Dahili Tıp Bilimleri Bölümü Tez Koleksiyonu
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Güncel Gönderiler
Öğe Kolorektal kanser tanılı hastalarda serum D vitamini düzeylerinin sağkalım sonuçlarına etkisinin değerlendirilmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Uyar, Berfin; Artaç, MehmetAmaç: Kolorektal kanser görülme sıklığı açısından üçüncü, mortalite açısından ikinci sırada kanser olup prognozu ve sağkalımı iyileştirmeye yönelik birçok çalışma yapılmaktadır. D vitamini ile birçok kanserin ilişkili olduğu bilinmekle beraber kolorektal kanser için düşük D vitamini düzeyi risk faktörü olarak kabul edilmektedir. Yeni çalışmalarda tedavi sürecinde de önemli etkileri olduğu kabul edilmiş ve cerrahi tedavi veya kemoterapi tedavisi sonrası plazma seviyesinin yüksek olması daha iyi sağkalım ile ilişkili bulunmuştur. Bu çalışmada kolorektal kanser tanısı almış hastalarda D vitamini düzeyinin ve D vitamini replasmanının sağkalıma etkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Materyal ve Metot: Çalışmamıza Ocak 2012- Aralık 2021 tarihleri arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Tıbbi Onkoloji Kliniği’nde kolorektal kanser tanısı ile takipli ve serum D vitamin düzeyi bakılmış 243 hasta dahil edildi. Bu hastaların verileri retrospektif olarak dosya kayıtlarından ve hastane otomasyon sisteminden elde edildi. Hastaların demografik, klinik ve patolojik özellikleri, almış olduğu tedaviler, tanı aldığı dönemdeki D vitamini düzeyi, D vitamini replasmanı yapılıp yapılmadığı kaydedilip sağkalım ile ilişkisi analiz edildi. Bulgular: Kolorektal kanser ile takipli D Vitamini düzeyi bakılmış hastalarda D vitaminin kolorektal kanserde sağkalıma etkisinin değerlendirildiği çalışmamızda hastaların tanı esnasında 243 hastanın 190’ında (%78,2) D vitamini düzeyi düşük, 53’ünde (%31,2) normaldi. Bakılan 239 hastanın 91’i (%38,1) D vitamini replasmanı aldı, 148’i (%61,9) almadı. Tanı esnasındaki D vitamini düzeyinin genel sağkalıma anlamlı bir istatistiksel etkisi bulunmamıştır fakat ortalama sağkalım süresi D vitamini düzeyi yüksek olanlarda daha uzun görüldü (p=0,110). D Vitamini replasmanının genel sağkalıma etkisi istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p=0,001). D vitamini replasmanı alan hastalar metastatik olan ve olmayanlarda sağkalım sonuçları değerlendirildi. Metastatik olmayan evre 1 ve 2 hastalar grup 1, metastatik evre 3 hastalar grup 2, evre 4 hastalar grup 3 şeklinde ayrı değerlendirildi. D vitamini replasmanı alan 91 hastadan 46’sı (%50,5) grup 1, 27’si (%29,7) grup 2, 18’i (%19,8) grup 3’tü. Grup 1 hastalarda medyan sağkalım süresi ortalaması 112,2 ay (CI: 94,5-130,0) ay, grup 2 hastalarda medyan sağkalım süresi ortalaması 86,5 (CI: 70,5-102,4) ay, grup 3 hastalarda medyan sağkalım süresi ortalaması 51,4 (CI: 39,6-63,3) ay bulundu. D Vitamini replasmanın sağkalım üzerine metastatik olmayan hastalarda daha etkili olmak üzere tüm evrelerde etkili olduğu ancak evre 4 hasta grubunda tümör evresinin sağkalım üzerine etkisinin güçlü olduğu görüldü (P=0,001). Sonuç: Kolorektal kanserli hastalarda adjuvan kemoterapiye ek olarak D Vitamini replasmanı yapılmasının genel sağkalıma uzattığı gösterilmiştir. Bu sonuçlarla adjuvan kemoradyoterapiyle beraber hastalara D Vitamini replasmanı yapılması kolorektal kanserde tedavinin bir parçası olarak gelecekte değerlendirilebilir.Öğe Reperfüzyon tedavisi uygulanan ve uygulanmayan iskemik inmeli hastalarda kan glukoz düzeyinin prognoza etkisi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Erduhan, Veli; Koçak, SedatAmaç: Bu çalışmanın amacı, akut iskemik inme olgularında reperfüzyon tedavisi uygulanan ve uygulanmayan hastalarda stres hipergliseminin (SH) prognoz üzerindeki etkisini belirlemektir. Gereç ve yöntem: Çalışmaya son 24 saat içinde inme semptomları ile başvuran ve kranial BT ve difüzyon MR görüntülemede akut iskemik inme tanısı alan 18 yaşından büyük 1023 hasta retrospektif olarak dahil edildi. Hasta kayıtlarından demografik bilgiler, başvuru semptomları, Glasgow Koma Skalası (GKS) skoru, başvuru kan glukoz düzeyi, HbA1c düzeyi belirlendi. Stres Hiperglisemi Oranı (SHO) hesaplandı. Reperfüzyon tedavisi, tedaviden 24 saat sonra iyileşme yanıtı, intrakranial kanama varlığı ve hastane sonuçları analizlere dahil edildi. Elde edilen verilerin hastane sonlanımı üzerine etkisi istatistiksel olarak analiz edildi. Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 68,8 ± 13,7 yıl (18-100 yıl) idi. Hastaların %46'sı kadındı. Olguların %88,8'ine komorbid hastalıklar eşlik etmekteydi. Hastaların %15'ine reperfüzyon tedavisi uygulanmıştı. Reperfüzyon uygulanan hastaların %17'sinde intrakranial kanama görülürken, intrakranial kanamaların %80,8'i medikal olarak tedavi edilmişti. Univaryant analizlerde, ölen hastalarda başvuru glukoz (p=0.001) ve SHO (p<0.001) düzeylerinin daha yüksek olduğu izlendi. ROC analizleri, başvuru glukoz düzeyi (AUC=0,603) ve SHO'nun (AUC=0,635) mortalitede belirleyici olduğunu gösterdi. SHO hem diyabeti olanlarda (AUC=0,647) hem de olmayanlarda (AUC=0,619) mortalite için belirleyici idi. Analizlere yalnızca reperfüzyon tedavisi alanlar dahil edildiğinde, SHO ve başvuru glukoz düzeyinin mortalite veya intrakranial kanama için belirleyici olmadığı izlendi (p>0,05). Multivaryant analizlerde, SHO (OR=2,64), koroner arter hastalığı (OR=2,15), tek taraflı güç kaybı (OR=2,00), kadın cinsiyet (OR=1,78) ve yaşın (OR=1,02) mortalite riskini arttırdığı, GKS skorunun ise mortalite ile ters orantılı olduğu görüldü (OR=0,63). Sonuç: Başvuru glukoz düzeyi ve SHO, akut iskemik inme hastalarında mortalitenin önemli belirleyicileridir. Başvuru glukoz düzeyinin aksine, SHO diyabet varlığından etkilenmemektedir. Bununla birlikte, SHO ve başvuru glukoz düzeyi reperfüzyon tedavilerinin sonucunu öngörmede tek başına kullanılması yararlı olmayabilir.Öğe Spinal musküler atrofi hastalarında telomer uzunluğunun değerlendirilmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Altındaş, Betül OkurAmaç: Spinal musküler atrofi (SMA) otozomal resesif geçişli, alfa motor nöronlarının dejenerasyonuna bağlı olarak gelişen, ilerleyici kas zayıflığı ve atrofi ile karakterize bir hastalıktır. Hastalık, SMN proteinini kodlayan SMN1 geninin biallelik fonksiyon kaybı sonucu oluşur. SMN proteini, telomeraz holoenziminin birleştirildiği Cajal cisimciklerinde lokalize olur ve protein etkileşimlerini değiştirerek telomeraz biyogenezinde önemli bir rol oynar. Bu nedenle çalışmamızda, SMA hastalarında telomer uzunluğu sağlıklı kontrollerle karşılaştırılarak değerlendirilmiştir. Ayrıca literatürde ilk kez gen replasman tedavisinin (onasemnogene abeparvovec) telomerler üzerindeki olası etkileri araştırılmıştır. Yöntem: Periferik kan lenfositlerinde rölatif telomer uzunluğu, SensiFAST SYBR Master Mix-No ROX Real-Time PZR Kiti (Meridian Bioscience Inc.; Cincinnati, Ohio, ABD) kullanılarak ölçülmüştür. Çalışmaya, 58’i SMA hastası ve 58’i yaş ve cinsiyet açısından eşleştirilmiş sağlıklı bireylerden oluşan toplam 116 kişi dahil edilmiştir. SMA grubundaki 58 hastanın 19'u gen tedavisi almıştır. Bulgular: Gen tedavisi almayan SMA hastalarında telomer uzunluğu, sağlıklı kontrollerinkinden daha kısa bulunmuştur (p=0,029). Gen tedavisi alan grupta ise hasta ve kontroller arasında anlamlı bir fark saptanmamıştır (p=0,108). Ayrıca gen replasman tedavisi almış ve almamış hastaların telomerleri birbiriyle karşılaştırıldığında arada anlamlı farklılık izlenmiştir (p=0,012). Sonuç: Spinal Musküler Atrofi, çocukluk çağının en sık görülen nöromüsküler hastalıklarından biridir. Bu çalışmada SMA hastalarında telomerlerin kısaldığı ve gen tedavisinin telomer kısalmasını önleyebildiği gözlemlenmiştir. Telomer kısalmasının SMA patogenezine nasıl katkıda bulunduğu henüz açıklığa kavuşmamış olmakla birlikte, SMN protein eksikliğinin telomeraz biyogenezini bozması, olası mekanizmalardan biridir. Telomer kısalması, SMA'da hastalığın şiddetini artıran bir faktör olabileceği gibi, aynı zamanda potansiyel bir tedavi hedefi de olabilir. Bu mekanizmanın daha ayrıntılı olarak aydınlatılması, bu klinik tabloya yönelik yeni araştırmalara ve tedavi stratejilerine zemin hazırlayabilir.