Gereç ve yöntem: Bu çalışma verileri, adli makamlar tarafından 01 Ocak 2020 – 31 Aralık 2022 tarihleri arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Hastanesi Adli Tıp Anabilim Dalına trafik kazası ile yaralanma sonucu adli rapor düzenlenmesi için yönlendirilmiş 711 olgunun acil servis epikrizleri, genel adli muayene raporları, konsültasyon notları, çekilen direkt grafi ve bilgisayarlı tomografi görüntüleri, laboratuvar testleri, epikriz notları ve poliklinik kontrol muayenelerine ait kayıtları ve Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Polikliniği arşivi ile hastanemiz ENLİL (hastane otomasyon sistemi) ve PACS (dijital görüntüleme sistemi) sistemlerinden faydalanılarak geriye dönük olarak değerlendirilmiştir. Bulgular: Trafik kazası sonucu yaralanan olguların 501’i (%70,5) erkek, 210’u (%29,5) kadın olarak belirlenmiştir. Olguların 168’i (%23,6) <18 yaş, 142’si (%20,0) 19-27 yaş grubundaydı. Trafik kazalarının mevsim olarak en fazla sonbahar mevsiminde, ay olarak ise en fazla %13,6’lık oran ile Temmuz ayında gerçekleştiği ve gün olarak %15,8 ile en fazla Cuma günü gerçekleştiği görüldü. Kaza türü olarak %41,5’inin araç içi trafik kazası, %47,7’sinin araç dışı trafik kazası olduğu saptandı. Araç içi trafik kazası olgularının %79,0’ının (n=233) otomobil ile, araç dışı trafik kazası olgularının ise %44,2’sinin (n=150) motosiklet ile gerçekleştiği görüldü. Olgularda en sık yaralanan bölge %58,1 ile baş/boyun bölgesi olarak saptandı. Kafa içi organlar tüm olgularda en fazla yaralanan organ olarak tespit edildi. Tüm olgularda yaralanmaların %26,4’ünün basit tıbbi müdahale ile giderilebilir nitelikte olduğu, %30,8’inde yaşamsal tehlike oluşturacak nitelikte olduğu görüldü. Tüm olguların %65,8’inde kemik kırığı geliştiği, araç dışı trafik kazası olgularında daha fazla kemik kırığı geliştiğinin ve kırıkların daha ağır nitelikte olduğunun tespit edildi. Tüm olgularda en fazla kırılan kemiğin kosta kemikleri olduğu görüldü. Sonuç: Trafik kazalarına bağlı yaralanma ve ölümlerin azaltmak için ülke çapında trafik eğitim seferberliği başlatılmalı ve çocukluk çağından itibaren trafik eğitimi verilerek trafik kültürü oluşturulmalıdır. Trafik kazalarının daha sık gerçekleştiği dönemlerde denetimler artırılarak trafik kurallarına uyum artırılmalıdır. Karayolu trafik yükünü azaltmak için demir yolu, hava yolu ve deniz yolu ulaşımı teşvik edilmelidir. Trafik güvenliğinin artırılması için ileri güvenlik sistemleriyle donatılmış yeni araçların kullanımı teşvik edilmelidir. İncinebilir yol kullanıcılarının kask ve koruyucu ekipman kullanımı, araç içi sürücü ve yolcuların emniyet kemeri kullanımı, çocuk koltuğu kullanımı sağlanmalıdır. Ülke genelinde bisiklet yollarının daha yaygın olması yönünde çalışmalar yapılmalıdır.Öğe Annelerdeki Sosyal Medya Bağımlılığının Çocuk Anne İlişkisine Etkisinin Araştırılması(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Emre, Mustafa; Küçükceran, HaticeAmaç: Hayatımızda çok hızlı yer edinen sosyal medya yaşamın bir parçası haline gelmiştir. Sosyal medyanın bilinçsiz kullanımıyla sosyal medya bağımlılığı da artmaktadır. Bağımlılığın artması tüm ilişkileri olumsuz etkilemektedir. Bu ilişkilerden belki de en önemlisi anne çocuk ilişkisidir. Bu çalışmada sosyal medya bağımlılığı olan annelerin çocukları ile ilişkilerinin değerlendirilmesi amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Tanımlayıcı nitelikteki bu çalışmaya, evrendeki birey sayısı bilinmediği için, %5 hata payı, %95 güven aralığı ile en az 385 kişi dâhil edilmesi gerektiği hesaplandı. Çalışmada eksiksiz doldurulan 401 anket formu analiz edildi. Oluşturulan anket formu, annelerin yoğun olarak bulunduğu Necmettin Erbakan Üniversitesi (NEÜ) Tıp Fakültesi hastanesinde bekleme alanlarında yüz yüze görüşme yöntemiyle uygulandı. Anket formu; sosyodemografik özellikler, anne sosyal medya kullanım süresi ve çocuğun ekran maruziyetiyle ilgili soruları içermekteydi. Ayrıca Bergen Sosyal Medya Bağımlılık Ölçeği (BSMBÖ), Çocuk Ana-baba İlişki Ölçeği (ÇAİÖ) ankette yer aldı. BSMBÖ altı ifadeden oluşmakta ve alınan puanlar arttıkça annelerin sosyal medya bağımlılık düzeyi artmaktadır. ÇAİÖ ‘çatışma’ ve ‘olumlu ilişki’ olmak üzere iki alt boyuttan oluşmakta ve alınan puanlar arttıkça anne-çocuk ilişkisinin olumsuz olduğunu ifade eden bir ölçektir. Statistical Package for Social Sciences for Windows (SPSS) 20.0 programı kullanılarak analiz edildi. p<0,05 değeri istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Bulgular: Çalışmaya katılan bireylerin yaş ortalaması 34,2±4,4 (min=24; maks=47) yıl olup, %52,4’ü (n=210) 34 yaş ve altındaydı. Katılımcıların %81’i (n=325) ailelerini çekirdek aile olarak tanımladı ve %95,0’ı (n=381) eşiyle birlikte yaşıyordu. Annelerin %55,4’ünün (n=222) eğitim durumu yüksekokul/üniversiteydi, %49,4’ü (n=198) çalışıyor ve %57,6’sı (n=231) gelir düzeyini gelir gidere eşit olarak belirtti. Katılımcıların çocuklarının %39,7’si (n=159) 6 yaşındaydı, %76,8’i (n=308) erkekti ve %76,3’ü (n=306) okula/kreşe gitmekteydi. Çocukların %74,5’ine (n=299) evde anneleri bakım veriyordu. Çalışmaya katılan annelerin %81,8’i (n=328) sınırsız internet bağlantısına sahipti ve ortalama sosyal medya kullanım süresi 2,08±1,38 (min=0,20; maks=12) saat/gün idi. Annelerin %63,3’ü (n=254) sosyal medya kullanımlarının aile ilişkisini etkilemediğini düşündüğünü, %50,4’ü (n=202) çocuklarına yemek yerken telefon/tablet izletmediğini ve %38,6’sı (n=155) çocuğuna sıklıkla kitap okuduğunu belirtti. Yaşı 34 ve altı olan, çalışan, eğitim durumu üniversite olan ve sınırsız internet bağlantısına sahip olan katılımcıların BSMBÖ puanları anlamlı olarak daha yüksekti (p<0,05). İlk çocuğu olan, tek çocuğu olan, çocuğu erkek cinsiyette olan ve yemek yerken çocuğuna telefon/tablet izleten annelerin BSMBÖ puanları anlamları olarak daha yüksek bulundu (p<0,05). Çocuğuna sıklıkla kitap okuyanların ÇAİÖ toplam (51,30±10,18) ve olumlu ilişki alt boyut (20,03±3,65) puanı ile hiçbir zaman kitap okumayanların ÇAİÖ toplam (57,06±9,59) ve olumlu ilişki alt boyut (22,60±5,96) puanları arasında anlamlı fark tespit edildi (sırasıyla p=0,012, p=0,006). Çocuk dijital ekran süresi ile ÇAİÖ toplam puanı (r=0,142), olumlu ilişki alt boyutu (r=0,113), çatışma alt boyutu (r=0,112), BSMBÖ (r=0,142) arasında pozitif yönde zayıf düzeyde anlamlı kolerasyon olduğu tespit edildi (sırasıyla, p=0,04, p=0,023, p=0,025, p=0,004). BSMBÖ’den aldıkları puanlar ile ÇAİÖ toplam puanı (r=0,238), çatışma alt boyutu (r=0,270), arasında pozitif yönde zayıf düzeyde anlamlı kolerasyon olduğu saptandı (p<0,001). Sonuç: Sunulan çalışmada yaşı daha genç, üniversite mezunu ve sınırsız internete sahip annelerin sosyal medya bağımlılıklarının fazla olduğu bulundu. Sosyal medya bağımlılığının anne çocuk ilişkisini olumsuz yönde etkilediği görüldü. Bu olumsuz etkiden korunmak için bütüncül yaklaşımıyla aile hekimleri; sadece çocuğu değil aile bireylerini de değerlendirmeli, oluşabilecek problemler açısından bilgi vermeli ve sosyal medyanın bilinçli kullanımı için aileleri uyarmalıdır.