Dahili Tıp Bilimleri Bölümü Tez Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 966
  • Öğe
    Çocukluk çağında dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tanısı alan ergenlerde borderline kişilik özelliklerinin gelişimini yordayan faktörlerin incelenmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Emre, Ayşegül Metin; Akça, Ömer Faruk
    Amaç: Çocukluk dönemindeki Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu'nun (DEHB), borderline kişilik bozukluğu (BKB) gelişimiyle sıkça ilişkili olduğu ve DEHB'nin BKB için bir risk faktörü olabileceği literatürde gösterilmiştir. Nörogelişimsel bir bozukluk olan DEHB, genellikle BKB'den önce ortaya çıkmakta ve bu bozukluğun gelişimine zemin hazırlayabilmektedir. Ancak, DEHB ile BKB arasındaki nedensellik ilişkisi ve DEHB'li bireylerde BKB gelişimine yol açan mekanizmalar henüz tam olarak aydınlatılamamıştır. Bu çalışmanın amacı, çocukluk döneminde DEHB tanısı almış ergenlerde borderline kişilik özelliklerinin gelişimini yordayan faktörleri belirlemektir. Yöntem: Bu çalışmaya, 2014-2020 yılları arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Polikliniği’nde DSM-5’e göre DEHB tanısı almış, 13-19 yaş aralığında olan ve dahil edilme kriterlerini karşılayan 168 hasta dahil edilmiştir. Katılımcılara araştırmacı tarafından, sosyodemografik ve klinik veri formu ile Okul Çağı Çocukları İçin Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli-Türkçe Uyarlaması (ÇDŞG- ŞY-T) uygulanmıştır. Ayrıca katılımcılardan Borderline Kişilik Özellikleri Çocuk Ölçeği (BKÖÇÖ) ve Çocukluk Çağı Travmaları Ölçeği’ni (ÇÇTÖ) doldurmaları istenmiştir. Ebeveynler ise Çocuklarda Anksiyete ve Depresyon Ölçeği-Yenilenmiş Formu (ÇADÖ-Y) ve Turgay Yıkıcı Davranış Bozuklukları için DSM-IV’e Dayalı Tarama ve Değerlendirme Ölçeği'ni (T-DSM-IV-Ö) doldurmuşlardır. Bulgular: Bu çalışmada, DEHB’li ergenlerin %69,6’sının borderline kişilik özelliklerinin eşik altı düzeyde, %30,4’ünün ise eşik üstü düzeyde olduğu tespit edilmiştir. Borderline kişilik özellikleri eşik üstü olan bireylerde kız cinsiyet, parçalanmış aile yapısı, sigara ve alkol kullanımı, akran zorbalığına maruz kalma gibi durumların daha sık olduğu gözlemlenmiştir. Ayrıca, bu grupta karşıt olma karşı gelme bozukluğu (KOKGB), anksiyete bozukluğu, davranım bozukluğu (DB) ve depresif bozukluk tanılarının eşik altı gruba göre daha yüksek oranlarda olduğu saptanmıştır. Eşik üstü grupta antipsikotik ilaç kullanımının da daha yaygın olduğu belirlenmiştir. Çocukluktaki DEHB belirtilerini ölçmek için kullandığımız T-DSM-IV-Ö dikkat eksikliği ve hiperaktivite-dürtüsellik alt boyutları ile BKÖÇÖ puanları arasında anlamlı bir korelasyon saptanmamıştır. Mevcut DEHB, KOKGB ve DB belirtilerini ölçen T-DSM-IV-Ö alt boyutları ile BKÖÇÖ toplam puanı arasında pozitif yönde anlamlı bir korelasyon gözlemlenmiştir. ÇÇTÖ toplam ve alt boyut puanları ile BKÖÇÖ alt boyutları arasında pozitif yönde anlamlı bir ilişki olduğu tespit edilmiştir. Regresyon analizi sonucunda, DEHB’li katılımcıların çocukluk döneminde sahip oldukları KOKGB ek tanısının, çocukluk çağı travmalarının, kız cinsiyetin ve yaşın ergenlik döneminde gözlemlenen borderline kişilik özelliklerini yordadığı saptanmıştır. Sonuç: Bu çalışmada, DEHB’li ergenlerde borderline kişilik özelliklerinin gelişimini öngören bazı faktörlerin belirlenmiş olması, borderline kişilik özelliklerinin erken tanısı ve müdahalesi için önemli bir yol gösterici olabilir. Gelecekte yapılacak boylamsal araştırmalar, çocukluk dönemindeki DEHB’nin borderline kişilik özellikleri ile olan ilişkisini ve bu süreçteki mekanizmaları daha iyi anlamaya katkı sağlayabilir.