Öğe Prematüre retinopatisinde serum Dickkopf-1 protein düzeyi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Çetin, Hasan; Emiroğlu, NuriyeAmaç: Prematüre retinopatisi (ROP), prematüre bebeklerde retinanın normal vaskülarizasyon sürecinin bozulması sonucu gelişen, kalıcı görme kaybına yol açabilen ciddi bir komplikasyondur. Bu çalışmanın amacı, ROP tanısı almış prematüre bebeklerde serum Dickkopf-1 (DKK-1) protein düzeylerini belirleyerek, bu düzeylerin Wnt/β-katenin sinyal yolağıyla ilişkisini incelemek ve DKK-1’in ROP tanısında potansiyel bir biyobelirteç olarak kullanılabilirliğini ortaya koymaktır. Yöntem: Çalışma, yenidoğan yoğun bakım ünitesinde takip edilen üç grup prematüre bebek üzerinde gerçekleştirilmiştir. Tedavi gerektiren ROP tanısı almış bebekler, ROP tanısı almış ancak tedavi gerektirmeyen bebekler ve ROP tanısı almayan kontrol grubu. Toplamda 63 prematüre bebekten (24 tedavi gerektiren, 16 tedavi gerektirmeyen ve 23 kontrol) elde edilen serum örnekleri, ELISA yöntemi kullanılarak DKK-1 protein düzeylerinin tayini amacıyla analiz edilmiştir. Elde edilen veriler, grup karşılaştırmaları, ROC analizi ile cut-off değerlerinin belirlenmesi, duyarlılık, özgüllük ve pozitif/negatif prediktif değer hesaplamaları gibi istatistiksel yöntemlerle değerlendirilmiştir. Bulgular: Analizler, toplam 63 prematüre bebek üzerinde yapılan çalışmada, ROP tanısı almış bebeklerin serum DKK-1 düzeylerinin, ROP tanısı almayan kontrol grubuna göre anlamlı derecede düşük olduğunu ortaya koymuştur. Özellikle, tedavi gerektiren ROP vakalarında DKK-1 düzeylerindeki düşüklük daha belirgin olup, ROC analizi kapsamında elde edilen cut-off değerleri yüksek duyarlılık ve özgüllük oranları ile desteklenmiştir. Bu bulgular, DKK-1 düzeylerinin ROP gelişiminde önemli bir rol oynayabileceğine dair ipuçları vermektedir. Sonuç: Elde edilen sonuçlar, ROP tanısı alan hastalarda serum DKK-1 düzeylerinin kontrol grubuna göre düşük bulunduğunu göstermektedir. Bu durum, DKK-1’in Wnt/β- katenin sinyal yolağının düzenlenmesinde etkili olabileceğini ve ROP patogenezinde etkili olabileceğini düşündürmektedir; ancak, DKK-1’in tek başına tanısal bir biyobelirteç olarak kullanılması sınırlı kalmakta; klinik ve diğer biyokimyasal parametrelerle birlikte değerlendirilmesi önerilmektedir. Gelecekte yapılacak geniş ölçekli ve çok merkezli çalışmalar, DKK-1’in ROP tanısındaki rolünü daha net ortaya koyacaktırÖğe KONYA İLİ MERAM İLÇESİNDE YAŞAYAN 65 YAŞ VE ÜZERİ BİREYLERDE SARKOPENİ TARAMASI VE İLİŞKİLİ FAKTÖRLERİN BELİRLENMESİ(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Kasapoğlu, Saniye Bilge; Uyar, MehmetAmaç: Bu çalışmada Konya ili Meram ilçesinde yaşayan yaşlılarda sarkopeni sıklığını ve sarkopeni düzeyi ile ilişkili faktörleri belirlemek amaçlanmıştır. Yöntem: Konya ili Meram ilçesinde yer alan Aile Sağlığı Merkezlerine başvuran 65 yaş üstü 220 katılımcı ile gerçekleştirilen bu çalışma kesitsel tipte tasarlanmıştır. Araştırma 1 Temmuz 2024-15 Eylül 2024 tarihleri arasında yürütülmüştür. Katılımcılara uygulanan anket formunda sosyodemografik özelliklerinin ve sarkopeni ile ilişkili olabilecek faktörlerin sorgulandığı sorular ile sarkopeninin taranması için kullanılan SARC-F ölçeği yer almıştır. Ayrıca katılımcıların 5 kez sandalyeden kalkma süreleri, yürüme hızları, kol ve baldır çevreleri ile ağırlık ve boy ölçümleri yapılmıştır. Bulgular: Katılımcıların sarkopeni sıklıkları; SARC-F anketine göre %30,0, sandalyeden kalkma testine göre %45,0, yürüme hızına göre %35,5, kol çevresi ölçümüne göre %4,1, baldır çevresi ölçümüne göre %30,9 bulunmuştur. Katılımcıların %38,2’sinde obezite tespit edilmiştir. Kadınlarda, ileri yaşlarda, evli olmayanlarda, eğitim durumu düşük olanlarda, ev hanımlarında, günümüzde aktif olarak bir işte çalışmayanlarda, sigara içmeyenlerde, obez olanlarda, kronik hastalığı olanlarda, düzenli egzersiz yapmayanlarda, kendi başına günlük işlerini yapamayanlarda, hobisi olmayanlarda, tükettiği kırmızı et, beyaz et ve taze meyve/sebze miktarı düşük olanlarda sarkopeni düzeyi daha yüksek bulunmuştur. Sonuç: Katılımcıların önemli bir kısmında sarkopeni tespit edilmiştir. Sarkopeni düzeyinin çeşitli sosyodemografik özelliklerden, fiziksel aktiviteden ve yetersiz beslenmeden etkilenebileceği tespit edilmiştir. Sarkopeniden korunmak ve ilerlemesinin önüne geçmek için gereken önlemlerin alınmasının ve erken dönemde tespit edilmesinin gerekli olduğu düşünülmektedir.Öğe Lokalize prostat kanserli hastalarda hormonoterapinin etkileri(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Kocacık, Ersin; Aktan, MeryemKonu: Lokalize prostat kanserli hastalarda hormonoterapinin etkileridir. Amaç: Lokalize prostat kanserli hastalarda hormonoterapinin risk sınıflamalarına göre tedavi etkilerini değerlendirmeyi, radyoterapi öncesi başlanması ve radyoterapi ile eş zamanlı uygulandığında hastalar üzerindeki sağ kalım başarısı, biyokimyasal nüks ile ilişkisini ortaya koymaktır. Yöntem: Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyasyon Onkolojisi Anabilim dalında 28/03/2011-26/12/2022 tarihleri arasında takip edilen prostat kanseri tanısı alan ve radyoterapi ile hormonoterapi tedavileri uygulanan 333 hastanın arşiv dosyalarından geriye dönük olarak incelendi. Veriler IBM SPSS V-20 programı ile analiz edildi. Tanımlayıcı istatistikler sayı, yüzde ve oran şeklinde verildi. Kategorik değişkenlerin gruplar arasındaki karşılaştırması için Ki-kare testi ve Fisher’ın kesin ki-kare testi kullanıldı. Mann Whitney U, Kaplan-Meier ve ROC (Receiver Operating Characteristics) analizleri uygulandı. Sonuçlar %95 lik güven aralığında, anlamlılık p<0, 05 düzeyinde değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya 333 hasta dahil edildi. Hastaların %57, 4’ ü (191) T2, %22. 5’i (75) T3, %2. 1’i (7) T4 olarak evrelendirilmiştir. Hastaların %28.5 i (89) orta risk,%61 i(193)yüksek riskli hastalar, %5,7 si(18) çok yüksek riskli hastalar ve %4.8 i(15) düşük riskli olarak gruplandırılmıştır. Hastaların laboratuvar parametrelerinin dağılımına göre ilk başvuruda bakılan PSA düzeyi ortalama 14, 980 ng/ml iken son takipte bakılan PSA düzeyi 0, 014 ng/ ml olarak belirlenmiştir. Orta ve yüksek riskli hastalarda hormonoterapinin radyoterapi ile eş zamanlı kullanıldığında genel sağ kalımı artırdığı, radyoterapi öncesi hormonoterapi başlanan kolda ise biyokimyasal nüks oranlarının daha az görüldüğü saptanmıştır. Hastalıksız sağ kalım açısından ise her iki risk grubunda kollar arası anlamlı fark gözlenmemiştir. Sonuç: Lokalize prostat kanserli hastalarda hormonoterapinin kullanımının risk gruplarında genel sağ kalıma katkı sağladığı ve biyokimyasal nüks gelişimin önemli ölçüde azalttığı tespit edilmiştir.Öğe Multisistemik ınflamatuar sendrom tanılı çocuklarda kardiyak fonksiyonların ve kalp iletim sisteminin değerlendirilmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Engin, Ayşe Sümeyra; Oflaz, Mehmet BurhanÇocuklarda multisistemik inflamatuar sendrom (MIS-C), kardiyovasküler sistem dahil birçok sistemin etkilendiği hiperiflamatuar bir hastalıktır. Hastalığın sistemleri etkileme düzeyleri değişken olup uzun vadeli etkilerinin bilinmemesi hastalığın yönetiminde zorluklara yol açabilir. Bu çalışmada etkilenen bireylerin tanı anı ve kontroldeki kardiyak fonksiyonların ve kalp iletim sisteminin incelenmesi amaçlandı. Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları bölümüne 21/09/2020 -10/10/2023 tarihleri arasında başvuran ve MIS-C tanısı alan 58 hasta ile MIS-C veya Yeni koronavirüs hastalığı (COVID-19) ilişkili şikayeti olmayan fakat herhangi bir kardiyak semptomla Çocuk Kardiyoloji polikliniğine başvuran, kardiyovasküler hastalık tespit edilmeyen 62 hasta kontrol grubu olarak çalışmaya dâhil edildi. MIS-C tanısı alan hasta grubuna tanı aldıkları esnada ve tanı aldıktan ortalama 6 ay sonra elektrokardiyografi (EKG), ekokardiyografi (EKO) ve 24 saatlik ritim Holter değerlendirmesi yapıldı. Çalışmamıza dahil edilen hasta grubunun (n=58) yaş ortalaması 10,53 yıl olup %46,6'sı kız, %54,3'ü erkekti. Kontrol grubunun (n=62) yaş ortalaması 10,25 yıl olarak tespit edilmiş olup %50,0'ı kız, %50,0'ı erkekti ve her iki grup özellikleri istatistiksel olarak benzerdi. Hastaların %29,3'ü hafif, %48,3'ü orta, %22,4'ü ağır kliniğe sahipti. Hastaların tümüne intravenöz immunoglobulin tedavisi, %96.5 ine steroid tedavisi, %94,8'ine asetil salisilik asit, %22,4'üne inotrop destek tedavisi, %69,0'ına düşük molekül ağırlıklı heparin (DMAH), %37,9'una anakinra, %1,7'sine tocilizumab tedavisi verildiği belirlendi. Hastaların %6,9'unun entübe olduğu, %6,9'una mekanik ventilasyon ihtiyacı, %10,3'ünde non-invaziv mekanik ventilasyon ihtiyacı olduğu belirlendi. Hastaların %34,5'inde oksijen ihtiyacı vardı. Hastaların %13,8'inde yoğum bakım ünitesi yatışı vardı. Hastaların toplam yatış süresi ortancası 9, yoğum bakım ünitesi yatışı ortancası 2,5, servis yatış