Öğe Çölyak hastalığı olan çocuklarda ekstraintestinal bulguların değerlendirilmesi ve prevalansı(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Doğan, Methiye; Yücel, AydınÇölyak hastalığı (ÇH), genetik olarak duyarlı bireylerde glutene maruziyet sonrası immünolojik mekanizmaların tetiklenmesi ile ince bağırsakta inflamasyona sebep olan, gastrointestinal ve ekstraintestinal bulguların görülebildiği kronik bir rahatsızlıktır. ÇH’de geçmiş yıllara göre hem en sık görüldüğü yaş ileriye kaymış hem de tanı şekli gastrointestinal sistem (GİS) semptomlarından çok ekstraintestinal semptomlara değişmiştir. Bunun en önemli sebeplerinden biri ÇH’de ekstraintestinal bulguların farkındalığının artmasıdır. Öyleki ÇH’de tek başvuru şikayeti ekstraintestinal semptomlar bile olabilmektedir. Çalışmamızda ekstraintestinal bulguların ÇH’deki önemini göstermek için ÇH’de ekstraintestinal bulguların sıklığını tespit edip, hastalarımızdaki ekstraintestinal bulgularla ÇH’nin klinik ve laboratuvar bulguları arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarmayı amaçladık. Çalışmaya 6 ay ile 18 yıl aralığında, Ocak 2008 ile Ocak 2023 tarihleri arasında biyopsi ile çölyak tanısı almış, en az bir yıl düzenli poliklinik takiplerine gelen 176 hasta dahil edildi. Hastaların başvuru yaşı, cinsiyet, başvuru anındaki boy ve kilo gibi demografik bilgileri, başvuru şikayetleri, tanı anındaki ve takipteki ekstraintestinal bulguları, laboratuvar bulguları, genetik tahlil sonuçları, biyopsi sonuçları ve diyete uyumları retrospektif ve kesitsel olarak değerlendirildi. Hastaların %70,5’i (n=124) kız, %29,5’i (n=52) erkekti. Hastaların tanı anında yaş ortancası 109,5 ay, %97,2’si iki yaş üstünde idi. Hastaların tanı anında nütrisyon durumlarına bakıldığında %52,2’si normal, beş yaş altındaki hastaların %26,7’si hafif malnütre, beş yaş üstü hastaların %24’ü hafif malnütre, %11’i orta derece malnütre, %4’ü ağır malnütre idi. Hastaların tanı anında %34,1’i sadece ekstraintestinal semptomlarla, %30,1’i sadece GİS semptomlarıyla başvurdu, %13,1’inde hem ekstraintestinal hem gastrointestinal semptomlar vardı. Hastaların %22,7’si ise herhangi bir şikayeti olmadan tarama ile tanı aldı. Hastaların tanı anındaki ve takipteki ekstraintestinal bulguları incelendiğinde tanıda %79 hastanın, takipte %60,8 hastanın ekstraintestinalekstraintestinal bulgusu vardı. Tanıda görülen ekstraintestinalekstraintestinal bulgular sırasıyla; hematolojik hastalık (57,6), endokrinolojik hastalık (%43,9), kas-iskelet hastalığı (%29,5), hepatolojik hastalık (%12,9), dermatolojik hastalık (%4,3), nöropsikiyatrik hastalık (%3,6) idi. Takipte görülen ekstraintestinalekstraintestinal bulgular sırasıyla; hematolojik hastalık (%64,5), kas-iskelet hastalığı (%31,8), endokrinolojik hastalık (%15,0), dermatolojik hastalık (%9,3), nöropsikiyatrik hastalık (%9,3) ve hepatolojik hastalık (%0,9) idi. Sonuç olarak atipik ÇH tipik ÇH’den daha sıktı. ÇH’de ekstraintestinal ve gastrointesinal şikayetlerle başvuru oranları benzerdi. Ekstraintestinal bulgular tanıda ve takipte yüksek sıklıkta görüldü. Glutensiz diyet ile ekstraintestinal bulguların takipte ortaya çıkması arasında anlamlı ilişki mevcuttu. Bu sonuçlara dayanarak ÇH ile ekstraintestinal bulgular arasında güçlü bir ilişki olduğunu gösterdik.Öğe Agammaglobulinemik hastalarımızın retrospektif olarak değerlendirilmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Akkuş, Tuğçe; Reisli, İsmailAgammaglobulinemi, serum immünoglobulin düzeylerinde ciddi düşüklüğün saptandığı ve sıklıkla tekrarlayan enfeksiyon kliniği ile başvuruya neden olan bir durumdur. Çalışmamızın amacı agammaglobulinemi saptanan çocuk olguların demografik, klinik ve laboratuvar bulgularını retrospektif olarak inceleyerek agammaglobulinemik hastaların özelliklerinin daha iyi anlaşılmasına katkı sağlamaktır. Çalışmamıza Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Çocuk Alerji ve İmmunoloji Bilim Dalı bölümünde takip edilen ve serum IgG değeri 400 mg/dl'nin altı olup, IgA ve IgM değerleri yaşa göre olması gereken değerin 2 standart sapmasının altında ölçülerek agammaglobulinemi tanısı konulan 25 hasta dahil edilmiştir. Agammaglobulinemik hastalarımızın %80’i erkek olup, ortalama tanı yaşı 62,5±65,1 ay ve ortalama izlem süresi 9,1±5,8 yıl idi. Hastaların %36’sı klasik agammaglobulinemik hastalar (grup 1) ve %64’ü diğer agammaglobulinemik hastalar (grup 2) olarak değerlendirildi. Grup 2'deki hastalarımızın %40’ı yaygın değişken immün yetmezlik (YDİY) (grup 2a) ve %24'ü sendromik özellikli agammaglobulinemi (grup 2b) idi. Grup 2’de ebeveyn akrabalığı anlamlı derecede yüksekken (p=0,021), ailede nedeni bilinmeyen ölüm öyküsü grup 1’de anlamlı derecede yüksekti (p=0,033). Başvurudaki boy ve vücut ağırlığı, grup 2b'de anlamlı derecede düşüktü (p=0,013 ve p=0,012). Tekrarlayan enfeksiyonlardan otitis media öyküsü grup 1’de anlamlı derecede yüksekti (p=0,016). Gruplar arasında sendromik görünüm, bronşiektazi, lenfadenopati, eşlik eden otoimmün hastalık açısından anlamlı fark izlenmedi. Grup 2b’de trombosit sayısı diğer gruplardan düşük bulundu (p<0,05). İmmünglobulin replasman tedavisi alan hastaların tedavi süresi grup 1’de daha uzundu (p=0,049). Dokuz yıllık takip süremizde agammaglobulinemik hastalarımızda ölüm oranı %20 olup gruplar arasında fark saptanmadı. Sonuç olarak Bruton hastalığı dışında YDİY ve sendromik immün yetmezliklerin de agammaglobulinemi ile seyredebileceğini vurgulamak ve agammaglobulinemik seyreden hastalıkların daha iyi anlaşılmasına katkı sağlamak istiyoruz.