  • Öğe
    Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tedavisinin borderline kişilik özelliklerine etkisi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Ildız, Rukiye Esra; Akça, Ömer Faruk
    Amaç: Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB) ve borderline kişilik bozukluğu (BKB), yüksek eş tanı oranları ve dürtüsellik, duygu düzenleme güçlükleri, kendine zarar verme davranışı, olumsuz kişiler arası ilişkiler gibi ortak semptomları nedeniyle klinik açıdan ilişkili bozukluklardır. BKB’nin birincil tedavisi psikoterapidir ve kanıtlanmış bir farmakolojik tedavisi bulunmamaktadır. Buna karşın, DEHB tedavisinde ise çocuk ve ergenlerde metilfenidat ve atomoksetin etkinliği kanıtlanmış farmakolojik ajanlardır. Çalışmamızın amacı; 12-18 yaş aralığındaki DEHB tanılı hastalarda metilfenidat ve atomoksetin tedavisinin borderline kişilik özellikleri üzerindeki etkisinin araştırılmasıdır. Yöntem: Çalışmaya dahil edilme ve dışlama kriterlerine uyan, metilfenidat veya atomoksetin tedavisi başlanan 12-18 yaş aralığındaki DEHB tanılı hastalar dahil edilmiştir. Hastalar 12 hafta boyunca tedavi ile takip edilmiştir. Tedavi öncesinde ve 12 haftalık tedavi süreci sonrasında hastalara; Borderline Kişilik Özellikleri Çocuk Ölçeği (BKÖÇÖ), Duygu düzenlemede güçlükler ölçeği (DDGÖ), Barratt Dürtüsellik Ölçeği-Kısa Formu (BDÖ-K), Ergen Disosiyatif Yaşantılar Ölçeği (EDYÖ), Çocuklarda-Anksiyete ve Depresyon Ölçeği Yenilenmiş (ÇADÖ-Y) Çocuk Formu; ebeveynlere ise Turgay Yıkıcı Davranış Bozuklukları DSM-IV’e Dayalı Tarama ve Değerlendirme Ölçeği (T-DSM-IV-Ö) ve Çocuklarda Anksiyete ve Depresyon Ölçeği Yenilenmiş (ÇADÖ-Y) Ebeveyn Formu doldurtulmuştur. Ayrıca kendine zarar verme davranışı olan hastaları belirlemek amacıyla hastalara tedavi öncesinde Kendine Zarar Verme Davranışı Değerlendirme Envanteri (KZVDDE) doldurtulmuştur. Çalışmamızı tamamlayan 50 hastanın 45’i metilfenidat, 5’i atomoksetin ile tedavi edilmiştir. Atomoksetin ile tedavi edilenler örneklem küçüklüğü sebebiyle istatistiksel analiz dışında bırakılmıştır. Bulgular: Çalışmamızda 12 haftalık metilfenidat tedavisi sonrasında DEHB semptomlarında ve borderline kişilik özelliklerinde anlamlı azalma saptandı. Tedavi sonrasında T-DSM-IV-Ö’de dikkat eksikliği, hiperaktivite/dürtüsellik, karşıt olma karşı gelme bozukluğu ve davranım bozukluğu alt ölçeklerinde anlamlı bir iyileşme görüldü. BKÖÇÖ alt ölçekleri ve toplam puanında, DDGÖ farkındalık alt ölçeği hariç diğer tüm alt ölçekleri ve toplam puanında, BDÖ-K ve EDYÖ alt ölçekleri ve toplam puanlarında anlamlı azalma tespit edildi. Ayrıca ÇADÖ-Y çocuk formunda majör depresif bozukluk (MDB), obsesif kompülsif bozukluk (OKB) ve tüm anksiyete alt ölçeklerinde metilfenidat tedavisi ile anlamlı azalma gözlendi. ÇADÖ-Y ebeveyn formunda yaygın anksiyete bozukluğu ve panik bozukluk alt ölçeği hariç diğer tüm anksiyete alt ölçeklerinde, MDB ve OKB alt ölçeklerinde anlamlı azalma saptandı. Hem kızlarda hem erkeklerde BKÖÇÖ, DDGÖ, BDÖ-K ve EDYÖ toplam puanında tedavi sonrasında anlamlı azalma tespit edildi. BKÖÇÖ alt ölçeklerinde tedavinin etkisi cinsiyetlere göre incelendiğinde kızlarda tüm alt ölçeklerde, erkeklerde BKÖÇÖ olumsuz ilişkiler ve kendine zarar verme hariç diğer tüm alt ölçeklerde tedavi ile anlamlı farklılık tespit edildi. BKÖÇÖ kendine zarar verme alt ölçeği, BKÖÇÖ toplam puanı ve BDÖ-K toplam puanında tedavi ile değişimde cinsiyetin etkisi anlamlı saptandı. Cinsiyet ve DEHB semptom değişimi değişkenleri kontrol edildiğinde BKÖÇÖ duygusal düzensizlik alt ölçeği, BKÖÇÖ toplam puanı, DDGÖ, BDÖ-K ve EDYÖ toplam puanlarında anlamlı azalmanın olduğu saptandı. Sonuç: Çalışmamızın sonuçları metilfenidatın ergenlerde borderline kişilik özelliklerini azalttığını göstermektedir. Metilfenidat tedavisinin duygusal düzensizlik, dürtüsellik ve disosiyatif semptomlarda anlamlı iyileşmeler sağladığı tespit edilmiştir. Kızlarda metilfenidat tedavisi ile borderline kişilik özelliklerindeki azalma erkeklere göre daha belirgin saptanmıştır. Tedavi ile dürtüsellik, kendine zarar verme ve toplam borderline kişilik özellikleri puanındaki azalmada cinsiyetin etkisi anlamlı bulunmuştur. Metilfenidatın duygusal düzensizlik, dürtüsellik ve disosiyatif semptomlar üzerindeki etkinliği DEHB semptom değişiminden bağımsızdır. Psikofarmakolojik ajanların ergenlerde borderline kişilik özellikleri üzerindeki etkisini incelemek amacıyla daha büyük örneklemli, daha uzun takip süreli, plasebo kontrollü prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır.