süresi ortancası 9 gündü. ii Hastaların akut dönemde EKG'deki hız değeri ortancası 101,5/dk, kontrol döneminde ise 82/dk idi. Akut dönemdeki hız değeri ve PR mesafesi kontrol dönemindeki hız ve PR mesafesi ile karşılaştırıldığında anlamlı yüksekti. Hastaların EKO'larında akut dönemde ejeksin fraksiyon (EF), fraksiyonel kısalma (FS) değerleri kontrol dönemlerinden anlamlı düşük, sistol sonu sol ventrikül internal çapı (LVIDs) değeri anlamlı yüksekti. Hastaların Holter parametrelerinin akut ve kontrol dönemindeki değerlerinin benzer olduğu saptandı. Hastaların EKG'sinde akut dönemdeki hız, PR mesafasi, maximum P süresi (Pmax), minimum P süresi (Pmin) ve minimum düzeltilmiş QT süresi (QTc min) değerleri kontrol grubuna göre anlamlı yüksek, düzeltilmiş QT dispersiyonu (QTcd) ve QRS süreleri anlamlı düşüktü. Hastaların akut dönemdeki pulmoner velosite değeri dağılım aralığı kontrol grubundan daha dardı. Hastaların kontrol dönemdeki EF değeri kontrol grubundakilerden anlamlı yüksekti. Hastaların akut dönemdeki ortalama kalp hızı kontrol grubundan anlamlı düşük, ardışık normal RR sürelerinin aralarındaki farkların karelerinin ortalamasının karekökü(rMSSD24), ardışık normal RR surelerinden izleyen sürenin 50 ms'den büyük olduğu döngülerin 24 saatteki normal döngülere yüzdesi (pNN50), Spectral Power 24 indeks, uyanıklık uyanıklık tüm normal RR intervallerinin standart deviasyonu(SDNN), uyanıklık rMSSD, uyanıklık pNN50, uyanıklık yüksek frekans (HF) değerlerinin kontrol grubundan anlamlı ve daha yüksek olduğu saptandı. Hastaların kontrol dönemdeki Ortalama kalp hızı, Maqtholter değeri kontrol grubundan anlamlı düşük, Spectral Power 24 indeks, uyku çok düşük frekans (VLF), uyku HF değerlerinin kontrol grubundan anlamlı ve daha yüksek olduğu saptandı. Başvuru anında EF %60'ın altında bulunan hastaların Holter analizindeki parametreleri değerlendirildiği analizde bu hastaların erken dönemde ortalama ve maksimum kalp hızlarının daha düşük olduğu tespit edildi. Hastaların laboratuvar bulguları ve akut dönem EKO bulgularının ilişkisi incelendiğinde B-tipi natriüretik peptit (BNP) ile EF, FS arasında negatif, sistemik pulmoer arter basıncı (SPAB) arasında pozitif yönlü düşük düzeyde ilişki vardı. Toplam yatış süresi ile SPAB arasında pozitif düşük düzeyde ilişki vardı. Sonuç olarak MIS-C'nin kardiyak tutulumunun erken dönemde kontrol grubu ile karşılaştırıldığında kardiyak fonksiyonlar ve ileti sistemi değişikliklerine sebep olduğu; bununla birlikte hastaların erken ve uzun dönem takiplerinde bu değişikliklerin çoğunlukla düzeldiği tespit edilmiştir. Anahtar Kelimeler: çocuklarda multisistemik inflamatuar sendrom, kalp iletim sistemi, kalp fonksiyonlarıÖğe CD20 eksikliği ve taşıyıcılık oranı: Bir köy taraması(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Sümen, Ebru; Reisli, İsmailCD20 eksikliği, tekrarlayan solunum yolu enfeksiyonlarının ön planda olduğu, otozomal çekinik geçen bir primer immün yetmezlik (PİY) hastalığıdır. Literatürde tanımlanmış tek CD20 eksikliği olgusu halen kliniğimizde subkutan immünoglobulin tedavisi ile izlenmektedir. Hastamızın ebeveynleri taşıyıcı ve akraba olmaları nedeniyle ikamet ettiği Karaman ili, Merkez ilçesi Çukurbağ köyünde bir köy taraması yapılması planlandı. Gerekli hazırlıklar ve araştırma izinleri tamamlandıktan sonra köyde yaşayan bireylere PİY hastalıkları için uyarıcı işaretlere yönelik 18 sorudan oluşan bir anket doldurularak toplam 145 bireyden kan örnekleri alındı. Köy taramasına katılan bireylerin %46,9'u kadın, %53,1'i erkekti. Katılımcıların %30,3'ü çocuk, %69,7'si ise yetişkindi. Çocuk grubunun yaş ortalaması 9,6±3,8 yıl, yetişkin grubunun ise 47,6±17,7 yıldı. Hasta bireyin akrabaları taramaya katılanların %39,3'ünü, akraba olmayanlar ise %60,7'sini oluşturmuştur. Taramaya katılan çocukların PİY ile ilişkili puanları yetişkinlerden anlamlı derecede yüksek bulundu (p<0,05). Alınan kan örnekleri akan hücre ölçer ile analiz edildi. Köy taramasında hasta birey tespit edilmezken, %9,65 oranında (14 kişi) taşıyıcı birey saptandı ve bu bireylerin tamamı hasta bireyle akrabalık bağı taşımaktadır. Akan hücre ölçer cihazıyla CD19 ve CD20 yüzey belirteçlerinin oran ve MFI (mean fluorescence intensity) değerleri analiz edildiğinde, 14 taşıyıcı bireyin CD19 ve CD20 oranlarının sağlıklı bireylerle benzer olmasına karşın, CD20 MFI değerlerinin sağlıklı bireylerin değerlerinin %50'si seviyesinde olduğu belirlendi. MFI değerlerindeki bu düşüklüğün taşıyıcılığı belirlemede anlamlı bir gösterge olduğu istatistiksel olarak saptandı. Bu bulgular, CD20 molekül eksikliği taşıyıcılığının tespitinde CD20 oranlarının değil, CD20 MFI değerlerinin kullanılmasının tanısal süreçte kolay, uygulanabilir ve ucuz bir yaklaşım olacağı kanaatine varılmıştır. Tarama sonrası taşıyıcı bireylerin genetik testleri yapılarak ailelere genetik danışım verilmesi mümkün olacaktır. Anahtar kelimeler: CD20 molekül eksikliği, köy taraması, immün yetmezlik, akan hücre ölçerÖğe Multiple skleroz'da uyku bozuklukları ve klinik özellikleri ile ilişkisi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2015) Karaaslan, Aysun Özşahin; Demir, OrhanGiriş ve Amaç: Multiple Skleroz (MS), merkezi sinir sisteminde (MSS) demiyelinizasyon ve aksonal kayıba neden olan, daha çok genç erişkinleri etkileyen ataklar halinde seyreden kronik bir hastalıktır. Uyku bozuklukları MS'li hastalarda en yaygın görülen yakınmalardan biridir. Bu çalışma MS hastalarında uyku bozuklukları varlığı ve özelliklerinin saptanması ve bunların klinik özelliklerle ilişkilerinin araştırılması amacıyla planlandı. Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza, nöroloji polikliniğinde MS tanısıyla takip edilen 100 gönüllü hasta dahil edildi. Tüm hastalara Pittsburgh Uyku Kalitesi İndeksi (PUKI), Epworth Uykululuk Skalası (EUS), Beck Depresyon Envanteri (BDI), Genişletilmiş Özürlülük Durum Skalası (EDSS) ve Vizüel Analog Skala (VAS) uygulandı. Tüm hastaların nöroloji kliniğine başvuruları sırasında yapılan beyin ve servikal manyetik rezonans görüntüleme (MRG), Vizüel Uyarılmış Potansiyel (VEP), Somatosensoriel Uyarılmış Potansiyel (SEP) tetkikleri gözden geçirildi. Bulgular: Toplam 100 hastanın 73'ü kadın, 27'si erkek idi. EUS'a göre tüm hastaların % 11'inde gündüz uykululuğu saptandı. Gündüz uykululuğu erkek hasta grubunda %14,8(n:4), kadın hasta grubunda %9,6(n:7) oranında idi. PUKI'ye göre tüm hastaların % 56'sında kötü uyku kalitesi saptandı. Kötü uyku kalitesi erkek hasta grubunda %51,9(n:14), kadın hasta grubunda %57,5(n:42) oranında idi. BDI'ya göre erkek hasta grubunda %29,6(n:8), kadın hasta grubunda %27,4(n:20) oranında depresyon saptandı. VAS'a göre erkek hastaların %63(n:17)'ünün, kadın hastaların %82,2(n:60)'sinin ağrı şikayeti vardı. Ashworth değerlendirmesine göre erkek hastaların %26,2(n:6)'sinde, kadın hastaların %15,1(11) 'inde spastisite saptandı. İdrar inkontinansı erkek hasta grubunda %22,2(n:6), kadın hasta grubunda %35,6(n:26) oranında saptandı. PUKİ'ye göre uyku kalitesi iyi olanlarda, EUS'a göre gündüz uykululuğu daha düşük(p:0,01) bulundu. EUS'a göre gündüz uykululuğu olanlarda depresyon oranı yüksek(p<0,001) bulunmuşken, PUKI ile BDI skorları arasında anlamlı ilişki bulunmadı(p>0,05). Yine gündüz uykululuğu olanlarda VAS skoru anlamlı derecede yüksek(p:0,001) iken PUKI ile VAS skoru arasında anlamlı ilişki bulunmadı(p>0,52). EUS'a göre gündüz uykululuğu olanlarda Ashworth değeri anlamlı derecede yüksek(p:0,05) iken, uyku kalitesi kötü olanların Ashworth değeri daha yüksek(p:0,003) saptandı. Uyku kalitesi iyi olanlarda idrar inkontinansı daha az(p:0,002) bulunmuşken, gündüz uykululuğu ile idrar inkontinansı arasında ise istatiksel anlamlı ilişki saptanmadı(p>0,05). Sonuç: Çalışmamızda MS hastalarında gündüz uykululuğu ile depresyon, ağrı, spastisite varlığı arasında ilişki bulundu ancak idrar inkontinansı ile arasında ilişki bulunmadı. Uyku kalitesi ile spastisite ve idrar inkontinansı arasında ilişki bulundu ancak depresyon ve VAS skoru ile arasında ilişki bulunmadı. MS hastalarında gündüz uykululuğu ve uyku kalitesinin her ikisine birden etkili olan tek değişken spastisite idi.