Öğe Multipl Skleroz Hastalarında İlaç Uyumu İle Psikolojik Dayanıklılık, Stres Ve Başa Çıkma Tutumları Arasındaki İlişkinin İncelenmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Teken, Elif Yıldıran; Bakay, HasanAmaç: Multiple Skleroz (MS), merkezi sinir sistemini etkileyen, kronik ve otoimmün bir hastalık olup yaşam kalitesini ciddi şekilde düşürmektedir. Tedaviye uyumun, hastalığın seyrini yavaşlatmada ve yaşam kalitesini artırmada kritik öneme sahip olduğu bilinmektedir. Bu çalışma, MS hastalarında ilaç uyumu ile psikolojik dayanıklılık, stres ve stresle başa çıkma arasındaki ilişkileri incelemeyi amaçlamaktadır. Araştırma, ilaç uyumu iyi olan bireylerde psikolojik dayanıklılığın daha iyi olacağı ve ilaç uyumunun iyi olmasında psikolojik dayanıklılığın bir belirleyici olacağı varsayımına dayanmaktadır. Çalışmadan elde edilen sonuçların, MS hastalarında tedaviye uyumu artırmaya yönelik psikolojik müdahalelere rehberlik etmesi hedeflenmektedir. Yöntem: Bu gözlemsel ve kesitsel çalışma, Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji MS polikliniğine başvuran, 2017 revize Mc-Donald kriterlerine göre tekrarlayan düzelen MS (RRMS) tanısı konmuş ve halihazırda remisyon döneminde olan 165 hastayı kapsamaktadır. Araştırmada sosyodemografik veri formu, Tıbbi Tedaviye Uyum Oranı Ölçeği (TTUOÖ), Connor-Davidson Psikolojik Dayanıklılık Ölçeği (CDPDÖ), Depresyon, Anksiyete ve Stres Ölçeği-21 (DASS-21), Başa Çıkma Tutumlarını Değerlendirme Ölçeği (BÇTDÖ), MS Uluslararası Yaşam Kalitesi Ölçeği (Multiple Sclerosis International Quality of Life, MusiQoL), Multipl Skleroz Tedaviye Uyum Anketi (Multiple Sclerosis Treatment Adherence Questionnaire, MS-TAQ), Genişletilmiş Özürlülük Durum Ölçeği (EDSS) kullanılmıştır. Veriler, SPSS programı kullanılarak istatistiksel olarak analiz edilmiştir. Bulgular: Depresyon, anksiyete ve stres düzeylerinin artışıyla ilaç uyumunun azaldığı belirlenirken, MusiQoL sonuçları tedaviye uyumun yaşam kalitesini olumlu yönde etkilediğini göstermektedir. Tedavi uyumu arttıkça atak sıklığında ve engellilik düzeyinde azalma, dolayısıyla yaşam kalitesinde iyileşme gözlenmiştir. Tedavi uyumu iyi olan bireylerde psikolojik dayanıklılık düzeyinin daha yüksek olduğu tespit edilmiştir. Tedavi uyumu ile psikolojik dayanıklılık arasındaki ilişkinin diğer ölçeklerle kontrol edildiğinde hafif bir azalma göstermiş olmasına rağmen istatistiksel olarak anlamlılığını güçlü bir şekilde koruduğu gözlenmiştir (r = 0,251, p <0,001). Ayrıca hem lineer hem de lojistik regresyon analizlerinde, psikolojik dayanıklılığın tedavi uyumunu güçlü bir şekilde yordadığını tespit ettik (p <0,001). Başa çıkma tutumlarının artışıyla tedavi uyumunun da arttığı, Başa Çıkma Tutumları Değerlendirme Ölçeği (BÇTDÖ)’nün alt boyutlarından kendine yardım, yaklaşım, sakınma-kaçınma ve uyum sağlama ile tedavi uyumu arasında doğrusal bir ilişki olduğu saptanmıştır. Bunun aksine, kendine ceza alt boyutu ile tedavi uyumu arasında negatif korelasyon bulunmuştur. Sonuç: Bulgularımız depresyon, anksiyete, stres, başa çıkma tutumları ve yaşam kalitesi gibi faktörlerin ilaç uyumu üzerinde etkileri olduğunu, ancak psikolojik dayanıklılığın bu psikolojik ve sosyal faktörlerden bağımsız bir şekilde tedavi uyumunu güçlü bir şekilde yordayarak MS hastalarının tedaviye uyumunda kilit bir rol oynadığını göstermektedir. Ayrıca, bulgularımız sağlık hizmetlerinden memnuniyet, komorbidite ve bağımlılık gibi faktörlerin de tedavi sürecinde önemli belirleyiciler olduğunu ortaya koymaktadır. Bilgimize göre çalışmamız, MS hastalarının tedaviye uyumunda psikolojik dayanıklılığın önemini gösteren ilk çalışmadır. Gelecekte yapılacak çalışmalarda, psikolojik dayanıklılığı veya başa çıkma stratejilerini artırmaya yönelik bireysel müdahalelerin ilaç uyumuna olan katkıları daha net ortaya konabilir.Öğe Subklinik ve aşikar hipotiroidi ile nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı arasındaki ilişki(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Korkmaz, Kübra Nur; Kulaksızoğlu, MustafaAmaç; Subklinik ve aşikar hipotiroidi tanılı hastaların nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı ile ilişkisinin değerlendirilmesi ve tanısında non-invaziv testlerin ve görüntüleme yönteminin tanısal değerini değerlendirmeyi amaçladık Gereç ve yöntem; Bu çalışma Haziran 2020-Ekim 2022 tarihleri arasında İç Hastalıkları Endokrinoloji Anabilim Dalı polikliniğine başvuran hastaların dosyaları incelenerek hazırlandı. Hastalar üç grupta incelendi. Subklinik hipotiroidi, aşikar hipotiroidi ,ötiroid(kontrol grubu). Her birinin boy uzunluğu, kilosu, BKI, yaşı kaydedildi. Çalışmaya katılan hastaların biyokimya ve hemogram bulguları ( ALT, AST, ALP, GGT, PLT) ve lipid paneli (LDL kolestrol, trigliserit) kullanıldı. Yaş, trombosit sayısı, AST ve ALT değerleriyle Fib-4 skor hesaplandı.. Çekilen ultrasonografideki hepatostetaoz bulguları (grade yok, grade 1, grade 2, grade 3 ) şeklinde kaydedildi. Hastaların usg bulguları diğer parametrelerle 3 grup şeklinde karşılaştırıldı. Hepatosteatoz olmayanlar, Grade 1 ve Grade 2 hepatostetaozu olanlar şeklinde ayrıldı. Grade 3 az kişi olduğu için Grade 2 grubuna dahil edildi. Çalışmaya dahil edilme kriterleri;18 yaş üstü hastalar, subklinik hipotiroidi (50 kişi) ve aşikar hipotiroidi (50 kişi) tanısı almış olan hastalar, kontrol grubu (50 kişi) ;20-70 yaş aralığında herhangi bir hastalığı olmayan, kronik kullandığı ilaç olmayan ötiroid hasta. Çalışmadan hariç tutulma kriterleri; Ek hastalık olarak diyabetes mellitusu olan hastalar dışlanmıştır. NAFLD’ ye neden olabilecek diğer kronik karaciğer hastalıkları ( Hepatit B, Hepatit C, Wilson, Hemakromatozis, Çölyak, Otoimmün Hepatit) ilaçlardan (metotreksat, tamoksifen, glukokortikoid) kullananlar dahil edilmemiştir. gebe hastalar, bariatrik cerrahi yapılmış kişiler ,kronik alkol kullanımı(erkek 30gr/gün ,kadın 20gr/gün) olanlar . Bulgular; Çalışmaya katılan hastaların USG