  • Öğe
    Travma sonrası stres bozukluğu oluşturulmuş ratlarda ketojenik diyet ve western diyet ile beslenmenin hipokampal otofaji üzerine etkilerinin incelenmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Karaca, Sena; Şahingöz, Mine
    Amaç: Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) nun patof"zyoloj" yapılan çok sayıda araştırmaya rağmen tam olarak aydınlatılamamıştır. Çalışmamız farklı d"yetler"n TSSB model" oluşturulan ratlar üzer"nde otofaj", nöro"nflamasyon ve anks"yete davranışları üzer"ndek" etk"ler"n" "nceleyerek TSSB’n"n patof"zyoloj"s" ve tedav"s" hakkında l"teratüre katkı sağlamayı hedeflemekted"r. Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda Necmett"n Erbakan Ün"vers"tes" Deneysel Tıp Uygulama ve Araştırma Merkez"’nden (KONÜDAM) tem"n ed"len 120-250 gr yet"şk"n 32 adet erkek W"star ırkı sıçan 4 gruba ayrılarak 3 gruba Akut Uzatılmış Stres (AUS) protokolü "le TSSB model" oluşturulmuştur. Hayvanlar 28 gün süreyle standart, ketojen"k ve western olmak üzere 3 farklı şek"lde beslenm"şt"r. AUS model"n"n ve d"yetler"n ratlar üzer"ndek" etk"ler"n" ölçmek "ç"n 8. Ve 28. Günlerde Yükselt"lm"ş Artı Lab"rent (YAL) test" uygulanmıştır. H"pokampal değ"ş"kl"kler" değerlend"rmek "ç"n enz"m bağlı "mmünosorbent test" (ELISA) yöntem" "le tümör nekroz faktör alfa (TNF-α), "nterlök"n 10 (IL-10), haf"f z"nc"r 3- II (LC3-II), haf"f z"nc"r 3- I (LC3-I), bey"n kaynaklı nörotrof"k faktör (BDNF) düzeyler" ölçülmüş ve "mmunoh"stok"myasal yöntemle becl"n-1, "yon"ze kals"yum bağlayıcı adaptör molekül 1 (Iba-1) düzeyler" saptanmıştır. Bulgular: TSSB sonrası h"pokampal dokuda "ba-1 düzey"n"n arttığı, bel"rlend". Ketojen"k d"yetle beslenme sonrası YAL test"nde açık kollarda geç"r"len süre d"ğer gruplara göre fazla "d". Ketojen"k d"yetle beslenen grupta "ba-1 düzey"n"n arttığı, western d"yetle beslenen grupta "ba-1 ve becl"n-1 düzeyler"n"n kontrol grubuyla benzer olduğu, ketojen"k d"yet ve western d"yetle beslenen grupta IL-10 düzeyler"n"n arttığı ve TNF alfa düzeyler"n"n azaldığı bulundu. Sonuç: Bu çalışma m"krogl"al akt"vasyonun TSSB patof"zyoloj"s"nde yer aldığını göstermekted"r. Aynı zamanda ketojen"k d"yet"n anks"yete davranışlarını azaltıcı etk"ler gösterd"ğ" ve "nflamatuar parametreler" olumlu yönde değ"şt"rd"ğ" bulunmuştur. Otofaj" mekan"zmalarının TSSB’de akt"ve olduğuna da"r bulguların daha kapsamlı araştırmalarla "ncelenmes"ne "ht"yaç vardır. Stres sonrası western d"yet"n akut dönemde olumlu etk"ler" olab"leceğ" bulunmuştu
  • Öğe
    2018-2023 yılları arasında necmettin Erbakan üniversitesi Tıp Fakültesi adli Tıp Anabilim dalı tarafından vertebra travmaları nedeniyle maluliyet raporu düzenlenen olguların değerlendirilmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Kaya, Mustafa; Demirci, Şerafettin
    Amaç: Sanayi ve teknolojinin bu denli geliştiği, karayolları trafik güvenliğinin ve cezai müeyyidelerin belli bir oranda arttığının düşünüldüğü günümüzde insan gücünün hala geçer akçe olduğu iş kollarında yüksek enerji kullanımının yanında değişken hava koşulları ve trafik yoğunluğuyla birlikte insan davranışlarının tamamen kontrol edilemediği şehir içi ve şehir dışı trafiğinde her geçen gün artan trafik kazaları nedeniyle yalnızca ülkemizde değil tüm dünyada vertebra yaralanmaları büyük oranda artmaya başlamıştır. Bunun sonucunda kişiler ve kurumlar yüksek oranda iş gücü kaybına uğramaktadırlar. Bu çalışma Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalına vertebra travmaları nedeniyle maluliyet değerlendirmesi için başvurmuş olan hastaların sosyodemografik özellikleri, olay tarihi, olayın meydana geliş şekli, başvuru şekilleri, yaralanma bölgeleri, yaralanma ağırlıkları, ameliyat bilgileri, yaralanması ve bunun sonrasında ortaya çıkan mevcut son durum muayenelerini retrospektif olarak değerlendirerek vertebral kolon yaralanmalarının ortaya çıkardığı iş gücü kaybına yönelik tespitlerde bulunmak ve maluliyet raporu yazımında kullanılan yönetmeliklerin bu tür yaralanmalara yönelik yapılan son durum muayene bulgularına göre ortaya çıkan arızaları değerlendirmede ne ölçüde yeterli olduklarını açıklamayı amaçlamıştır. Gereç ve Yöntem: Bu çalışma için 01.01.2018 - 31.12.2022 tarihleri içerisinde maluliyet değerlendirmesi için başvurmuş olan 571 olguya ait veriler, hastane otomasyon sistemi ve Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Polikliniği arşivinde retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Olgular ve adli tıbbi kayıtlardan elde edilen veriler; sosyodemografik özellikleri, olay tarihi, olayın meydana geliş şekli, başvuru şekilleri, yaralanma bölgeleri, yaralanma ağırlıkları, ameliyat bilgileri, yaralanması ve bunun sonrasında ortaya çıkan mevcut son durum muayeneleri hususlarında değerlendirilmiştir. Araştırma sonucu elde edilen veriler bilgisayar ortamında SPSS (Statistical Package for Social Sciences) 18.0 paket programı ile analiz edildi. Bulgular: Çalışmamıza 571 olgu dahil edilmiştir. Olguların %61,3 (n=350)’i erkek, %38,7 (n=221)’si kadın cinsiyettedir. Olguların yaş ortalaması 39,61±14,86 iken vakaların %26,6’sının 18-27 yaş aralığında olduğu, olayların en sık yaz aylarında (%33,1) ve Ağustos (%13,3) ayında, en az sıklıkta ise kış aylarında (%18,9) meydana geldiği, olaylarda en büyük grubu %97,9 (n=559) ile trafik kazalarının oluşturduğu görülmüştür. Yaralanma özellikleri değerlendirildiğinde; en fazla yaralanmalarının %58,7 (n=335) ile lomber bölgede olduğu, en fazla yaralanan anatomik yapının %53,1 (n=303) oranında vertebra korpusu olduğu ve gelişen kırıkların niteliğine bakıldığında %51,1 (n=292) oranında çökme (kompresyon) kırığı izlendiği, yükseklik kayıp oranları arasında en büyük grubu %15,4 (n=88) ile %0-25 arası yükseklik kaybının oluşturduğu, olguların %73,6 (n=420)’sının konservatif yöntemlerle takip ve edildiği görülmüştür. Klinik muayene bulguları değerlendirildiğinde; motor kayıp gelişme oranı %11,4 (n=65), duyu kaybı gelişme oranı %8,2 (n=47), yürüyüş bozukluğu gelişme oranı %9,6 (n=55), yürüyüşte patoloji gelişmesi ile birlikte yürümeye yardımcı cihaz kullanımına ihtiyaç oranı %7,2 (n=40), parapleji veya tetrapleji görülme oranı %3,0 (n=17), idrar veya gayta inkontinansı görülme oranı %5,8 (n=33) olarak saptanmıştır. Opere edilen olgularda bu bulguların oranı konservatif olarak takip edilen olgulara göre istatistiksel olarak anlamlı yüksek bulunmuştur. Sonuç: Benzer vertebra arızalarına farklı oranlar tayin eden yönetmeliklerin standardize edilmesi, birbirlerine karşı avantajlı ve dezavantajlı oldukları noktalar tespit edilerek yaş ve mesleki değerlendirmenin kombine edilmesinin yanı sıra arıza listelerinin genel hatlarıyla değil daha ayrıntılı şekilde ilgili branşlar ile iş birliği yapılarak hazırlanması sonucunda ortaya çıkacak yeni bir yönetmeliğin faydalı olacağı düşünülmüştür. Kişilerin son durum muayenelerinin de sistematik bir şekilde yapılması gerektiği, muayenede bulunan hekimler ile maluliyet hakkında aydınlatıcı eğitim toplantıları yapılmasıyla arızaların cetvellere uygun şekilde tanımlanmasının faydalı olacağı kanaatindeyiz.
  • Öğe
    Akut Mezenter İskemide Hypoxia Inducıble Factor 1 Alfa Ve Adrenomedullinin Tanısal Değeri
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Bayındır, Enes; Küçükceran, Kadir
    Akut mezenterik iskemi, oklüzyon, vazospazm veya hipoperfüzyona bağlı olabilen bağırsak kan akışında ani bir azalma olarak tanımlanmaktadır. Erken tanı ve tedavi, akut mezenterik iskeminin prognozunu belirleyen ana faktörlerdir. Özellikle yaşlıları etkileyen bir durum olan akut mezenterik iskeminin tanısı, semptomların subjektif doğası nedeniyle zordur. Sıklıkla hastaların ilk başvuru noktası olan acil servislerde kullanılabilecek objektif belirteçlere ihtiyaç duyulmaktadır. Bu çalışmanın amacı, akut mezenterik iskemi hayvan modelinde adrenomedullin ve hipoksi ile indüklenebilir faktör 1 alfa (HIF1-alfa) düzeylerinin tanısal önemini değerlendirmektir. Gereç ve Yöntem Çalışmamızda toplamda Yeni Zelanda cinsi 21 erkek tavşan kullanıldı, hayvanlar çalışma için üç gruba ayrıldı. Çalışma öncesinde tüm hayvanlardan numune alındı (0.saat). Kontrol grubundan (n=7), basit laparotomiyi takiben sham grubundan(n=7) ve superior mezenterik arter ligasyonunu takiben akut mezenterik iskemi grubundan (n=7) 1, 3 ve 6. saatlerde kan örnekleri alındı. Serum örnekleri adrenomedullin ve HIF1-alfa düzeyleri açısından analiz edildi ve belirteçlerin zamana bağlı değişimleri değerlendirildi. Bulgular İskemi grubunda HIF1-alfa ve adrenomedullin düzeyleri 6. saate kadar artmıştır. Kontrol ve sham gruplarında 1,3 ve 6. saatlerde HIF1-alfa ve adrenomedullin seviyelerinde istatiksel olarak anlamlı artış gözlenmedi. İskemi grubunun 3. saat ve 6. saat HIF düzeyleri sham (sırasıyla p=0.002, p<0.001) ve kontrol gruplarından (sırasıyla p=0.002, p<0.001) istatiksel olarak anlamlı daha yüksekti. İskemi grubunun 1., 3. ve 6. saat adrenomedullin düzeyleri sham (sırasıyla p=0.004, p<0.001, p<0.001) ve kontrol gruplarından (sırasıyla p<0.001, p<0.001, p<0.001) istatiksel olarak anlamlı daha yüksekti. Sonuç Akut mezenterik iskeminin erken teşhisinde HIF1-alfa ve adrenomedullin önemli bir potansiyele sahiptir. Acil servis ortamında, bu belirteçlerin hastanın semptom ve bulgularıyla birlikte dikkate alınması tanısal süreci kolaylaştırabilir
  • Öğe
    Yoğun bakım hastalarına ait rutin EEG sonuçlarının prognostik değeri
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Yıldırım, Büşra Yağmur; Genç, Bülent Oğuz