Öğe Acil serviste noninvaziv mekanik ventilasyon (NIMV) başlanan hastalarda ultrasonografi ile ölçülen diyafram fonksiyonunun prognozu belirlemedeki rolü(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Öpöz, Işıl Sönmezışık; Girişgin, Abdullah SadıkGiriş: Acil servise başvuran solunum yetmezliği olan hastalarda medikal tedaviye ek olarak başlangıç tedavisinde noninvaziv mekanik ventilatör (NIMV) tercih edilmektedir. Ayrıca sepsis, inme, travma ve intoksikasyon gibi klinik durumlarda da NIMV kullanılmaktadır. Ultrasonografi, uzun yıllardır acil tıp asistan doktor eğitiminde bulunmakta ve acil servislerde kullanımı için kılavuzlar geliştirilmiştir. Acil ultrasonografi; resüsitasyon amaçlı, tanısal araştırma, girişimsel işlemlerde kılavuzluk ve hasta izlemi kapsamında kullanılmaktadır. Diyafram ultrasonografisi (DUS) ile hasta başında ve noninvaziv olarak kolayca diyafram kas yapısı incelenebilir ve diyafram kalınlık fraksiyonu ölçümleri hesaplanabilir. Bu yöntemle diyafram disfonksiyonu, hasta-mekanik ventilatör uyumu, ekstübasyon başarısı değerlendirilebilir. Acil serviste NIMV uygulanan hastalarda diyafram disfonksiyonun araştırıldığı ve mekanik ventilatör ile hasta arasındaki ilişkinin yorumlandığı yeterli çalışma bulunmamaktadır. Bu nedenle çalışmadaki amacımız acil serviste DUS ile ölçümü yapılan diyafram disfonksiyonunun NIMV tedavisi üzerindeki etkinliğini değerlendirmektir. Gereç ve yöntem: Çalışmamız 06/05/2024 ile 28/02/2025 tarihleri arasında, Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi erişkin acil servisinde yapıldı. NIMV uygulanan ve çalışmanın dahil etme kriterlerine uyan hastalar değerlendirildi. İleriye dönük, gözlemsel bir çalışmadır. Hastalara ait yaş, cinsiyet, komorbid hastalıkları, ev tipi solunum destek cihazları, başvuru anındaki vital değerleri, arter kan gazı parametreleri, kan tetkik değerleri, görüntüleme sonuçları ve mevcut klinik bulguları kaydedildi. Hastalara uygulanan NIMV parametreleri, NIMV tekrar sayısı, NIMV tedavi süresi ve entübasyon ihtiyacı kaydedildi. NIMV tedavisi başlanmadan DUS ile bilateral diyafram kası kalınlığı ölçüldü ve kalınlık fraksiyonu hesaplanarak kaydedildi. Ultrasonografi hastanın tedavisini geciktirmeyecek ve süreci engellemeyecek şekilde yapıldı. Hastanın acil serviste sonlanımı, yoğun bakım ya da servis takibı̇, hastane içi mortalitesi kaydedildi. Bulgular: Toplamda 104 hasta çalışmaya dahil edildi. DUS ile 32 (%30,8) hastada diyafram disfonksiyonu saptandı ve bunların 14’ü (%43,7) NIMV tedavisinden yarar sağlamaması nedeniyle entübe edildi. Diyafram disfonksiyonu olmayan 72 (%69,2) hasta saptandı ve bunların 18’i (%56,3) NIMV tedavisinde başarısız olması nedeniyle entübe edildi. Diyafram disfonksiyonu ile entübasyon arasında anlamlı ilişki bulunmamıştır (p=0,056). Diyafram disfonksiyonu ile GKS düşüklüğü arasında anlamlı ilişki bulundu (p=0,021). Entübasyon ile arasında anlamlı ilişki bulunan faktörler, USOT ve BİPAP kullanımı (p=0,002 ve p=0,002), KOAH varlığı (p<0,001) ve malignite varlığı (p=0,012), ateş yüksekliği (0,032), laktat yüksekliği (p<0,001), CRP ve PCT yüksekliği (p=0,014 ve p<0,001), NIMV’de FiO2 yüksekliği (p=0,009), hastane içi mortalitedir (p<0,001). Sonuç: Acil serviste NIMV tedavisi uygulanan hastalarda yatak başı ultrasonografi kolay ve noninvaziv bir tetkik olup hastanın tedavi planına yön verebilmektedir. Mevcut çalışmamızın neticesinde diyafram disfonksiyonu varlığının NIMV tedavisini sonlandırmak ya da invaziv yöntemlere geçmek için kullanılmasında etkin olmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Ancak disfonksiyonu olan ve olmayan hastalar istatiksel olarak anlamlı fark göstermese de her iki grup arasında NIMV’e farklı yanıt verme eğilimi olduğu saptanmıştır. Bu faktörü kesin olarak doğrulamak için daha geniş örneklem büyüklükleriyle yapılacak ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.Öğe Diyabetik ayak enfeksiyonu olan hastalarda serum galectin-3 seviyelerinin değerlendirilmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Yüce, Sümeyye Atasever; Kandemir, BaharGiriş ve Amaç: Galectin-3 immun sistem hücrelerinden de salınan immun yanıtı etkileyici fonksiyonları olan galaktoz bağlayıcı lektinler grubundan bir lektindir. Bu tez çalışmasında Tip 2 diyabetes mellituslu (T2DM), Diyabetik ayak enfeksiyonlu (DAE) ve sağlıklı gruplar arasında galectin-3 seviyelerini belirlemek ve bu gruplar arasındaki galectin-3 düzeylerini kıyaslamak amaçlanmıştır. Materyal ve Metot: Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Kliniği’ne başvuran 36 DAE’li, 24 Tip 2 DM’li ve 24 ek hastalığı olmayan sağlıklı gönüllü çalışmaya dâhil edildi. Galectin-3 seviyeleri ELISA yöntemiyle ölçüldü. Sonuçların analizi veriler aktarılarak SPSS (statistical package for social sciences) versiyon 21 paket programı ile yapıldı. Tanımlayıcı analizler için ortanca,1-3.çeyreklikler verildi. Nominal ve ordinal değişkenler için yüzde (%) ve frekans tabloları verildi. İki sayısal değişken arasındaki ilişki Spearman Korelasyon analizi ile incelendi. Tüm testler için istatistiksel anlamlılık düzeyi p<0,05 olarak kabul edildi. Bulgular: DAE olan hasta grubunda galectin-3 seviyesinin ortanca değeri 232.54, DM olan hasta grubunda 209.14 ve sağlıklı grupta 277.85 idi. DAE grubu, Tip2 DM grubu ve kontrol grubunda galectin-3 seviyeleri karşılaştırıldığında aralarında istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunmamıştır (p>0,05). DAE olan hastalar PEDIS evreleme sistemine göre evrelendi. Hastaların 16 (%44,4)’sı PEDIS 4, 11 (%30,6)’i PEDIS 3, 9 (%25)’u PEDIS 2 olarak belirlendi. Diyabetik ayak enfeksiyonunun şiddeti ile galectin-3 seviyeleri arasındaki ilişkiyi değerlendirmek üzere yapmış olduğumuz analizde ise PEDIS evresine göre galectin-3 seviyeleri karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunmamıştır (p>0,05). Galectin-3 seviyeleri ile C-reaktif protein (CRP), prokalsitonin (PCT), lökosit sayısı, eritrosit sedimentasyon hızı (ESH) değerleri arasında korelasyona bakıldı. İstatistiksel olarak aralarında anlamlı bir farklılık bulunmamıştır. (P>0,05) Sonuç: Daha önce diyabetik ayak enfeksiyonlu hastalarda yapılmış olan galectin-3 düzeyinin değerlendirildiği çalışmalara zıt olarak çalışmamızda DAE olan ve T2DM’si olan grupta sağlıklı popülasyonuna göre galectin -3 seviyelerinde anlamlı bir artış saptanmamıştır. Bu konu ile ilgili daha geniş kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır.Öğe Acil servis yeşil alana başvuran hastaların sağlık arama davranışını etkileyen faktörlerin araştırılması(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Güneş, Emre; Küçükceran, HaticeAmaç: Sağlık arama davranışı, kişilerin kendilerinde veya yakınlarında hastalık durumu hissettiklerinde veya iyilik hallerini korumak için gösterdikleri tüm eylem ve süreçleri kapsar. Bu davranışlarından birisi sağlık profesyoneline başvurmaktır. Sunulan çalışmada acil servis yeşil alana başvuran hastaların sağlık arama davranışlarını etkileyen faktörleri tespit etmektir. Ayrıca bu hastaların birinci basamağı kullanma durumları ve aile sağlığı merkezine başvurularını etkileyen faktörlerin de araştırılması hedeflenmiştir. Gereç ve yöntem: Tanımlayıcı tipte bir araştırma olarak planlanan bu çalışma, 1 Aralık 2024-1 Şubat 2025 tarihleri arasında Konya Necmettin Erbakan Üniversite Hastanesinin acil servisinin yeşil alan bölümünde 404 katılımcıyla yapılmıştır. Veriler, araştırmacılar tarafından hazırlanmış sosyodemografik bilgilerin, sağlık ile ilgili bilgi edinme kaynaklarının, şikayetlerinin, sağlık kuruluşu tercihinin yer aldığı bilgi formu ve Sağlık Arama Davranışı Ölçeği (SADÖ) kullanılarak toplanmıştır. Araştırma verileri Statistical Package for the Social Sciences (SPSS) versiyon 22.0 istatistik paket programında değerlendirilmiştir. İstatistiksel anlamlılık p<0,05 olarak kabul edilmiştir. Bulgular: Çalışmaya alınanların %43,6'sı (n=176) kadın, yaş ortalamaları 42,7±15,7 (min:18, maks:85) yıl, %35,4'ü (n=143) üniversite mezunu, %72'si (n=291) ise evliydi. Katılımcıların %44,6'sı (n=180) çalışıyorken, %90,6'sı ise (n=366) sosyal güvencesi kapsamındaydı. Hastaların %52,5'i (n=212) şikâyetinin 24 saat veya daha uzun bir zamandır var olduğunu, %67,3'ü (n=272) acil servis başvurusu öncesi aile hekimliği birimine başvurmadığını belirtti. Birinci basamağa başvurmayanların %20,3'ünün (n=82) en sık sebebi ise aile hekimliği birimlerinin mesai dışında kapalı olmasıydı. Katılımcıların %86,6'sı (n=350) sağlıkla ilgili bilgileri doktorlardan aldığını belirtti. SADÖ ölçeği toplam puanı 18-25 yaş aralığında (36,51±5,97) olanların 65 yaş üzerine göre (34,23±7,56) daha yüksekti (<0,001). Üniversite mezunu olanların SADÖ toplam puanı (36,93±6,61), ortaokul ve altına (31,42±7,44) göre daha yüksekti (p<0,001). Geliri giderine denk olanların SADÖ toplam puanı (33,38±7,46) geliri giderinden fazla olanlara göre (37,21 ± 6,69) daha düşüktü (p=0,003). SADÖ toplam puanı etkileyen diğer faktörler, medeni durum, çocuk sahibi olup olmama, kronik hastalık varlığı, sosyal güvence ve çalışma durumu idi (p<0,05). Sonuç: Sunulan çalışmada acil servis yeşil alana başvuran hastaların sağlık arama davranışları demografik verilerden etkilenmektedir. Hastaların sosyo-kültürel özelliği ne olursa olsun yaklaşık üçte ikisinin mevcut şikayeti için birinci basamağa başvuru yapmaması oldukça çarpıcı bir sonuçtur. Birinci basamağın güçlenmesi ve acil servislerin etkin kullanımı için bu konuda daha fazla çalışma yapılmasına ihtiyaç vardır.