grade sınıfı ile gruplar arasındaki ilişki istatistiki olarak anlamlıdır (p=0.024). Hastaların 42(28.0%) si Grade 1, 28(18.7%) si Grade 2, 3(2.0%) ü Grade 3, sınıfına düşmüştür. BKI ile hepatosteatoz arasındaki ilişki subklinik hipotiroidi hastalarında (p=0.004) ve kontrol grubunda (p=0.003) istatiksel açıdan anlamlıdır. Kolestrol ile hepatosteatoz arasındaki ilişki aşikar hipotiroidi hastalarında (p=0.015) istatiksel olarak anlamlıdır. Sonuçlar; Hipotiroidi ile NAYKH arasındaki ilişki son yıllarda yapılan birçok çalışmada araştırılmıştır. Çalışmamızda ise subklinik ve aşikar hipotiroidi hastalarında kolestrol ve beden kitle indeksi yüksekliğinin hepatostetaoz ile ilişkisi istatiksel açıdan anlamlı görüldü. Hipotiroidi temelinde dislipidemiye ve son yıllarda artış gösteren beden kitle indeksindeki yüksekliğe bağlı bir takım fizyopatolojik değişikliklerle karaciğerde gelişen hepatosteatoz ve bunun sonucunda NAYKH gelişimi son yıllarda bir çok çalışmada saptanmıştır. Çalışmamızda da subklinik ve aşikar hipotiroidi hastalarının ultrasonografi ile saptanan NAYKH ile ilişkisinin istatiksel açıdan anlamlı olduğu tespit edildi. NAYKH tanısında ultrsonografi yanında noninvaziv testlerden Fib-4 skorlama sistemi çalışmamızda anlamlı sonuçlar vermemiştir. İleriki çalışmalarda yeni noninvaziv testler ve görüntüleme yöntemleri NAYKH’ında fibrozis değerlendirmesinde yol gösterici olabilir.Öğe Herediter anjioödem (HAÖ) hasta grubunda ağrının karakteristiğinin belirlenmesi ve haö atak tedavi sıklığına etkisi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Doğan, Cengizhan; Arslan, ŞevketAmaç: Hered%ter anj%yoödem, oldukça nad%r gözlenen, brad%k%n%n med%yatörünün sebep olduğu ataklarla g%den kalıtsal ve tedav% ed%lmed%ğ% takd%rde mortal seyreden b%r hastalıktır. HAÖ tanılı hasta grubunda atak önces% prodromal dönemde başlayan ve atak sırasında da devam eden subkutan dokudak% anj%yoödemle %l%şk%lend%r%leb%lecek ağrı durumunun tesp%t ed%lerek, h%ssed%len ağrı t%p%n%n bel%rlenmes% hedeflenm%şt%r. Ağrı t%p%n%n atak sıklığına ve bununla b%rl%kte hered%ter anj%yoödem atak tedav%s%ne etk%s% ve yaşam kal%tes% üzer%ne olan etk%ler%n%n değerlend%r%lmes% amaçlanmaktadır. Yöntem: Çalışmaya Necmett%n Erbakan Ün%vers%tes% Tıp Fakültes% Er%şk%n İmmünoloj% ve Alerj% Hastalıkları pol%kl%n%ğ%ne başvuran 41 HAÖ’lü olgu dah%l ed%lm%şt%r. Hastalardan ağrı ş%ddet%, ağrı sıklığı, nöropat%k ağrı varlığı, hayat kal%tes%, depresyon durumu g%b% par%teler %ç%n kısa ağrı envanter%, Beck depresyon ölçeğ%, kısa form-36, LANSS ve S-LANSS anketler%n%n doldurulması %stenm%şt%r. Bulgular: Çalışmaya 41 hasta dah%l ed%lm%şt%r. Hastaların 16(39.0%)’sı erkek ve 25(61.0%)’% kadın hastadır. T%p 1 HAÖ hastaların sayısı 24(58.5%), T%p 2 HAÖ hastaların sayısı 17(41.5%)’d%r. Hastaların yaş ortalaması 40,29∓12,56 yıldır. Çalışmaya katılan 41 k%ş%n%n Beck Depresyon ölçeğ%nden aldıkları puanların ortalaması 14.97∓8.62 d%r. En düşük puan 2 ve en yüksek puan 34 olarak tesp%t ed%lm%şt%r. Puanlara a%t medyan değer% 13.0’tür. Ölçek puanlarına göre hastaların 13(31.7%)’ü M%n%mal, 16(39.0%)’sı Haf%f , 9(22.0%)’u Orta ve 3(7.3%)’ü Ş%ddetl% depresyon sınıfında yer almıştır. SF-36 ölçeğ% alt boyutları T%p 1 ve T%p 2 HAÖ’ye göre değ%ş%mler% %ncelend%ğ%nde Fonks%yon alt boyutunun ortalama değer%n%n T%p 2’de daha yüksek olduğu tesp%t ed%lm%şt%r. Fonks%yon alt boyutu bakımından T%p 1 ve T%p 2 hastalar arasındak% bu farklılık %stat%st%k% olarak anlamlıdır (p=0.018). T%p 2 hastaların ortalama ağrı değer% T%p 1 hastalardan anlamlı derecede daha yüksek bulunmuştur. Ağrı alt boyutu bakımından T%p ve T%p 2 hastalar arasındak% farklılık %stat%st%k% olarak anlamlıdır (p=0.047). y%ne aynı ölçeğ%n alt boyut anal%zler%, Türk popülasyonu %ç%n hazırlanan norm değerler %le karşılaştırıldığında erkeklerde 8 parametren%n 7’s%nde, kadınlarda 8 parametren%n tamamında daha düşük bulunmuştur, bu değerler %stat%st%k% olarak anlamlıdır (p=0.002). 4 hastamızda nöropat%k ağrı saptanmıştır, 2 hastamızda ağrı tedav%s% sonrasında atakların sayısının azaldığı, b%r hastamızda %lk ay atak sayısının azaldığı ancak sonrak% aylarda esk% düzen%ne döndüğü saptanmıştır. Sonuç: Çalışmamızda hered%ter anj%yoödeml% hasta grubunda atak sırasında hastaların h%ssett%ğ% ağrının karakter%st%ğ% araştırılmış olup nöropat%k ağrı ve hayat kal%tes% arasındak% %l%şk% değerlend%r%lm%şt%r. HAÖ hastalarının muayeneler%nde nöropat%k ağrı açısından değerlend%r%l%p tedav%ye başlanması hastaların hayat kal%tes%nde artma ve atak sıklığında azalma %le %l%şk%l% olduğu görülmüştür. HAÖ hasta grubunda ağrı perspekt%f%n%n değerlend%r%lmes% rut%n v%z%tler%n b%r parçası olmalıdır.Öğe Multiple myeloma hastalarında tanı aldıktan sonra 1. basamak tedavi sırasında gelişen enfeksiyonların retrospektif olarak incelenmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) İçen (Ergin), Pınar; Çeneli, ÖzcanAmaç: Bu çalışmamızda Multiple Myeloma hastalarında tanı aldıktan sonra 1.basamak tedavi esnasında gelişen enfeksiyonların tespit edilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Bu çalışma Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Hematoloji Bilim Dalında Ocak 2014- Mart 2024 tarihleri arasında multiple myelom tanısı alıp 1. basamak tedavisini aldığı dönemde enfeksiyon gelişen, 18 yaş üstü toplam 106 hasta alınmıştır. Hastaların dosyalarından cinsiyetleri, yaşları, laboratuvar bulguları olan ''Serum CRP, Prokalsitonin, Tam Kanda WBC, Nötrofil düzeyleri, Lenfosit düzeyleri, Tam İdrar Tetkikinde lökosit varlığına, kan ve idrar kültürlerinde üreme olup olmadığına ait veriler retrospektif olarak incelenmiştir. Bulgular: Çalışmamızda, hastaların 47’si erkek (%44.3) ve 59’unun kadın (%55.7) olduğu tespit edilmiştir. Hastaların yaşları 41-97 arasındaydı. Yaş ortalaması 72.93∓11.27 yıldır. En çok görülen enfeksiyonlar pnömoni (%56.6) ve İYE (%17.9) idi. Kan kültürde en çok üreme yapan bakteri ise KNS olduğu görüldü. Sonuç: Bu çalışmamız sonucunda Multiple myeloma tanısı almış olan hastaların enfeksiyona daha yatkın oldukları görülmüştür. Bu hastaların pnömoni gibi solunum sistemini etkileyen ve İYE üriner sistemi etkileyen enfeksiyonların sık görüldüğü tespit edilmiştir. Bundan dolayı bu hastaların tedavi süreleri boyunca özellikle solunum sistemi ve üriner sistem enfeksiyonlarına yönelik profilaktik antibiyotik kullanmalarının yararlı olacağını düşünüyoruz.