    Amaç: Prognozu öngörmek, etkin bir tedavi planı yapabilmek, hasta ve hasta yakını ile daha doğru bir iletişim kurabilmek için önemlidir. EEG incelemesi de çeşitli faktörler ile birlikte değerlendirildiğinde prognoz hakkında değerli bilgiler sunmaktadır. Çalışmamızın birincil amacı yoğun bakım ünitelerinde (YBÜ) takipli hastalara ait rutin EEG’lerde elde edilen bulgulardan prognoz üzerinde bağımsız risk faktörü olanların belirlenmesidir. İkincil amaç ise prognoz açısından bağımsız risk faktörü olan EEG bulguları ile klinik, laboratuvar ve görüntüleme yöntemlerinin ilişkisini değerlendirmektir. Metod: Çalışmamızda hastanemiz EEG laboratuvarında çekilmiş olan yoğun bakım hastalarına ait EEG traseleri ve bu hastaların klinik, radyolojik ve laboratuvar bulguları retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Çalışmaya 18 yaş üstünde, herhangi bir nedenle yoğun bakım takibi ve tedavisi gereken ve herhangi bir ön tanı nedeniyle rutin EEG çekilen tüm hastalar dahil edilmiştir. Elde edilen EEG bulgularından prognoz açısından bağımsız risk faktörü olanlar belirlenerek istatistiksel olarak incelenmiştir. Bulgular: Çalışmaya YBÜ’lerde takip edilen ve rutin EEG’leri çekilen 203 hastaya ait veriler dahil edilmiştir. Hastaların 91’i (%44,8) kadın, 112’si (%55,2) erkek olup yaş ortalaması 61,62±18,712 olarak bulunmuştur. Anormal EEG varlığı, trifazik dalga paterni, diffüz serebral disfonksiyon (DSD) ve elektrofizyolojik sessizlik ile mortalite arasında anlamlı ilişki olduğu gösterilmiştir. Lateralize periyodik deşarjların (LPDs) sağkalım üzerinde anlamlı koruyucu etkiye sahip olduğu görülmüştür. Kalsiyum, hemoglobin ve kan şekeri mortalite için anlamlı risk faktörleri olarak elde edilmiştir. Nötrofil/lenfosit oranı (NLO), sistemik immün inflamatuvar indeks (SII) mortalite riskini arttıran bağımsız bir risk faktörü olarak bulunmuştur. YBÜ’de nöbet geçirmiş olmanın mortaliteyi arttırdığı tespit edilmiştir. Tüm değişkenlerin ortak etkisini değerlendiren Enter metodunda mortalite için anlamlı olan invaziv solunum desteğinin bu etkisinin anlamsız etkenlerin elenerek en anlamlı modelin oluşturulduğu Wald metodunda anlamını yitirdiği görülmüştür. Cox regresyon analizinde tüm değişkenler tek tek incelendiğinde Glaskow Koma Skalası (GKS) skorunun mortalite üzerinde anlamlı etkisi saptanmamıştır. Sonuç: Çalışmamızda literatür ile benzer şekilde anormal EEG varlığı, trifazik dalga paterni, DSD ve elektrofizyolojik sessizlik ile mortalite arasında anlamlı bir ilişki olduğu görülmüştür. Ancak literatürün aksine LPDs’nin sağkalım üzerinde anlamlı koruyucu bir etkisi olduğu bulunmuştur. Bu bulgu, LPDs’e sahip bir beyinde epileptogenezis olsa dahi reaktivitenin hala devam ettiği, yaygın beyin hasarına yol açmadığı için yaşam süresi üzerinde koruyucu etkiye sahip olduğu yönünde yorumlanmıştır. Laboratuvar parametrelerinin ve tedavilerin etkisi incelendiğinde ise belirli eşik değerleri ve/veya diğer faktörler ile birlikte değerlendirilmeleri gerektiği tespit edilmiştir. Elde edilen bu bulgular, EEG paternlerinin ve beraberindeki klinik/laboratuvar parametrelerinin, özellikle YBÜ’de takip edilen kritik hastalarda erken dönem prognoz ve mortalitenin tahmin edilmesinde değerli biyobelirteçler olabileceğini göstermektedir.
  • Öğe
    2019-2023 tarihleri arasında neü Meram Tıp Fakültesi Hastanesi'ne madde/alkol kullanım bozukluğu tanısıyla adli rapor düzenlenmesi için başvuran vakaların adli psikiyatrik açıdan retrospektif incelenmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Cihan, Gülnur Gülsüner; Demirci, Şerafettin
    Giriş: Adli birimler içerisinde psikiyatri farklı bir nitelik ile multidisipliner bir yapıya sahiptir. Bu şekli ile yargı sürecine katkıda bulunarak bireyin akıl sağlığı ve cezai ehliyetinin belirlenmesini sağlar. Ülkemizde bu uygulamaları adli psikiyatri birimi gerçekleştirmektedir. Bu çalışmada, madde ve alkol bağımlılığı tanısı ile adli psikiyatri biri tarafından takip edilen hastaların suç davranışının karşılaştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Bu çalışmada, Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Adli Tıp Kliniğinde retrospektif olarak gerçekleştirildi. Alkol ve madde bağımlılığı tanısı olan ve 18 yaşından büyük hastaların demografik verileri, bağımlılık türleri, psikiyatrik tanıları ve adli psikolojik raporları arasındaki ilişki analiz edildi. Bulgular: Çalışmaya 118 katılımcı dahil olurken, %99,2’sini erkek katılımcılar oluşturdu. Katılımcıların %61’i bekar ve %46,2’si ilkokul mezunuydu. Hastalarda ilk maddde kullanım yaşı 18,59±4,97 olarak saptanırken, en sık opiyat kullanımı görüldü. Hastaların %54,2’sinde antissyal kişilik bozukluğu mevcuttu. Hastalarda en sık saptanan suç türü %27,1 ile tehdit, yaralama, ödürme veya teşebbüs olarak gözlendi. Yapılan adli psikiyatrik değerlendirme sonrasında %80,5’inin cezai ehliyeti tam olarak saptandı. Sonuç: Çalışmamızda saptadığımız bulgular sonucunda sıklıkla alkol ve ilaç bağımlılığı olduğu ve bu bireylerin hukuki problemlerle sıklıkla karşılaştığı gözlenmektedir. En sık görülen madde bağımlılığı olan opiyat grubu başta olmak üzeri, bağımlılık gözlenen bireylerin etkin bir şekilde tedavi edilmesinin suç oranları üzerine etkisi olacağı düşünülmektedir.