Öğe Obstrüktif uyku apne sendrom'lu hastalarda uyanma eşiği farklılıkları: Obez-nonobez, rem ve pozisyonel gruplar arasında karşılaştırma(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Zihinli, Saliha; Yosunkaya, ŞebnemAmaç. Çalışmamızda, obstrüktif uyku apne sendromu (OUAS) tanısı almış hastalarda uyanma eşiği (arousal threshold, ArTH) düzeyinin; obezite durumu (obez ve non-obez), uyku evresi (REM ve non-REM) ve pozisyonel özellikler (pozisyonel ve non-pozisyonel) açısından değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem. Çalışmaya, Konya Necmettn Erbakan Ünverstes Meram Tıp Fakültes Hastanes Göğüs Hastalıkları Klnğ Uyku Laboratuvarı’nda, 2022–2023 yılları arasında yaşları 18–80 arasında olan ve tüm gece standart polsomnograf (PSG) le obstrüktf uyku apne sendromu (OUAS) tanısı konulan 333 hasta dahl edld. Düşük uyanma eşğ (ArTH); AHI <30, mnmum SpO₂ > %82,5 ve hpopne oranı > %58,3 krterlernden en az ksnn varlığı le tanımlandı. ArTH düzeyler; obez ve nonobez, REM bağımlı ve non-REM, pozsyonel ve non-pozsyonel alt gruplar arasında karşılaştırıldı. Hastalara at demografk, klnk ve PSG verler retrospektf olarak analz edld. Bulgular. Bu çalışmada toplam 333 OUAS’lı (AHI:10-47,2) hastanın 119’unun (%35,7) düşük uyanma eşğ (düşük ArTH)’ne sahp olduğu belrlenmştr. Düşük ArTH grubunda hastalar daha genç, BMI, boyun çevres anlamlı düzeyde daha düşük ve total AHİdeğer le belrlenen OUAşddet daha haff bulunmuştur. Ek komorbdte oranı anlamlı düzeyde düşük belrlenmştr(p<0.001) Düşük ArTH olan grupta normal ArTH olan gruba göre pozsyonel OUAS oranı anlamlı düzeyde yüksek, REM bağımlı OUAS oranı düşük ve Epworth skoru se düşük belrlenmştr(p<0.001). Cnsyet (p=0.947)ve sgara kullanımının (p=0.346) ArTH gruplarında dağılımında statstk fark belrlenmem ştr. Çalışmamızda, düşük ArTH oranı non-obez grupta (%46) obez gruptan (%24,2) daha yüksekt (p<0.001). Ayrıca, ROC eğrs analz le bazı antropometrk parametreler n (vücut ktle ndeks <29,35 kg/m² ve boyun çevres <40,25 cm) düşük ArTH’y öngörmede kullanılablr olduğu tespt edld. Pozsyonel OUAS olan hasta grubunda düşük ArTH oranı Non-Pozsyonel OUAS hasta grubuna göre daha fazla tespt edlmştr (p=0,001). REM Bağımlı OUAS olan hasta grubunda düşük ArTH oranı Non-REM OUAS hasta grubuna göre daha az tespt edlm ştr (p<0,001). Sonuç. Çalışmamızda, obstrüktf uyku apne sendromlu (OUAS) hastalarda uyanma eşğ (ArTH) düzeylernn; obezte durumu, uyku evres ve pozsyonel özellklerle anlamlı lşkler gösterdğ belrlenmştr. Bu çalışmada özellkle genç, BMI’s düşük ve pozsyonel OUAS’lı hastalarda düşük ArTH varlığından şüphelenlmes gerektğ bulundu. Bu bulgular, uyanma eşğnn farklı OUAS fenotplernde değşkenlk gösterd- ğn ve ArTH değerlendrmesnn alt grup ayrımı ve breyselleştrlmş tedav açısından öneml olableceğn göstermektedr.Öğe 2019-2023 tarihleri arasında N.E.Ü. Tıp Fakültesi Hastanesi Adli Tıp Polikliniği'ne iş kazası nedeniyle adli rapor düzenlenmesi için başvuran ekstremite yaralanması olan adli olguların retrospektif incelenmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Kaya, Fatma; Demirci, Şerafettinİş kazaları, çalışanların sağlığını tehdit eden ve ciddi ekonomik ve sosyal sonuçlar doğuran önemli bir sorundur. Türkiye, ölümlü iş kazaları açısından Avrupa ortalamasının oldukça üzerinde yer almakta olup, iş sağlığı ve güvenliği önlemlerinin geliştirilmesi gerekmektedir. İş kazalarında en sık etkilenen bölgeler ekstremiteler olup, bu tür yaralanmalar fonksiyon kaybı ve uzun süreli tedavi gerektirebilmektedir. Çalışmamızda, iş kazalarına bağlı ekstremite yaralanmaları sosyodemografik özellikleri (yaş, cinsiyet, yaralanma yaşı), yaralanma türleri, anatomik dağılımları (üst ve alt ekstremite), mevsimsel ve aylık dağılımları ile adli tıp açısından değerlendirilmesi (basit tıbbi müdahale, yaşamı tehlikeye sokan durum, duyu veya organ işlev kaybı, kemik ağırlığı etkisi) detaylı bir şekilde analiz edilmiştir. Ayrıca, yaralanma türleri ile anatomik bölgeler arasındaki ilişki, eşlik eden diğer vücut bölgesi yaralanmaları ve ampütasyon olgularının özellikleri de incelemeye dahil edilmiştir. Çalışmamız iş kazalarına bağlı ekstremite yaralanmalarının sıklığını ve sonuçlarını ortaya koyarak, önleyici tedbirlerin belirlenmesine katkı sağlamayı amaçlamaktadır. Ayrıca, adli tıp perspektifinden yaralanmaların değerlendirilmesiyle hukuki süreçlere rehberlik edecek veriler sunmayı ve iş sağlığı ve güvenliği politikalarının geliştirilmesine katkıda bulunmayı hedeflemektedir. Yöntem: Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Adli Tıp Polikliniği’nde 2019-2023 yılları arasında iş kazası nedeniyle adli rapor düzenlenmiş 128 olgunun retrospektif analizi ile gerçekleştirilmiştir.Veriler hasta dosyaları ve adli raporlardan elde edilmiş olup, SPSS (Statistical Package for Social Sciences for Windows) 22 programı kullanılarak analiz edilmiştir. İstatistiksel analizlerle (ortalama±standart sapma, ki-kare testi, Pearson ki-kare testi ve fisher exact testi, Mann-Whitney U testi, çoklu gruplarda Kruskal Wallis-H testi ) değerlendirilmiş ve p<0,05 anlamlılık düzeyi kabul edilmiştir. Bulgular: Olguların yaş ortalaması 37,67±13,22, yaralanma yaşı ortalaması 34,38±12,65 olarak bulunmuştur. En sık yaralanma 25-35 yaş grubunda (%28,7) gözlenmiş, olguların %93’ü erkek, %7’si kadınlardan oluşmuştur. Başvuru süresi ortalaması 0,22±0,54 yıl olarak hesaplanmıştır. Yaralanmalar en sık yaz mevsiminde (%29,7) ve temmuz ayında (%11,72) meydana gelmiştir. Yaralanmaların %35,2’si kesici alet, %28,1’i yüksekten düşme kaynaklı olup, üst ekstremite %53,9 ile en sık etkilenen bölge, alt ekstremite ise %39,8 oranında yaralanma göstermiştir. Üst ekstremitede el parmakları (%28,9), alt ekstremitede bacak (%18) en fazla etkilenen bölgelerdir. Kemik yaralanmaları %47,7 ile en sık görülen yaralanma tipi olmuş, alt ekstremitede kemik hasarı oranı (%60,8) üst ekstremiteye (%37,7) göre anlamlı derecede yüksektir (p=0,012). Adli tıp değerlendirmelerinde, olguların %15,6’sında yaralanmalar basit tıbbi müdahale ile giderilebilir bulunmuş, %14,1’inde yaşamı tehlikeye sokan durum saptanmış, %46,9’unda duyu/organ işlev kaybı olmadığı belirlenmiştir. Ampütasyon olguları %21,1 oranında görülmüş, bunların %75,9’u üst ekstremitede, %24,1’i alt ekstremitededir. Üst ekstremite ampütasyonlarında en fazla el parmakları etkilenmiş olup, en sık olarak ikinci ve üçüncü parmaklar (%27,5) etkilenmiştir. Sağ ve sol elde parmak ampütasyon dağılımı eşittir. Sonuç: Bu çalışma, iş kazalarının genç ve erkek çalışanlarda, yaz aylarında, kesici alet ve yüksekten düşme kaynaklı olarak daha sık gerçekleştiğini, üst ekstremitenin en çok etkilenen bölge olduğunu ve alt ekstremitede kemik hasarının daha fazla olduğunu ortaya koymuştur. Adli tıp değerlendirmeleri, yaralanmaların çoğunlukla basit tıbbi müdahale ile giderilemez nitelikte olduğunu ve ciddi fonksiyon kayıplarına yol açabileceğini göstermiştir. Bulgular, iş güvenliği önlemlerinin özellikle üst ve alt ekstremiteyi korumaya yönelik geliştirilmesi gerektiğini vurgulamakta olup, adli tıp uzmanlarının nedensellik ilişkisini belirlemedeki rolü, mağdurların hak kayıplarını önlemede kritik bir öneme sahiptir. Gelecekte yapılacak çok merkezli çalışmalar, bu verilerin genellenebilirliğini artırarak iş kazalarının önlenmesine ve adli tıp uygulamalarına katkı sağlayabilir.