Öğe Nütrisyonel demir eksikliği anemisinde klasik ve günaşırı demir tedavisinin karşılaştırılması(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Saylık, Sinan; Energin, Vesile MeltemNecmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi genel pediatri polikliniğinde ve çocuk hematoloji polikliniğinde Ocak 2023 ve Temmuz 2024 tarihleri arasında nütrisyonel demir eksikliği anemisi tanısı ile günlük ve günaşırı demir tedavisi verilen 91 hastanın dosyaları retrospektif olarak incelendi. Hastaların klinik ve demografik bilgileri ile tedavi sürecinde alınan kan değerleri karşılaştırılarak, günlük ve günaşırı tedavinin etkinliği değerlendirildi. Çalışmada, hastaların demir parametreleri, tam kan sayımı, retikülosit, serum demir ve demir bağlama kapasitesi değerleri incelenmiş ve istatistiksel analizler yapıldı. İstatistiksel analizler için SPSS 18.0 programı kullanıldı ve p<0,05 olması anlamlı kabul edildi. Elde edilen sonuçlara göre iki grup arasında tanı anında hemoglobin (Hb) seviyeleri arasında anlamlı fark olsa da 3 ayın sonunda yapılan ölçümlerde Hb seviyeleri arasında anlamlı fark görülmedi. Tanı anı ile 1. ay arasındaki Hb seviyesi değişimleri karşılaştırıldığında günlük tedavi alan grupta anlamlı olarak yüksek tespit edildi (p=0.004). 1. ay ile 3. ay arasında ki değişimlerde ise anlamlı fark saptanmadı (p=0,477). 10. günde retikülosit sayıları ve yüzdeleri karşılaştırıldığında ise günlük tedavi alan grupta anlamlı yüksek tespit edildi (sırasıyla p=0,003; p=0,008). Tedaviye cevabın bir diğer göstergesi olan ferritin değerleri arasında tanı anında, 1. ay ve 3. ay arasında anlamlı fark bulunmadı. Tedavi şekline bağlı olarak elde edilen veriler, demir eksikliği anemisi tedavisinde hangi yöntemin daha etkili olduğunu göstermede klinik önem taşımaktadır. Bu çalışmanın sonucuyla nütrisyonel demir eksikliği anemisinde (DEA) klasik günlük oral demir tedavisi ile gün aşırı oral demir tedavisinin sonuçlarının hemen hemen benzer olduğunu, DEA tedavisinin 2-3 ay sürecek şekilde verilmesi göz önüne alındığında gün aşırı oral demir tedavisinin verilmesinin uygun olacağını düşünüyoruz.Öğe Çocuk acil kliniğinde abdominal ultrasonografisi istenen hastaların değerlendirilmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Babayiğit, Esra; Akın, FatihÇocuklarda akut karın ağrısı ani başlangıçlı ve acil müdahale gerektiren bir durumdur ve acil servislerde sık görülür. Erken tanı önemlidir; ancak belirsiz semptomlar, güvenilir öykü alınamaması ve atipik bulgular tanıyı zorlaştırabilir. Bu nedenle, ultrasonografi (USG) gibi görüntüleme teknikleri kullanılır. Bu çalışmada, çocuklarda akut karın durumlarında USG’nin tanısal etkinliği ve sık karşılaşılan akut karın ağrısı nedenlerini incelemeyi amaçladık. Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Acil Kliniği'nde Ocak 2022- Aralık 2022 tarihleri arasında akut karın ağrısı olan ve abdomen USG istenen 504 çocuk (0-18 yaş) incelendi. Hastaların sosyodemografik bilgileri, başvuru şikayetleri, fizik muayene bulguları, laboratuvar sonuçları, başvuru saatleri, USG ve bilgisayarlı batın tomografi (BBT) bulguları, radyoloğun tecrübesi, konsültasyonlar, sevk ve cerrahi işlemler ile patolojinin ön tanı ile uyumu değerlendirildi. Çalışmamızda, 504 hastanın yaş ortancası 9 yıl olup, %51'i erkek ve %49'u kızdı. Hastaların %46,6’sında spesifik olmayan karın ağrısı bulunurken, %53,4’ünde tanı konuldu. En sık tanılar mezenter lenfadenit ve gastroenteritti; en sık cerrahi tanı ise apandisitti. Abdominal USG'lerin %35,7’sinde patolojik bulgular gözlemlendi. Hastaların %17,3’üne BBT çekildi ve bunların %63,2’sinde patolojik bulgular saptandı. USG ile apandisit %6, normal apendiks %9,3 ve apendiks görüntülenememe %84,7 oranındadır. 49 hasta apandisit ön tanısıyla cerrahi işlem geçirdi ve negatif apendektomi oranı %6,1 bulundu. Apendektomi yapılan hastaların USG'lerinde %34,7 oranında apandisit görülmemiş, %4,1'inde apendiks çapı 6 mm'nin altında, %61,2'sinde ise 6 mm'nin üzerinde saptandı. Apandisit için USG'nin duyarlılığı %60,9, özgüllüğü %33,3, pozitif prediktif değer %93,3 ve negative prediktif değer %5,3 olarak bulundu. BBT'nin duyarlılığı ise %100 olarak belirlendi. Sonuç olarak, abdominal USG’nin çocuklarda karın ağrısının değerlendirilmesindeki rolü belirgin şekilde önemlidir ve bu yöntem, acil durumlarda tanı sürecini iyileştirmek için etkili bir araç olarak kullanılmaktadır. Ancak, daha yüksek kesinlik ve güvenilirlik sağlamak için multidisipliner bir yaklaşım ve çeşitli görüntüleme yöntemlerinin entegrasyonu gereklidir.Öğe Bipolar bozukluğu olan ötimik hastalarda diyet kalitesinin kalıntı belirtiler ve klinik özellikler ile ilişkisinin araştırılması(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Göktaş, Rıdvan Mehmet; Şahingöz, MineAmaç: Bpolar bozukluk (BPB) epzodlar arasında geçşler gösteren cdd br ruh sağlığı bozukluğudur. BPB hastalarının yaşam kaltes ve şlevsellğ, ötmk dönemlerde ble olumsuz etkleneblr. Bu çalışmanın amacı, BPB tanılı ötmk dönemdek hastaların dyet kaltesnn kalıntı (rezdüel) belrtler ve bazı klnk özellkler üzerndek etksn ncelemektr. Yüksek dyet kaltesne sahp hastaların düşük dyet kaltesne sahp olanlara kıyasla daha az kalıntı belrt göstereceğ, daha y klnk özellkler sergleyeceğ ve daha yüksek yaşam kaltesne sahp olacağı ddasını test etmektr. Yöntem: Bu gözlemsel ve kestsel çalışma, Necmettn Erbakan Ünverstes Meram Tıp Fakültes Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Polklnğ’ne başvuran, DSM-5 krterlerne göre BPB tanısı konmuş ve en az 3 aydır remsyon dönemnde olan 174 ötmk hastayı kapsamaktadır. Araştırmada sosyodemografk ver formu, Hamlton Depresyon Derecelendrme Ölçeğ (HAM-D), Young Man Derecelendrme Ölçeğ (YMRS), Akdenz Dyet Uyum Ölçeğ (ADUÖ), Hamlton Anksyete Değerlendrme Ölçeğ (HAM-A) ve Kısa İşlevsellk Derecelendrme Ölçeğ (KİDÖ) kullanılmıştır. Verler, SPSS programı kullanılarak statstksel olarak analz edlmştr. Bulgular: Akdenz dyetne yüksek uyum gösteren hastaların HAM-D skorları, düşük uyum