  • Öğe
    Özofageal varis kanamalı olgularda mortaliteye etki eden risk faktörleri
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Güzel, Muhammed Emin; Demir, Ali
    Amaç: Özofageal Varis kanamaları (OVK), portal hipertansiyon zemininde gelişen ve hastane yatışı esnasında yüksek mortalite riski nedeni ile gelişen önemli bir komplikasyondur. Çalışmamızda sirotik OVK nedeni ile Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi hastanesine başvurarak takip ve tedavi edilen hastaların demografik özellikleri, klinik ve laboratuvar incelemeleri, görüntüleme ve endoskopik incelemeleri, mortalite ve komplikasyonların gelişimi incelenmiş ayrıca bu sonuçların literatür verileri ile kıyaslanması amaçlanmıştır. Olguların mortaliteye etki edebilecek risk faktörleri incelenerek 1,3,6,12 aylık mortalite oranlarının nasıl etkilendiği değerlendirilmiştir. Yöntem: Bu çalışmada 01.06.2014-01.06.2024 yılları arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesinde takip edilen, ‘I85.0 Kanamalı Özofagus Varisleri’ İCD tanı kodu verilen tüm hastalar hastane otomasyon sisteminden retrospektif olarak incelendi. İncelenen olguların diyabetes mellitus (DM), hipertansiyon (HT) ve koroner arter hastalığı (KAH), hepatik ensefalopati (HES), hepatorenal sendrom (HRS) varlığı ve MELD, CHİLD skorlamaları, yatış süresince aldığı tedavileri ve endoskopik işlemleri incelendi. Elde edilen bulgular SPSS 22.0 paket programı kullanılarak analiz edilmiştir. Bulgular: Çalışmamızda yapılan analizler sonucunda hastaların hayatta kalma süreleri kayıt altına alınmış ve mortalite hızı açısından incelenmiştir. İncelenen mortaliteye etki edebilecek faktörler arasında HES, HRS, KAH bulunmasının ve MELD skorunun >18,50 izlenmesinin mortalite açısından etkili risk faktörleri olduğu izlenmiş bu risk faktörlerinin farklı takip sürelerince izlenen mortalite incelenmesinde bağımsız değişken olarak mortalitenin ön gördürücüleri olarak izlenmiştir. DM, HT komorbiditeleri mortaliteye etkisiz izlenmiştir. Sonuç: Bu çalışmada sirotik OVK’ lı hastalarda kısa takip sürelerinde ileri evre MELD skorlamasının ve Koroner Arter hastalığı bulunmasının mortalite oranlarının ciddi düzeyde arttırdığı izlenmiş ayrıca hepatik yetmezlik ilişkili komorbidite durumlardan olan; HES ve HRS’nin sağ kalımı ciddi oranda düşürdüğü izlenmiştir. Mortaliteye doğrudan etki eden bu faktörlere yönelik koruyucu çalışmalar ve tedavi amacı ile yapılan çalışmalardaki gelişmeler hastaların yaşam süresine olumlu katkıda bulunacaktır.
  • Öğe
    Arteryel-venöz karbondioksit farkı ve end-tidal karbondioksit'in sepsis mortalitesini öngörmedeki rolü
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Bilen, İsmail Buğra; Girişgin, Abdullah Sadık
    Amaç: Bu çalışmanın amacı, acil servise başvuran sepsis hastalarında Pv-aCO₂ ve ETCO₂ düzeylerinin mortaliteyi öngörmedeki prognostik değerini araştırmaktır. Yöntem:Sunulan çalışma, 3. basamak bir acil serviste prospektif ve kesitsel olarak gerçekleştirilmiştir. Sepsis tanısı almış hastaların 0. ve 6. saatlerinde Pv-aCO₂, ETCO₂ ve laktat düzeyleri ölçüldü. Hastaların 0. ve 6. Saatte SIRS ve NEWS skorları kaydedildi. Hastaların demografik verileri, vital bulguları, klinik özellikleri, laboratuvar bulguları, mekanik ventilatör ihtiyacı, renal replasman ihtiyacı, kan ürünü replasman ihtiyacı, yoğun bakım kalış süresi ve mortalite sonuçları kaydedilmiştir. Elde edilen veriler, mortalite ile karşılaştırılıp, ilişkili faktörlerin belirlenmesinde kullanılmıştır. ROC analizi ile parametrelerin prognostik performansı değerlendirilmiştir. Bulgular: Çalışmada, 0. ve 6. saatte Pv-aCO₂ ≥6 mmHg olan hastalarda mortalite oranlarının anlamlı derecede yüksek olduğu saptanmıştır (p<0,001). 0. saatte bakılan ETCO₂ değeri <25 mmHg olan hastalarda mortalite oranlarının anlamlı derecede yüksek olduğu belirlenmiştir (p<0,001). Yapılan çalışmalar, Pv-aCO₂ değeri ≥6 mmHg olan hastalarda mekanik ventilatör ihtiyacının yanı sıra vazopressör ve inotrop kullanımında artış olduğunu göstermiştir. Bu bulgular, istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p<0,001). Pv-aCO₂ ve ETCO₂ değerleri arasında negatif korelasyon, Pv-aCO₂ ile laktat düzeyleri arasında ise pozitif korelasyon gözlemlenmiştir. ROC analizi ile Pv-aCO₂ ve ETCO₂ mortaliteyi öngörmedeki prognostik değerinin yüksek olduğu saptanmıştır. Ayrıca, ETCO₂ ve laktat parametrelerinin de mortaliteyi tahmin etmede anlamlı katkı sağlayabileceği belirlenmiştir. Sonuç: Çalışmamız, sepsis hastalarında Pv-aCO₂, ETCO₂ ve laktat düzeylerinin mortaliteyi öngörmede anlamlı prognostik belirteçler olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu parametrelerin klinik pratiğe entegre edilmesi, tedavi kararlarını yönlendirme açısından faydalı olabilir. Bununla birlikte, bu bulguların daha geniş ve farklı hasta gruplarında doğrulanmasının önemi vurgulanmaktadır.