Öğe Ciddi aort darlığı nedeni ile TAVİ yapılan hastalarda işlem sonrası sağ ventrikül fonksiyonlarındaki değişimin ve takipteki kapak dejenerasyonunun IGFBP-7 ve BMP-2 markerları ile ilişkisinin araştırılması(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Oğul, İrem Oktay; Gürbüz, Ahmet SeyfettinAmaç: Ciddi aort darlığı nedeni ile transkateter aortik kapak implantasyonu (TAVİ) yaptığımız hastalarda işlem sonrası sağ ventrikül fonksiyonlarındaki değişimin ve takip sürecinde gelişebilecek kapak dejenerasyonunun IGFBP-7 ve BMP-2 marker düzeyleri ile ilişkisini tespit etmek, çıkan sonuçların klinik laboratuvar ve diğer tanı metodlarıyla ilişkisine bakarak öngörülebilir morbidite belirleyiciliğine bakmak. Yöntem: Necmettin Erbakan Üniveristesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesine başvuran ve ciddi aort darlığı nedeni ile TAVİ yapılan hastaların TAVİ öncesi ve işlem sonrası 48. Saatte ve 6 ay sonrasında demografik verileri (yaş,cinsiyet,boy,kilo) kaydedilmiştir. Kardiyoloji kliniğinde ekokardiyografi(EKO) cihazıyla temel ekokardiyografik parametreler (ejeksiyon fraksiyonu,diyastolik fonksiyonlar, atrium ve ventrikül çapları, doku doppler parametleri vb.) sağ ventrikül fonksiyonları için PAB, TAPSE , RVSM, doku doppler (SM-EM-AM) değerleri bakıldı ve sol atriyum volum indeksi (LAVİ) hesaplanmıştır. TAVİ yapılan hastalarda TAVİ öncesi ve 6.ay kontrollerinde rutin kan laboratuvar tahlilleri (üre,kreatinin, sodyum, potasyum, CRP, hemogram, proBNP) bakıldı .TAVİ öncesi ve 6. ayda alınan kanda ölçülen IGFBP-7 ve BMP-2 düzeyleri karşılaştırıldı. Benzer yaş ve cinsiyet özelliklerine sahip 40 kişilik sağlıklı kontrol grubunda da ekokardiyografik parametrelere bakıldı ve laboratuvar tetkikleri ile değerlendirildi. 18 yaşından küçük hastalar çalışmaya alınmamıştır. Hastalardan bilgilendirilmiş onam formu alınmıştır. Çalışmanın istatistiksel analizleri R (Version 4.4.1, R Foundation for Statistical Computing) ve JASP (Version 0.19.0, University of Amsterdam, Netherlands) kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Verilerin normallik dağılımı Kolmogorov-Smirnov ve Shapiro-Wilk testleri ile değerlendirilmiştir. Varyansların homojenliği varsayımı Levene homojenlik testi ile incelenmiştir. Varsayımların sağlanma durumuna göre grup karşılaştırmaları Independent t-test, Paired t-test, Mann-Whitney U testi, Friedman testi ve Wilcoxon Signed Rank testleri kullanılarak analiz edilmiştir. Varsayımların sağlanma durumuna göre belirlenen istatistik analiz sonuçları sürekli değişkenler için Aritmetik ortalama∓standart sapma ve Medyan (Min.-Maks.) şeklinde özetlenmiştir. Kategorik değişkenlere ait frekanslar n(%) şeklinde verilmiştir. Kategorik değişkenlerin karşılaştırılmasında sütunxsatır sayısı ve hücrelerdeki beklenen değerler dikkate alınarak Chi-Square test (Continiuty Correction) ve Fisher Freeman Halton Exact Testi kullanılmıştır. Değişkenler arasındaki ilişkiler Spearman Rho korelasyon analizi ile test edilmiştir. İstatistiksel anlamlılık düzeyi p<0.05 olarak kabul edilmiştir. Bulgular: Çalışmaya 76 (65.5%) hasta, 40(34.5%) kontrol grubu olmak üzere 116 kişi dahil edilmiştir. Her iki grup benzer yaş ve cinsiyet özelliklerine sahipti. Preoperatif dönemde bakılan sağ ventrikül fonksiyonunu gösteren parametlerde (PAB, RVSM ve TAPSE) TAVİ sonrası postoperatif 48. Saatte ve postoperatif 6. Ay takiplerinde düzelme olduğu gösterilmiştir. IGFBP-7 seviyesinin preoperatif hasta grubunda postoperatif 6. Ay takiplerine göre daha yüksek olduğu görülmüştür. Postoperatif 6. Ay takiplerinde IGFBP-7 seviyelerinin proBNP, CRP, sol atriyum volüm indeksi ile pozitif yönlü korelasyonlar gösterdiği , EF simpson ve Egfr ile negatif yönlü korelasyonlar gösterdiği bulunmuştur. BMP-2 seviyesi ile postoperatif 6. Ay takiplerinde anlamlı korelasyonlar bulunamamıştır. Sonuç: Çalışmamız TAVİ'nin yalnızca anatomik obstrüksiyonu gidermekle kalmayıp, sağ ventrikül fonksiyonlarını, kapak yetmezliği derecelerini ve sistemik biyobelirteç seviyelerini iyileştirmeye katkı sağlayabileceğini göstermektedir. IGFBP-7’nin hem kardiyak (proBNP, EF, LA volüm indeksi) hem de renal (eGFR) fonksiyonlarla anlamlı ilişkili olduğu görülmüş olup bu marker’ın çok sistemli organ etkilenimini yansıtan bir biyobelirteç olabileceği ortaya konmuştur. Daha geniş hasta grupları ve uzun dönem takiplerle yapılacak ileri çalışmalar, bu bulguların doğrulanmasına ve klinik uygulamaya entegrasyonuna katkı sağlayacaktır.Öğe Hastane Kökenli Karbapenem Dirençli Klebsiella Pneumonıae Suşlarının Mikrobiyolojik, Epidemiyolojik Ve Klinik Karakteristikleri(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Genç, Nagehan; Erayman, İbrahimAmaç: Hastane kökenli enfeksiyonlar, dünya genelinde önemli halk sağlığı problemlerindendir. Hastanelerde giderek artan antibiyotik direncinin önlenmesine katkı sağlamak amacıyla hastanemiz yoğun bakım ünitelerindeki hasta numunelerinde üremiş Klebsiella pneumoniae suşlarındaki dirençten sorumlu karbapenemaz (NDM-1ve OXA-48) genlerinin belirlenmesi, mortalite üzerine etkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Prospektif gözlemsel çalışma olarak planlanan çalışmada NEÜ Tıp Fakültesi Hastanesi yoğun bakım ünitelerinde tedavi alan 18 yaş üstü hastaların rutin klinik örneklerinden Ekim 2023-Temmuz 2024 tarihleri arasında izole edilen karbapenem dirençli K.pneumoniae suşları tanımlanmıştır. Tigesiklin ve kolistin duyarlılıkları sıvı mikrodilüsyon yöntemi ile; imipenem, meropenem, ertapenem, amikasin, seftazidim-avibaktam duyarlılıkları disk difüzyon yöntemi ile çalışılmıştır. Karbapenem dirençli bulunan izolatlarda karbapenem direnç genlerinden bla-OXA-48 ve blaNDM-1 real time polimeraz zincir reaksiyonu (RT-PCR) yöntemi ile çalışılmıştır. Veri girişi yapıldıktan sonra istatistiksel analiz SPSS for Windows version 18.0 (SPSS Inc. Chicago, IL, USA) paket programı kullanılarak yapılmıştır. İstatistiksel olarak p<0.05 olan durumlar anlamlı kabul edilmiştir. Bulgular: Çalışmaya yaş ortalaması 63,5±16,1 yıl olan 164 hasta dahil edildi. Hastaların %39,6’sı kadın, %60,4’ü erkekti. K.pneumoniae üremelerinin %67,1’i enfeksiyon etkeni, %32,9’u kolonizasyondu. Olguların %58,2’sinde katater ilişkili kan dolaşımı enfeksiyonu ve %28,2’sinde ventilatör ilişkili pnömoni en sık görülen enfeksiyonlardı. Hastaların en sık görülen ek hastalıkları kardiyovasküler hastalık (%40,9) ve hipertansiyondu (%39,6). Hastalar en sık %25,6 ile reanimasyon yoğun bakım ünitesinde takip edildi. Hastaların %49,4’ünde hastane yatışında geçirilmiş cerrahi işlem öyküsü vardı. Karbapenem dirençli K.pneumoniae üremeleri en sık %42,1 ile kandan, %39,6 ile bronkoalveolar lavajdan izole edildi.İzolatların %59,1’inde bla-OXA-48 geni, %52,4’ünde bla-NDM-1 geni, %39 ‘unda bla-OXA-48 ve bla-NDM-1 geni birlikte pozitif saptandı. Tüm izolatlardaki seftazidim avibaktam direnci %75,6, kolistin direnci %34,8, tigesiklin direnci %27,4, amikasin direnci %67,7 bulundu. Tüm hastalarda mortalite süresi ortancası 7 gündü, 7gün ve 30 günde mortalite görülme oranı sırasıyla;%23,2 ve%42,7 idi.Yedi ve otuz günde mortalite varlığı üzerinde etkili bağımsız değişkenlerin belirlenmesinde yapılan univariate regresyon analizine göre mortaliteyi arttıran tüm değişkenler multivariate lojistik regresyon analize dahil edildi.Multivariate analize göre 7 günde mortalite riskini yaştaki bir birimlik artışın 1 kat, entübasyon varlığının 3,7 kat, amikasin direnç varlığının 4,8 kat arttırdığı; 30 günde mortalite riskini yaştaki bir birimlik artışın 1 kat, entübasyon varlığının 6,4 kat, diğer invaziv işlem varlığının 5,2 kat arttırdığı saptandı.7 gün içinde veya 30 gün içinde mortalite görülen ve görülmeyen hastaların bla-OXA-48 pozitifliği ve bla-NDM-1 pozitifliği görülme oranları benzerdi. Sonuç: Karbapenem dirençli K.pneumoniae enfeksiyonları ve antibiyotik direnci yoğun bakım hastalarını etkileyen ciddi bir halk sağlığı sorunudur. Çalışmamızda CRKP izolatlarındaki OXA-48 gen pozitifliği ülkemizde olduğu gibi yüksek orandaydı (% 59,1) ancak NDM-1 gen pozitifliği birçok çalışmadan farklı olarak yüksek oranda (%52,4) saptandı. Direnç gen analizlerinin lokal verilerinin bilinmesi uygun ampirik tedavinin başarı oranını arttıracağı gibi hastane mortalitesi üzerine de etkili olabilir.