gösterenlere kıyasla anlamlı derecede düşüktü. Yüksek dyet kaltesne sahp hastaların hastaneye yatış sayısı ve hastanede kalış süres) anlamlı derecede daha düşüktü. Akdenz dyetne uyumlu hastalarda anksyete belrtler anlamlı derecede daha düşüktü. Akdenz dyetne yüksek uyum gösteren hastaların KİDÖ toplam skoru; alt ölçeklerden özerklk, blşsel şlevsellk ve kşler arası lşkler skorları daha düşük bulunmuştur. Dyet kaltesnn artması, bağımsız yaşama, blşsel şlevler ve kşler arası letşmde yleşme sağlamıştır. Sonuç: Çalışmamızın sonuçları Akdenz tp dyetn BPB’nn klnk seyr üzernde olumlu etkler olduğunu göstermektedr. Yüksek kaltel dyetn, BPB hasatlarında ötmk dönemde depresf ve anksyete belrtlern azalttığı, hastaneye yatış sayılarını azalttığı, sürey kısalttığı ve genel şlevsellk, özerklk, blşsel şlevler ve kşler arası letşm artırarak hastaların yaşam kaltesn yleştrdğ saptanmıştır. Bu bulgular, dyet müdahalelernn bpolar bozukluğun ve bu yaklaşımların klnk uygulamalarda hastaların yaşam kaltesn artırmaya yönelk stratejlern gelştrlmesne ışık tutableceğn göstermektedr.Öğe Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu tanısı alan çocuk ve ergenlerde 6-hidroksi melatonin sülfat düzeyleri, uyku sorunları ve kronotip özelliklerinin değerlendirilmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Özden, Ömer Faruk; Uzun, NecatiAmaç: Bu çalışma, Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) tanısı almış çocuk ve ergenlerde 24 saatlik idrarda total 6-Hidroksi Melatonin Sülfat (6-OH MS) düzeylerini, kronotip özelliklerini ve uyku sorunlarını tespit edip, DEHB’nin patofizyolojisinde melatonin düzeylerinin rolünü ve uyku üzerine olan etkilerini incelemeyi amaçlamaktadır. Yöntem: Araştırmaya 90 DEHB’li çocuk ve ergen ile 60 kontrol grubunu oluşturan çocuk ve ergen dahil edildi. Okul Çağı Çocukları İçin Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli Türkçe Uyarlaması (ÇDŞG-ŞY-T) kullanılarak yapılacak psikiyatrik muayeneyi takiben klinisyen tarafından katılımcı ile ilgili sosyodemografik veri formu dolduruldu. Tüm katılımcıların ebeveynleri Atilla Turgay Çocuk ve Ergenlerde Davranım Bozuklukları için DSM IV'e Dayalı Tarama ve Değerlendirme Ölçeği (T-DSM-IV-Ö), Çocukluk Dönemi Kronotip Anketi ve Çocuklar İçin Uyku Bozukluğu Ölçeği (ÇUBÖ) doldurdu. 6-OH MS düzeylerinin tespiti için tüm katılımcılardan 24 saatlik idrar toplanıp bu örneklerde 6-OH MS düzeyleri Enzyme Linked ImmunoSorbent Assay (ELISA) yöntemi ile ölçüldü. Bulgular: 24 saatlik idrarda 6-OH MS düzeyleri DEHB grubunda kontrol grubuna kıyasla istatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşük saptandı. 24 saatlik idrarda 6-OH MS düzeyi ile TDSM- IV-Ö, ÇUBÖ ve Çocukluk Dönemi Kronotip Anketi puanları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmadı. DEHB grubunda ÇUBÖ toplam puanı kontrol grubuna kıyasla istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek saptandı. DEHB grubunda akşamcıl tip kronotip daha baskın olarak saptandı. Sonuç: Çalışmamız 6-OH MS düzeylerinin DEHB grubunda daha düşük olduğunu ortaya koyarak, melatonin metabolizmasının DEHB'nin fizyopatolojisinde rol oynayabileceğini düşündürmektedir. Ancak melatonin metabolizmasının ADHD üzerindeki etkilerini anlamak için ileri araştırmalara ihtiyaç bulunmaktadır.Öğe 2020-2023 yılları arasında N.E.Ü. Tıp fakültesi adli Tıp polikliniği'ne adli rapor tanzimi için başvuran göğüs bölgesi travmalı olguların adli tıp açısından retrospektif olarak incelenmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Kök, Yusuf; Demirci, ŞerafettinAmaç: Göğüs bölgesi yaralanmaları, basit yumuşak doku travması gibi hafif bir yaralanmadan, yaşamı tehlikeye sokan bir duruma, ölüme neden olabilen yaralanmalara kadar geniş bir klinik tablo ile karşımıza çıkabilmektedir. Göğüs bölgesi yaralanmaları ülkemizde sıklıkla trafik kazası, ateşli silah yaralanması, kesici delici alet yaralanmaları, darp cebir yaralanmaları gibi etiyolojik nedenlerle oluşmakta ve adli olgu olarak değerlendirilmektedir. Adli olgular, hem hukuk davalarının hem de ceza davalarının konusu olabilmektedir. Hekimlerin adli olgulardaki görevi, hukuk birimlerinin taleplerine cevap olarak, adli olgunun yaralanmasının hukuki açıdan ağırlık düzeyini tespit etmektir. Çalışmamızda göğüs bölgesi yaralanmalı olguların sosyodemografik özellikleri, adli olay türü dağılımı, yaralanmanın adli tıp açısından ağırlık derecesinin belirlenmesi gibi kriterlerin incelenmesi, sonuçların literatürdeki benzer çalışmalarla karşılaştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı’na 01.01.2020-01.01.2023 tarihleri arasında adli rapor düzenlenmesi için başvurun göğüs bölgesi yaralanmalı olgular retrospektif olarak incelenmiştir. İnceleme sonucu elde edilen veriler SPSS (Statistical Package for Social Sciences) 21.0 paket programı ile analiz edilmiştir. Bulgular: Çalışmamız 296 olguyu kapsamaktadır. Olguların yaş ortalaması 37,99±18,73 bulunmuştur. Cinsiyet dağılımı %26,4 (n=78) kadın ve %73,6 (n=218) erkektir. Olgular en fazla %37,2 (n=110) yaz mevsiminde ve %14,5 (n=43) Temmuz ayında meydana gelmiştir. Taksirle yaralama oranı %58,1 (n=172), kasten yaralama oranı %41,9 (n=124)’dur. Tüm olgularda yaşamı tehlikeye sokan bir duruma neden olma oranı %37,8 (n=112) bulunmuştur. Etiyolojik neden olarak en sık %27,0 (n=80) ile araç içi trafik kazaları olduğu tespit edilmiştir. Tüm olguların %39,2 (n=116)’sinin basit bir tıbbi müdahale ile giderilebilecek ölçüde hafif olduğu, %60,8 (n=180)’inin basit bir tıbbi müdahale ile giderilebilecek ölçüde hafif olmadığı belirlenmiştir. Olguların %69,3 (n=205)’ünde duyularından veya organlarından birinin işlevinin sürekli zayıflamasına/yitirilmesine neden olmadığı, % 7,8 (n=23) olguda duyularından veya organlarından birinin işlevinin sürekli zayıflamasına neden olduğu, %0,7 (n=2) olguda da duyularından veya organlarından birinin işlevinin yitirilmesine neden olduğu saptanmıştır. Olguların % 57,4 (n=170)’ünde kırık olmadığı, %12,2 (n=36)’sinde Türk Ceza Kanunu’nda Tanımlanan Yaralama Suçlarının Adli Tıp Açısından Değerlendirilmesi Rehberi’ne göre kemik kırığı puanı 4 olduğu görülmüştür. Kemik kırığı varlığı durumunda, %30,7 (n=91) ile en fazla kot bölgesinde