  • Öğe
    Graves hastalarında pan immun inflamasyon değerleri
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Polat, Gamze Çiçekal; Karakurt, Feridun
    Amaç: Graves hastalığı (GH), diffüz guatr ve hipertiroidizm ile karakterize bir çok sistemi etkileyebilen tiroidin otoimmün bir hastalığıdır. Çalışmamızda Graves hastalığında başta Pan İmmune İnflamasyon Değeri (PIV) olmak üzere inflamasyon belirteçlerinin önemini araştırmayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: Çalışmamız için Ocak 2010 - Ocak 2023 tarihleri arasında N.E.Ü. Meram Tıp Fakültesi Hastanesi Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kliniği’ne başvurmuş 1422 Graves hastasından kriterlere uygun 267 hasta birey ve 123 ötiroid sağlıklı kontrol grubu belirlendi. Hematolojik hastalık, malignite, romatolojik ve otoimmün hastalıklar, aktif veya kronik enfeksiyon, kemik iliğini baskılayan ilaç kullanımı ve nutrisyonel eksiklikler olan hastalar dışlandı. Veriler hastanenin HBYS bilgi sistemi üzerinden toplandı. Her iki grup arasında inflamasyon belirteçleri (NLO, TLO, LMO, SII, PIV) karşılaştırıldı. Daha sonra remisyona giren grup (grup 1): en az 12 ay anti-tiroid tedavi (ATİ) sonrası 12 aydan uzun süre ilaçsız izlemde kalabilen hastalar, remisyona girmemiş grup (grup 2): 12 aydan uzun süre remisyona girmemiş veya tedavi sonrası nüks etmiş hastalar olarak belirlendi. Yine her iki grup arasında inflamasyon belirteçleri, TSH, T3, T4, TRAB, TMAB, TGAB, sedimantasyon, CRP, ultrason bulguları, oftalmopati ve sigara kullanımı karşılaştırıldı. Son olarak tedavi grupları arası: anti-tiroid tedavi, RAİ ve cerrahi tedavi gören hastalar arasında aynı parametreler karşılaştırıldı. Araştırma sonucu elde edilen veriler bilgisayar ortamında SPSS (Statistical Package for Social Sciences) 18.0 paket programı ile analiz edildi. Tüm testler için istatistiksel anlamlılık düzeyi p<0,05 olarak kabul edildi. Bulgular: Çalışmamıza dahil edilen Graves hastaları ve kontrol grupların demografik verileri karşılaştırıldığında yaş ve cinsiyet bakımından anlamlı farklılık saptanmadı. Graves hasta grubunda LMO değerleri kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı düşük saptandı (p=0,015). Remisyon (grup 1) ve remisyona giremeyen (grup 2) (antitiroid tedaviye devam eden, RAİ almış olan yada tiroidektomiden yapılanlar) Graves hastalarının inflamasyon belirteçleri ve laboratuvar değerleri karşılaştırıldı. Grup 1’in PLO düzeyleri grup 2’ ye göre istatistiksel olarak anlamlı yüksek bulundu (p=0,044). Grup 1 ve grup 2 arasında nodül, guatr, oftalmopati ve sigara kullanım durumlarının karşılaştırıldı. Grup 2’de guatr varlığı ve oftalmopati varlığı grup 1’e göre istatistiksel olarak anlamlı yüksek bulundu (p=0,037, p=0,020). Graves hastalarının tedavi şekline göre nodül, guatr, oftalmopati ve sigara kullanım durumlarının karşılaştırıldı.Cerrahi yapılan hastaların oftalmopati varlığı diğer tedavi şekilleri uygulanan hastalara göre istatistiksel olarak anlamlı yüksek bulundu (p=0,032).Çalışmaya alınan Graves hastalarının nodül varlığı, guatr varlığı, sigara kullanımı ve oftalmopati varlığına göre inflamasyon belirteç düzeyleri benzer olarak saptandı (p>0,05).Çalışmaya dahil edilen Graves tanılı hastaların inflamasyon belirteçlerinin yaş ve laboratuvar değerleriyle ilişkisi de incelendi. PIV düzeyi ile TSH ve CRP arasında pozitif yönde istatistiksel olarak anlamlı düşük önemsiz korelasyon saptandı (r=0,171, r=0,195, p=0,048, p=0,028). SII indeksi ile T3 arasında negatif yönde istatistiksel olarak anlamlı düşük-önemsiz korelasyon bulundu (r=-0,178, p=0,004). NLO ile TSH arasında pozitif yönde; T3 ve T4 arasında negatif yönde istatistiksel olarak anlamlı düşük-önemsiz korelasyon saptandı (r=0,201, r=-0,242, r=-0,129, p=0,019, p<0,001, p=0,038). Sonuç: LMO değeri Graves hastaları grubunda sağlıklı kontrol grubundan anlamlı derece düşük bulunmuştur. Remisyona giren hastalarda PLO düzeyleri remisyona giremeyenlere göre istatistiksel olarak anlamlı yüksek bulunmuştur. Ancak çalışmanın esas hedefi olan PIV değeri açısından Graves hastaları ve sağlıklı kontrol grubu arasında da remisyona giren ve remisyona girmemiş Graves hastalarında da anlamlı bir farklılık bulunmamıştır. PIV değeri Graves hastalarında tanı anında prognozu ön görmede kullanımı ile ilgili daha kapsamlı çalışmaya ihtiyaç olduğu görülmüşür.