Öğe Akut Lösemi Hastalarında Venöz Tromboemboli Sıklığı ve Risk Değerlendirmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Mert, Betül Eslem; Tekinalp, AtakanAmaç: Hematolojik malignitelerde daha çok sitopenilere bağlı kanama ve enfeksiyon komplikasyonları üzerinde durulmuştur. Venöz tromboemboli (VTE) kanser hastalarında sık görülen bir komplikasyon olsa da akut lösemilerin VTE ile ilişkisi hakkında yeterli çalışma yoktur. Akut lösemili hastalarda VTE sıklığını ve VTE’ye neden olan risk faktörlerinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmaya 01.07.2018- 01.07.2023 tarihleri arasında, Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi, Erişkin Hematoloji Bilim Dalında, akut lösemi tanısı ile yatışı yapılan akut myeloid lösemi (AML) ve akut lenfoblastik lösemi (ALL) tanılı sırasıyla 82 ve 3 hasta olmak üzere toplam 85 hasta dahil edildi. Hastaların her bir yatışındaki tromboflebit, pulmoner tromboemboli ve derin ven trombozu varlığı ve hasta bilgileri Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi elektronik veri tabanından, hasta dosyalarından ve epikrizlerinden geriye dönük incelendi. Bulgular: Çalışmaya 166 farklı yatışı olan AML ve ALL tanılı toplam 85 hasta dahil edildi. Bu hastalardan 22’sinde (%25,8), yatışların ise 24’ünde (%14,5) VTE mevcuttu. En sık tromboemboli çeşidi tromboflebit olup 19 (%86,3) hastada kaydedildi. VTE zamanı medyan 21 (4-63) gün bulundu. Yatış süresi, VTE (+) hastalarda medyan 50 gün, VTE (-) hastalarda ise 25,5 gün olarak bulundu ve bu fark istatistiki olarak anlamlıdır (p< 0,001). Obezite, VTE (+) hastaların %45,8'inde mevcutken, VTE (-) hastaların %22,5'inde bulundu (p= 0,023), bu fark istatistiki olarak anlamlıdır. Lökosit sayısı, VTE (+) hastalarda medyan 5,795 x 10³/μL, VTE (-) hastalarda ise 1,245 x 10³/μL olarak bulundu ve bu fark istatistiksel olarak anlamlıdır (p= 0,008). Nötrofil, lenfosit ve monosit sayıları VTE (+) ve (-) hastalar arasında bakıldığında VTE (-) lerde anlamlı olarak düşük bulundu sırasıyla; (p= 0,018, p= 0,018, p= 0,010). Ürik asit düzeyleri VTE (+) hastalarda medyan 3,15 mg/dL, VTE (-) hastalarda ise 4,8 mg/dL olarak ölçülmüş ve bu fark çok anlamlıdır (p< 0,001). Kalsiyum (Ca) ve fosfor (P) değerlerinde anlamlı farklar gözlendi. Ca, VTE (+) hastalarda 8,3242 ± 0,69295 mg/dL, VTE (-) hastalarda ise 8,7375 ± 0,66913 mg/dL olarak bulundu ve bu fark anlamlıdır (p= 0,006). P ise VTE (+) hastalarda 3,1017 ± 1,24854 mg/dL, VTE (-) hastalarda ise 3,7053 ± 0,91418 mg/dL olarak ölçüldü ve anlamlı bir fark gösterildi (p= 0,031). Total protein ve albumin değerleri arasında VTE (+) ve VTE (-) hastalarda ise anlamlı fark bulundu (sırasıyla; p= 0,026, p= 0,001). CRP ise VTE (+) ve VTE (-) hastalarda sırasıyla ise medyan 56 mg/L ve 20,565 mg/L bulundu, bu fark istatistiki olarak anlamlıdır (p= 0,005). Sonuç: Çalışmamızda akut lösemilerdeki VTE sıklığı ve risk faktörleri değerlendirilmiş olup hastanede yatış süresi ve obezitenin VTE için risk faktörü oluşturduğu, lökosit, nötrofil, lenfosit ve monosit sayılarındaki düşüklüklerin VTE gelişimi için anlamlı olduğu bulundu. Ürik asit, Ca, P, total protein, albümin, CRP seviyelerinde VTE gelişen ve gelişmeyen gruplardaki seviye farklılıkları anlamlı bulunmuştur.Öğe Romatoid artritli hastalarda hastalık aktivitesi ile gastroknemius kas sertliği arasındaki ilişki(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Nergiz,Yeşim; Küçük, AdemAmaç: Romatoid artrit; etyolojisi net bilinmeyen, simetrik, inflamatuar, periferik bir poliartrittir. Tipik olarak kıkırdak ve kemik erozyonu yoluyla eklem tahribatına yol açar. RA hastalarında %25-70 oranında kas zayıflığı ve düşük kas yoğunluğu izlenmektedir. RA’daki miyopatik özellikleri tanımlamak ve araştırmak amacıyla invazif olmayan kantitatif yöntemlerin kullanımı son yıllarda artış göstermeye başlamış olsa da bu yöntemler henüz yaygınlaşmamış ve standart bir değerlendirme aracı haline gelmemiştir. RA’da kasların biyomekanik durumuna yeni bir bakış açısı sunabilen ultrason kayma dalgası elastografisi (SWE) kullanılarak kaslar invazif olmayan bir şekilde değerlendirilebilir. Bu çalışma RA tanılı hasta grubu ile sağlıklı kontrol grubu karşılaştırıldığında, hastalık aktivitesi ile gastroknemius kas sertliği arasında nasıl bir ilişki olduğunu anlamayı amaçlamıştır. Yöntem: Çalışmaya Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Romatoloji kliniğine başvuran RA tanısı olan 60 hasta ve 60 sağlıklı kontrol grubu dahil edilmiştir. RA tanılı hastalar DAS28-CRP hastalık aktivite skoruna göre gruplandırılmıştır ve sağlıklı kontrol grubu ile karşılaştırılmıştır. Hastalık aktivitesine göre gruplandırılan hastaların ve kontrol grubunun usg cihazı ile gastroknemius kas sertliğine bakılmıştır. Çalışma SGK kapsamında olmayan bağış usg cihazıyla yapılmıştır. Ultrasonda SWE tekniği kullanılarak gastroknemius kas sertliği ölçülmüştür. Hasta ve kontrol grubun boy ve kiloları ölçülerek vücut kitle indeksi hesaplanmıştır. Hasta ve kontrol grubun rutinde bakılan kan tetkikleri yapılmıştır. Hasta ve kontrol grubuna fiziksel aktivitenin değerlendirilebilmesi açısından uluslararası fiziksel aktivite anketi olan IPAQ (kısa) anketinin doldurulması istenmiştir. Bulgular: RA tanısı almış 60 hasta ve sağlıklı 60 kontrol grubu ile yürütülen çalışmamızda hastaların tümü kadındır. RA grubunun yaş ortalaması 49,71±8,81 yıl, sağlıklı kontrol grubunun yaş ortalaması 47,29±5,18 yıldır. RA grubunun VKİ ortalaması 29,00±4,55 kg/m2, sağlıklı kontrol grubunun VKİ ortalaması 28,97±6,59 kg/m2’dir. Gruplar arasında fiziksel aktivite düzeyi açısından bir fark yoktur (p>0,05). Gruplar arasında biyokimyasal parametreler karşılaştırıldığında lökosit, nötrofil, total protein, albümin, ESH ve CRP açısından anlamlı fark olduğu bulundu (p<005). Gastroknemius kas kalınlığı ve sertliği ölçüm sonuçlarının gruplar arasında karşılaştırılması sonucunda RA’lı bireylerin sağ ve sol medial gastroknemius kas kalınlıkları sağlıklı bireylere göre düşük bulundu (p=0,001, p=0,016). RA’lı bireylerin sol medial gastroknemius kas sertliğinin sağlıklı bireylere göre yüksek olduğu bulundu (p=0,028). RA hastalarında gastroknemius kası kalınlığı ve sertliği ile klinik özellikler arasındaki ilişki incelendiğinde sağ ve sol medial gastroknemius kası kalınlığı ile ESH değeri arasında negatif yönlü ve anlamlı bir ilişki olduğu, sol gastroknemius kas sertliği ve ESH değeri arasında ise pozitif yönde anlamlı bir ilişki olduğu bulundu (p<0,05). DAS28-CRP skoru ile hastalık aktivitesine göre sınıflandırılan RA hastalarının gastroknemius kası kalınlığı ve sertliğinin karşılaştırılması sonucunda remisyon/düşük hastalık aktivitesi olan RA hastalarında orta düzeyde hastalık aktivitesi olan RA hastalarına göre sol medial ve lateral gastroknemius kas kalınlıklarının daha fazla olduğu bulundu (p=0,048, p=0,042). Remisyon/düşük hastalık aktivitesi olan RA hastalarında orta düzeyde hastalık aktivitesi olan RA hastalarına göre sağ medial ve lateral gastroknemius ve sol lateral gastroknemius kas sertliklerinin daha fazla olduğu bulundu (p<0,05). Sonuç: Bu çalışmada romatoid artritli bireylerde gastroknemius kasının kalınlık ve sertlik özellikleri kayma dalgası elastografisi (SWE) ile değerlendirilmiş ve sağlıklı bireylerle karşılaştırılarak hastalık aktivitesi ile ilişkisi incelenmiştir. RA grubunda kas kalınlığı azalmış, sertlik ise artmıştır. Kas parametreleri ile ESH düzeyleri arasında anlamlı korelasyonlar bulunurken CRP ve DAS28-CRP ile istatistiksel anlamlı bir ilişki bulunmamıştır. Düşük hastalık aktivitesine sahip bireylerde kas kalınlığı korunurken kasın bazı bölgelerinde sertlik artışı dikkat çekmiştir. Bulgular RA’nın inflamasyonun ötesine geçerek kas dokusunda yapısal değişikliklere yol açtığını ve SWE’nin bu değişimleri non-invaziv şekilde saptamada etkili olduğunu göstermektedir. Ayrıca kas sertliğinin yalnızca inflamasyon değil, postürel ve biyomekanik faktörlerden de etkilenebileceği kanaatine varılmıştır. Remisyon grubunda gözlenen daha iyi kas kalınlığı değerlerinin olası biyolojik ajan kullanımı ile ilişkili olabileceği düşünülmüştür. Bu durum biyolojik tedavilerin kas sağlığı üzerinde potansiyel olumlu etkileri olabileceğini gündeme getirmektedir.