olduğu görülmüştür. Sonuç: Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı’na başvuran göğüs bölgesi travmalı olgular araç içi trafik kazası sebebiyle ve yaz aylarında sık meydana gelmiştir. Taksirle yaralama oranı kasten yaralama oranından yüksektir. Yaşamı tehlikeye sokan bir duruma neden olma oranı %37,8, basit bir tıbbi müdahale ile giderilebilecek ölçüde hafif olmama oranı %60,8, duyularından veya organlarından birinin işlevinin sürekli zayıflamasına neden olma oranı % 7,8, duyularından veya organlarından birinin işlevinin yitirilmesine neden olma oranı %0,7’dir. Toraks bölgesi, anatomik olarak akciğerler, solunum yolları, kalp ve ana damarlar gibi hayati yapı ve organları içermektedir. Bu sebeple toraks travmaları önemli bir mortalite ve morbidite sebebidir. Öte yandan toraks travmalı olguların hem ceza davalarının hem de hukuk davalarına konusu olabilmeleri sebebiyle, acil servislerde ve adli birimlerde yapılan muayenelerinde daha özenli ve dikkatli davranılması gerektiği düşünülmüştür.Öğe Aile sağlığı merkezine başvuran ailelerde beslenme ve fiziksel aktivite durumları ile obezite arasındaki ilişkinin incelenmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Göktaş (Polat), Tuğçe; Küçükceran, HaticeAmaç: Çocukluk çağı obezitesi için risk faktörlerinin belirlenmesi; obezite nedeniyle ortaya çıkacak olan birçok hastalığın önlenmesi ve hayatın erken dönemlerinde alınacak tedbirlerin belirlenmesi için çok önemlidir. Bu çalışmada 6-18 yaş çocuğu olan ailelerin beslenme alışkanlıkları ve fiziksel aktivite düzeyleri ile obezite durumları arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi amaçlandı. Gereç ve yöntem: Kesitsel ve tanımlayıcı tipte planlanan araştırmanın evrenini, birinci basamağa başvuran 6-18 yaş çocuğu olan ebeveynler oluşturdu. Konya ili merkez ilçelerinden (Meram, Selçuklu, Karatay) seçilen toplam altı Aile Sağlığı Merkezi (ASM) belirlendi. Örneklem hacmi n=t2.p.q/d2 formülü kullanılarak hesaplandığında en az 325 kişinin çalışmaya dahil edilmesi planlandı. Katılımcılara yüz yüze uygulanan anket formu iki bölümden oluşmaktaydı. İlk bölümde, katılımcının çocuğa yakınlık derecesi sorulduktan sonra hem annenin hem de babanın demografik bilgileri (yaş, boy, kilo, eğitim durumu, kronik hastalık durumu) sorgulandı. İkinci bölümde ise Aile Beslenme ve Fiziksel Aktivite (ABFA) Ölçeği kullanıldı. Araştırma verileri Statistical Package for the Social Sciences (SPSS) versiyon 20.0 istatistik paket programında değerlendirildi. İstatistiksel anlamlılık p<0,05 kabul edildi. Bulgular: Verileri analiz edilen 338 anketin %85,5’i (n=289) anneler, %14,5’i (n=49) ise babalar tarafından cevaplandı. Katılımcıların ASM’ye birlikte başvurdukları çocuklarının yaş ortalaması 10,34±3,5 (min=6; maks=18) idi ve %53,8’i (n=182) erkekti. Çocukların vücut kitle indeksi (VKİ) persentilleri değerlendirildiğinde %11,2’si (n=38) fazla kilolu, %10,7’si (n=36) obezdi. Annelerin yaş ortalaması 38,23±5,6 (min=24; maks=58) olup %18,9’u (n=64) obez, %33,1’i ( n=84) fazla kilolu idi. Babaların ise yaş ortalaması 41,13±6,1 (min=26; maks=61) olup, %18,6’sı (n=63) obez, %53,6’sı (n=181) fazla kiloluydu. Babaların VKİ ortalaması annelerin VKİ ortalamasına göre daha yüksekti (p=0,036). Ebeveynlerin ABFA ölçeği toplam puanı 59,08±7,33 (min=37,maks=79) idi. Dokuz yaş ve altı çocuğu olanların ABFA ölçeği toplam puanı (60,34±7,29) on yaş ve üzeri çocuğu olanların puanından (57,75±7,16) daha yüksekti (p<0,001). Üniversite mezunu annelerin ABFA ölçeği toplam puanı (60,26±8,13) lise ve altı mezunu annelerin toplam puanından (58,27±6,63) daha yüksekti (p=0,014). Üniversite mezunu babaların ABFA ölçeği toplam puanı da (60,56±7,50) lise ve altı mezunu babaların toplam puanından (57,45±6,81) daha yüksekti (p<0,001). Zayıf-normal kilolu annelerin ABFA ölçeği toplam puanı (60,16±7,26) obez annelerin puanına (57,12±7,24) göre daha yüksekti (p=0,014). Geliri giderinden yüksek olan ailelerin fiziksel aktivite (13,57±2,60) ve hareketsiz davranış kısıtlama/ödüllendirme (11,90±1,97) alt boyutları puanları geliri giderinden düşük olanlardan (11,93±3,41;10,98±2,35) daha yüksekti (p=0,004;p=0,031). Geliri giderinden düşük olan ailelerin ise sağlıksız beslenme alışkanlıkları puanı (12,96±1,45), geliri giderinden yüksek olanlardan (12,23±1,74) daha yüksekti (p=0,01). Çocukların VKİ persentil sınıflamasıyla ABFA ölçeğinin toplam puanı ve alt boyutlarının puanları arasında istatiksel olarak anlamlı fark bulunmadı (p>0,05). Ama ABFA ölçeği toplam puanı ile çocukların VKİ’leri arasında negatif yönde korelasyon bulundu (r=-0,209)(p<0,001). Çocukların VKİ ile anne ve babaların VKİ’leri arasında pozitif yönde korelasyon bulundu (r=0,204;r=0,133)(p<0,001;p=0,014). Sonuç: Bu çalışmada aile beslenme alışkanlıkları ve fiziksel aktivite alışkanlıklarının çocukluk çağı obezitesini etkilediği görüldü. Ebeveynlerin VKİ’nin çocukların VKİ arasında ilişki olduğu bulundu. Ayrıca ebeveynlerin gelir düzeyi ve eğitim seviyesinin çocukluk çağı obezitesini etkilediği görüldü. Ebeveyn davranışları yaşı daha küçük olan çocuklar üzerinde daha etkili olduğu bulundu. Aile çocukların yaşam tarzının şekillenmesinde önemli bir rol oynamaktadır.Öğe Hepatoselüler kanserlerde risk faktörlerinin mortalite ile ilişkisi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Tipi, Sinan Can; Bıyık, MuratAmaç: Hepatoselüler karsinom (HSK), kronik hepatit B (HBV), kronik hepatit C, nonalkolik steatohepatit (NASH) gibi kronik karaciğer hastalığı ile ilişkili durumlardan kaynaklanan önemli bir sağlık problemidir. HSK, meydana gelme sıklığı bakımından dünyada 5.sırada yer bulmaktadır. Çalışmamızda sirotik HSK nedeniyle Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi hastanesinde takip olan hastaların, demografik özellikleri, laboratuvar, görüntüleme ve patoloji sonuçları, ek hastalıkların varlığı ve eşlik eden risk faktörlerinin varlığı değerlendirilerek hastaların bu risk faktörlerine bağlı olarak 6, 12, 24, 36 ve 60 aylık mortalite oranlarının nasıl etkilendiği değerlendirilmiştir. Yöntem: Bu çalışmada 01.01.2018-31.12.2023 yılları arasında takip edilen ‘C22.0 Hepatoselüler karsinom’ İCD tanı kodu verilen tüm hastalar