Öğe Ebeveynlerin sağlık okuryazarlık düzeyinin çocukluk çağı aşılarına karşı tutumlarına etkisinin araştırılması(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Atçeken, Başak; Küçükceran, HaticeAmaç: Son yıllarda ülkemizde ve dünyada aşılara karşı olan güvensizlik ve tereddüt giderek artmaktadır. Bu tereddütler nedeniyle aşı reddi yaşanabilmektedir. Özellikle çocukların bağışıklığında etkin olmakla birlikte toplum bağışıklığında büyük rol oynayan çocukluk aşılarının ihmal edilmesi önemli bir sorundur. Bireylerin sağlık okuryazarlık düzeyleri ise aşılara karşı tereddüdü belirleyebilecek etkenler arasındadır. Çocukluk aşılarına ebeveynlerin karar veriyor olması, ebeveynlerin aşılar hakkında doğru bilgileri edinebilme kapasitesini daha da önemli kılmaktadır. Bu sebepler dolayısıyla, bu çalışmada ebeveynlerin sağlık okuryazarlık düzeyinin rutin çocukluk çağı aşılarına karşı olan tutumlarına etkisinin araştırılması amaçlandı. Gereç ve yöntem: Tanımlayıcı nitelikteki bu çalışmaya Necmettin Erbakan Üniversitesi (NEÜ) Tıp Fakültesi Hastanesi Aile Hekimliği Polikliniğine herhangi bir nedenle başvuran 405 ebeveyn dahil edildi. Literatür doğrultusunda oluşturulan anket formunda; sosyodemografik ve aşılama ile ilgili soruların olduğu bilgi formu, Sağlık Okuryazarlığı Ölçeği (SOYÖ) ve Çocukluk Çağı Aşıları Hakkında Ebeveyn Tutum Ölçeği (ÇAETÖ) yer aldı. SOYÖ, fonksiyonel, interaktif ve eleştirel olmak üzere üç alt boyuttan oluşmakta ve alınan toplam puan arttıkça sağlık okuryazarlık düzeyinin arttığını göstermektedir. ÇAETÖ, davranış, tutum ve güvenlik-etkililik olarak üç alt boyuttan oluşmakta olup alınan puanlara göre aşı tereddüt varlığını gösteren bir ölçektir. Oluşturulan anket formu Google Forms ile online ve araştırmacı tarafından yüz yüze görüşme yöntemi ile uygulandı. Statistical Package for Social Sciences for Windows (SPSS) 20.0 programı kullanılarak analiz edildi. p<0,05 değeri istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Bulgular: Çalışmaya katılan ebeveynlerin yaş ortalamaları 35,34±6,55 (min=18, maks=59) yıl olup, %52,6’sı (n=213) 35 yaş ve üzerindeydi. Katılımcıların %76,5’i (n=310) kadın, %94,3’ü (n=382) evli, %51,6’ü (n=205) lise ve altı eğitim durumuna sahip, %52,6’sı (n=213) çalışıyor, %56,5’inin (n=229) geliri giderine denk idi. Katılımcıların %72,3’ünün (n=293) 2 ve altı çocuğu vardı, %49,4’ü (n=200) sağlıkla ilgili konularda bilgi edinme kaynağı olarak en sık sağlık çalışanlarına başvurmaktaydı, %94,3’ü (n=382) çocuğuna ücretsiz çocukluk çağı aşılarının tümünü yaptırmış veya yaptırmayı düşünmekteydi. Kadınların SOYÖ puanı (52,02±9,38) erkeklere göre (49,79±9,39) anlamlı olarak daha yüksek bulundu (p=0,044). Üniversite ve üzeri eğitim durumu olan ebeveynlerin lise ve altı eğitim düzeyi olan ebeveynlere göre; 2 ve altı çocuğu olan katılımcıların 3 ve üzeri çocuğu olan katılımcılara göre interaktif alt boyut puanı eleştirel alt boyut puanı ve toplam SOYÖ puanı anlamlı derecede daha yüksek saptandı (p<0,001). Katılımcıların geliri giderinden fazla olanların (53,38±10,23) geliri giderinden az olanlara (49,38±8,92) göre SOYÖ puanı daha yüksekti (p=0,015). Cinsiyet, yaş, medeni durum, eğitim durumu, çalışma durumu, gelir durumunun, çocuk sayısının aşı tereddüdü üzerine anlamlı etkisi olmadığı görüldü. Sağlıkla ilgili bilgi edinmek için diğer kaynaklara (internet, yazılı kaynaklar, televizyon) başvuran ebeveynlerin, sağlık çalışanlarına başvuran ebeveynlere göre; aşı tereddüt oranları anlamlı olarak yüksek bulundu (p=0,004). Çocuklarına bazı aşıları yaptırmayan veya yaptırmayı düşünmeyen katılımcıların ise çocuklarına tüm aşıları yaptıran veya yaptırmayı düşünen katılımcılara göre aşı tereddütleri daha yüksek saptandı (p<0,001). SOYÖ fonksiyonel alt boyutu, interaktif alt boyutu ve toplam puanı ile ÇAETÖ tutum alt boyutu puanları arasında negatif yönlü anlamlı bir korelasyon tespit edildi (sırasıyla r=-0,102, r=-0,164, r=-0,163; sırasıyla p=0,040, p=0,001, p=0,001). Sonuç: Sunulan çalışmada kadın cinsiyetinin, üniversite ve üzeri eğitim durumunun, 2 ve altı çocuk sahibi olmanın sağlık okuryazarlığı düzeyini olumlu yönde etkilediği görüldü. Sağlıkla ilgili bilgi edinmek için sağlık çalışanı dışında internet gibi kaynaklara başvuran ebeveynlerin aşı tereddütlerinin daha yüksek olması dikkat çekiciydi. Sağlık okuryazarlığı düzeyinin aşı tereddüdü konusunda anlamlı bir fark yaratmadığı saptansa da genel olarak aşı tereddüdü olan katılımcıların olmayanlara göre sağlık okuryazarlık puanlarının daha düşük olduğu görüldü. Son yıllarda artan aşı tereddüdünün azaltılabilmesi için sağlık okuryazarlığının daha etkin bir şekilde geliştirilmesi ve sosyal medya ile internet ortamında yayılan yanlış ve yanıltıcı bilgilerin kontrol altına alınması büyük önem taşımaktadır.Öğe Bir üniversite hastanesinde araştırma görevlisi hekimlerin geleceğe bakışının değerlendirilmesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Yılmaz, Sıddıka; Küçükceran, HaticeAmaç: Araştırma görevlisi hekimler, uzmanlık eğitimleri süresince yoğun iş yükü, nöbet zorunlulukları ve stres gibi çeşitli zorluklarla karşılaşmaktadır. Sağlıkta şiddet, ekonomik belirsizlikler ve hekim göçü gibi faktörlerin, hekimlerin mesleki tatmini ve geleceğe bakış açıları üzerinde etkili olabileceği düşünülmektedir. Bu çalışmada, bir üniversite hastanesinde görev yapan araştırma görevlisi hekimlerin geleceğe dair bakış açılarının, iyimserlik ve kötümserlik düzeylerinin ve umut duygularının incelenmesi amaçlanmıştır. Gereç ve yöntem: Bu araştırma, tanımlayıcı nitelikte olup evreni Necmettin Erbakan Üniversitesi (NEÜ) Tıp Fakültesi dahili ve cerrahi bölümlerinde görev yapan toplam 690 araştırma görevlisi hekim oluşturmaktadır. Gönüllük temelinde 274 araştırma görevlisi hekim çalışmaya dahil edilmiştir. Uygulanan anket formunun ilk bölümünde; sosyodemografik bilgi formu, ikinci bölümünde; Gelecek Vizyonları Ölçeği (GVÖ) yer aldı. Elde edilen veriler SPSS (Statistical Package for Social Sciences for Windows) 20.0 programı kullanılarak analiz edildi. p<0,05 değeri istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Bulgular: Çalışmaya katılan 274 araştırma görevlisi hekimlerin yaş ortalaması 28,46±2,89 yıl, (min=24; maks=42) %60,2’si erkek (n=165) idi. Katılımcıların %45,6’sı evli idi (n=125). Hekimlerin %69,7’si (n=191) dahili bölümlerde iken, %30,3’ü (n=83) cerrahi bölümlerde görev yapmaktaydı. Araştırma sonuçlarına göre, erkek araştırma görevlilerinin (10,39±4,36) kötümserlik alt boyut puanları kadınlar hekimlere (9,12±3,58) göre anlamlı düzeyde daha yüksek bulundu (p=0,012). 29 yaş ve üzeri hekimlerin (20,73±4,17), 29 yaş altı hekimlere göre (19,48±4,83) iyimserlik düzeyleri daha yüksek tespit edildi (p=0,028). Geliri giderinden az olan araştırma görevlilerinin (12,35±4,70) kötümserlik alt boyut puanları geliri giderine göre fazla araştırma görevlisi hekimlere (9,21±3,82) göre daha yüksekti. Geliri giderinden fazla olan hekimlerin (22,78±5,85) umut alt boyut puanları geliri giderinden az olan hekimlere 17,86±5,43) göre anlamlı derecede daha yüksek olduğu saptandı (sırasıyla p=0,012 p=0,006). Tıp fakültesini isteyerek seçen katılımcıların, kararsız veya isteyerek seçmeyen katılımcılara kıyasla iyimserlik alt boyut (sırasıyla 20,51±4,45, 18,44±3,27, 16,95±6,37) ve GVÖ toplam puanlarının (sırasıyla 64,00±10,98, 57,24±8,79, 56,10±17,22) anlamlı derecede daha yüksek olduğu, buna karşın kötümserlik alt boyut puanlarının (sırasıyla 9,12±3,73, 11,76±3,84, 11,60±4,82) istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha düşük olduğu tespit edildi (p<0,05). Üniversite tercihlerinde tıp fakültesi ilk tercihi olan katılımcıların kötümserlik alt boyut puanlarının (9,46±3,84), tıp fakültesi ilk tercihi olmayanlara (12,53±4,82) göre daha düşük olduğu saptandı (p=0,003). TUS’a girmeyi düşünmeyen hekimlerin kötümserlik alt boyut puanları (9,01±3,63), TUS’a girmeyi planlayan hekimlere (11,65±4,30) göre daha düşüktü ve istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,001). Katılımcılar arasında branş tercihi açısından farklılıklar gözlemlenmiş, özellikle branşları aile hekimi olan hekimlerin iyimserlik düzeylerinin (21,53±4,07) cerrahi branşlardaki asistanlara (19,35±4,21) kıyasla daha yüksek olduğu görüldü (p=0,019). Mesleki gelecek ile ilgili en büyük kaygının sağlık sistemindeki aksaklıklar olduğu saptandı (%59,5, n=163). Mesleki kaygı kaynağı olarak sağlık sistemindeki aksaklıkları belirten hekimler (19,47±4,59), hekimlere şiddeti belirten hekimlere (21,17±4,45) göre daha iyimserdi (p=0,048). Ayrıca, branş memnuniyeti ile GVÖ toplam puanı arasında pozitif yönde güçlü ve anlamlı bir korelasyon tespit edildi (r=0,556; p<0,001). GVÖ alt boyutları ile branş memnuniyeti arasındaki ilişkiler incelendiğinde, umut alt boyutunda pozitif yönde orta düzeyde anlamlı bir korelasyon (r=0,437; p<0,001), iyimserlik alt boyutunda pozitif yönde orta düzeyde anlamlı bir korelasyon (r=0,494; p<0,001) ve kötümserlik alt boyutunda negatif yönde orta düzeyde anlamlı bir korelasyon (r=-0,421; p<0,001) olduğu saptandı. Sonuç: Araştırma sonuçları, araştırma görevlisi hekimlerin geleceğe yönelik bakış açılarının mesleki deneyimleri, ekonomik koşulları, çalışma ortamı ve sağlık sistemine dair algıları ile ilişkili olabileceğini göstermektedir. Mesleğe yönelik isteklilik, gelir durumu, branş seçimi ve kariyer planlamasının hekimlerin gelecek vizyonlarını ve psikolojik iyi oluşlarını etkileyebilecek faktörler arasında yer aldığı görülmüştür. Sağlık politikalarının, araştırma görevlisi hekimlerin mesleki tatminini ve psikolojik iyi oluşunu destekleyecek şekilde düzenlenmesi, onların geleceğe dair daha olumlu bir bakış açısı geliştirmelerine katkı sağlayabilir. Bu tür düzenlemeler, mesleki motivasyonu artırarak sağlık hizmetlerinin kalitesine de olumlu yansıyabilir.