hastane otomasyon sisteminden retrospektif olarak incelendi. Veriler kaydedilirken yaşayıp yaşamadığı, diyabetes mellitus (DM), hipertansiyon (HT) ve koroner arter hastalığı (KAH), hepatik ensefalopati (HES), hepatorenal sendrom (HRS), siroz, asit, spontan bakteriyel peritonit (SBP), portal venöz tromboz (PVT), makrovasküler invazyon (MVI) varlığı, CHILD grubu, BCLC skorlaması ve tedavi alma durumu incelendi ve kaydedildi. Elde edilen bulgular SPSS 22.0 paket programı kullanılarak analiz edilmiştir. Bulgular: Yaptığımız analiz sonucunda hastaların hayatta kalma süreleri ve takip süreleri kayıt altına alınmış ve mortalite hızı açısından incelenmiş ve bu faktörlerden ileri evre BCLC, PVT ve tedavisiz izlem mortaliteye etki eden bağımsız değişkenler olarak bulunmuş ayrıca HRS, HES, PVT, MVI, yüksek CHİLD grubu ve asit ise yine mortalite açısından etkili risk faktörleri olarak saptanmıştır. DM, HT, SBP ve KAH ise mortaliteye etki açsından anlamsız olarak değerlendirilmiştir. Sonuç: Çalışmamızda sirotik HSK’lı hastaların HES, PVT, HRS ve MVI gibi risk faktörleriyle mortalite oranlarında ciddi düzeyde artış görüldüğü gözlemlenmiştir. Risk faktörü olarak asit takip süreci uzadıkça sağ kalımı azaltan bir faktör olarak dikkat çekmiştir. Ayrıca tedavi almanın etkisi incelenmiş ve CHILD, BCLC, MELD gibi kriterlerin sağ kalımı tahmin etme becerisi sınanmış sonuç olarak mortalitede kayda değer bir artış yaptıkları izlenmiştir. Çalışmamızın sonucu olarak mortaliteye doğrudan etki eden bu risk faktörlerine yönelik koruyucu çalışmalar ve tedavi amacı ile yapılan çalışmalardaki gelişmeler hastaların yaşam süresine olumlu katkıda bulunacaktır.Öğe Otizm spektrum bozukluğu tanısı olan çocuklar ile kardeşlerinin periferik dolaşımda NCAM-1, NRXN-1, NLGN-4, CDH2 düzeylerinin değerlendirilmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Selen, Ayşegül Tuğba Hıra; Uzun, NecatiAmaç: Otizm spektrum bozukluğu (OSB), sinaptik fonksiyon ve plastisite ile bağlantılı olduğu ve bu süreçlerde hücre adezyon moleküllerinin (CAM) önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. Bu çalışmada OSB'li bireylerin, kardeşlerinin ve sağlıklı kontrollerin periferik dolaşımındaki NCAM1, NRXN1, NLGN4 ve CDH2 düzeylerinin karşılaştırılması amaçlandı. Ayrıca bu moleküllerin otizm şiddetini, davranış sorunlarını ve kardeşlerdeki otistik özellikleri nasıl etkilediğinin değerlendirilmesi amaçlandı. Yöntem: Hasta grubunu DSM-5 tanı kriterlerine göre OSB tanısı almış 18-72 aylık 41 çocuk ve OSB tanısı almış çocuğun 24-72 aylık 41 sağlıklı kardeşi (Kontrol Grubu 1) dahil edilmiştir. OSB tanısı konulan katılımcılarda OSB semptomlarının şiddeti Çocukluk Otizmi Derecelendirme Ölçeği ve Otizm Davranış Kontrol Listesi kullanılarak değerlendirilmiştir. Kontrol Grubu 2’ye 18-72 aylık 41 çocuk dahil edilmiştir. Ebeveynler OSB tanısı konulan bireylerin kardeşi için Otizm Spektrum Tarama Ölçeği doldurulmuştur. Periferik kanda ELISA ile serum NCAM1, NRXN1, NLGN4 ve CDH2 düzeyleri belirlenmiştir. Bulgular: Çalışmamızda NCAM1, NRXN1, NLGN4 ve CDH2 düzeyleri açısından araştırma grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark tespit edilmedi. OSB grubunda NCAM1 ve NRXN1 düzeyleri arasında istatiksel açıdan anlamlı pozitif yönde korelasyon saptandı. Sonuç: Bu çalışmada, NCAM1, NRXN1, NLGN4 ve CDH2'nin serum seviyeleri ile araştırma grupları arasında farklılık bulmamakla birlikte bu moleküllerin OSB etiyolojisindeki potansiyel rolünü araştıracak yeni biyokimyasal ve genetik araştırmalara ihtiyaç olduğunu düşünmekteyiz.Öğe Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Anabilim Dalı çalışanları arasında mesleki radyasyonun tiroid nodül prevalansına etkisi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Yalınkılıç, Osman; Karaköse, SerdarAmaç: Çalışmamızın amacı hastanemiz radyoloji çalışanlarında, mesleki radyasyonun tiroid nodül prevalansına etkisinin olup olmadığını ortaya koymaktır. Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda 1986 ile 2024 Ocak tarihleri arasında; yıllık rutin kontrolleri yapılan hastanemiz Radyoloji Anabilim Dalı’nda çalışan toplamda 110 personel, mesleki radyasyona maruz kalanlar ve kalmayanlar şeklinde, çalışma ve kontrol grubu şeklinde ayrılarak ultrason birimimiz tarafından yapılan muayene raporları HBYS sistemi üzerinden retrospektif olarak taranmıştır. Raporlarda nodül varlığı, nodüllerin ultrason özelliklerine göre TIRADS skorlamaları ve gland parankim özellikleri ele alındı. Elde edilen veriler; çalışanların maruziyet süreleri, yaşları ve cinsiyet özellikleri ile ilişkilendirilmeye çalışıldı. Bulgular: Çalışma grubunun ortalama yaş 36,75±8,28; kontrol grubunun ortalama yaşı 36,56±9,08 idi. Nodül saptanma oranı yaşla beraber artmasına rağmen istatistiksel olarak değerlendirme yapıldığında anlamlı farklılık göstermemektedir(p>0,05) fakat yaş ile nodül varlığı arasında pozitif ancak zayıf korelasyon saptanmıştır(p: 0,037 ; r: 0,234). Ayrıca yaş ile TIRADS risk klasifikasyonu arasında da pozitif zayıf korelasyon saptanmıştır(p: 0,044 ; r: 0,226). Nodül varlığı çalışma grubu olgularında daha yüksek oranda görülmesine rağmen istatistiksel olarak gruplar arasında anlamlı farklılık bulunmamıştır (p>0.05). Maruziyet süresi 10 yılın altındaki 43 hastanın 17’sinde nodül saptanmıştır. Maruziyet süresi 10 yılın üzerindeki 37 hastanın 15’inde nodül saptanmıştır. Nodül saptanma oranı 10 yılın altında %39,5 iken, 10 yılın üzerinde %40,5 olarak saptanmıştır. Minimal bir artış olmakla beraber istatistiksel olarak anlamlı farklılık izlenmemiştir(p>0,05) ancak maruziyet süresi ile TIRADS risk klasifikasyonu arasında pozitif zayıf korelasyon saptanmıştır(p:0,034 ; r: 0,237). Tiroiditli hastaların gruplara göre dağılımında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmamıştır(p>0,05). Ayrıca çalışma grubundaki tiroiditli olgular radyasyon maruziyet sürelerine göre sınıflandırıldığında da istatistiksel olarak anlamlı farklılık izlenmemiştir(p>0,05). Sonuç: Hastanemiz radyoloji anabilim dalı çalışanlarında uzun süreli düşük doz mesleki radyasyon maruziyeti, daha önce başka merkezlerde yapılmış bazı çalışmalarla da korele olarak tiroid nodül prevalansını arttırmamaktadır.