  • Öğe
    Primer Hiperparatiroidili Hastalarda Proadrenomedülin Seviyelerinin İncelemesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Yorgancı, Zahit Furkan; Karaköse, Melia
    Amaç: Primer Hiperparatiroidizm(PHPT) en yaygın rutin biyokimyasal taramada asemptomatik hiperkalsemi ile saptanır. Bununla birlikte, klinik semptomatik şiddetli hiperkalsemiden (paratiroid krizi) normokalsemik PHPT’ye kadar değişen bir kalsiyum homeostazı bozuklukları spekturumunu içerebelir. PHPT, gözlemsel çalışmalarda hipertansiyon, aritmi, ventriküler hipertrofi ve vasküler kapak kalsifikasyonu, karotis intima media kalınlığı (CIMT)’nda artış dahil olmak üzere kardiyovasküler hastalıklarla ilişkili olduğu gösterilmiştir1. Yapılan çalışmalarda pro-Adrenomedülin (pro-ADM) seviyelerinin kardiyovasüler hastalılarda artmış olduğu gösterilmiş olup, yapılan bu çalışmamızda primer hiparatiroidili hastalar ile sağlıklı kontrol grubu arasında serum proaderenomedülin seviyelerinin karşılaştırılması ve kardiovasküler risk faktörleri ile ilişkisinin incelenmesi amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Bu çalışmaya primer hiperparatiroidi tanısı almış 43 hasta ve 34 adet sağlık kontrol grubu dahil edilmiştir. Primer hiperparatiroidi tanısı alan ve takipte olan hastalardan ve kontrol grubundaki kişilerden rutin kontroller sırasında bakılan biyokimyasal tetkikler, antropometrik ölçümler ve pro-Adrenomedülin (pro-ADM) seviyeleri değerlendirilecektir. Aynı zamanda çalışmaya ultrasonografi ile bakılan karotis intima media (CIMT) kalınlığı dahil edilmiştir. Bulgular: Primer hiperparatiroidili hastalar ile kontrol grubu arasında kalsiyum (Ca), fosfor (P), paratiroid hormonu (PTH), alkalen fosfataz (ALP), karotis intima media kalınlığı (CIMT) ve proadrenomedülin değerlerinde anlamlı düzeyde fark saptandı (p=0.000). Yaş, bel, kalça, bel/kalça, VKİ, albümin, TSH, üre, glukoz, HBA1C, kolesterol, LDL, trigliserit, HDL, insülin, D vitamini, CRP değerleri bakımından hiperparatiroidili hastalar ve kontrol grupları arasındaki farklılık istatistiki olarak anlamlı değildir (p>0.05).Hasta ve kontrol gurubu arasındaki yapılan değerlendirmede Pro-adrenomedülin seviyeleri ile kalsiyum ,PTH, ALP ve CIMT değerleri ile pozitif yönlü ilişki tespit edilirken, fosfor ile ters yönlü bir istatistiki ilişki tespit edilmiştir. Sonuç: Çalışmamızda primer hiperparatiroidili hastalarda Pro-ADM düzeylerinin daha yüksek oluğu ve bunun kardiyovasküler risk faktörleri ile korele olduğu saptanmıştır.
  • Öğe
    Akut iskemik inmeli hastalarda diyastolik global longitudinal strain oranının inme üzerine etkisi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Özkan, Meliş; Tokgöz, Osman Serhat
    Amaç: Akut iskemik inme ile kardiyovasküler sistem arasında çift yönlü bir etkileşim bulunmaktadır. Beyin ve kalp arasındaki bu karmaşık ilişkinin anlaşılması büyük önem taşımaktadır. Bu çalışmanın amacı, miyokard fonksiyonunu değerlendirmek için kullanılan yeni bir ölçüm olan kardiyak diyastolik global longitudinal strain oranının, akut iskemik inme ile ilişkisini araştırmaktır. Yöntem: Çalışmamız, prospektif bir vaka-kontrol çalışmasıdır. Akut iskemik inme tanısı almış 80 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Acil servise akut iskemik inme ile başvuran hastaların demografik özellikleri, başvuru anındaki klinik durumları ve biyokimyasal verileri kaydedilmiştir. İnme sonrası ilk 72 saat içinde hastalara ayrıntılı ekokardiyografi yapılmış ve global longitudinal strain (GLS) ölçümleri gerçekleştirilmiştir. Ayrıca, hastaların başvuru anındaki ve inme sonrası birinci ay Modifiye Rankin Skorları (mRS) kaydedilmiştir. Kontrol grubu, inme hastalarıyla benzer vasküler risk faktörlerine sahip; kardiyoloji polikliniğine başvuran 45 bireyden oluşturulmuştur. Kontrol grubunun demografik özellikleri, biyokimyasal verileri ile strain ölçümleri kaydedilmiştir. Veri analizinde, literatürdeki GLS normal değeri ile çalışmamızdaki değerlerin karşılaştırılması için Tek Örneklem t-testi, vaka-kontrol grupları arasındaki farkları incelemek amacıyla parametrik dağılımlar için Student t-testi, nonparametrik dağılımlar için Mann-Whitney U testi ve inmenin GLS değeri üzerine bağımsız bir prediktör olup olmadığını değerlendirmek için Linear Regresyon Analizi, GLS’nin klinik seyir üzerine etkisini araştırmak için ise Tekrarlayan Ölçümlerle Karışık ANOVA Testi kullanılmıştır. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen vakaların yaş ortalaması 69,15 ± 15,74 yıl, kontrol grubunun yaş ortalaması ise 67,38 ± 11,54 yıl olarak tespit edilmiştir. Tek Örneklem t-testinde, GLS değerleri hem vaka grubu (%15,41 ± 3,60) hem de kontrol grubunda (%10,70 ± 2,55) literatürde normal kabul edilen GLS değerinden (GLS değeri alt sınırı=%18) anlamlı derecede düşük saptanmıştır. Vaka ve kontrol grubu GLS değerleri karşılaştırıldığında, vaka grubunda GLS değeri kontrol grubuna göre anlamlı derecede yüksek bulunmuştur (p<0,001). Vaka ve kontrol grubu arasında ejeksiyon fraksiyonu (EF) açısından anlamlı bir fark saptanmamıştır. Akut inmenin GLS artışında bağımsız öngördürücü olduğu ve yüksek GLS değerinin de mRS’ye olumlu yönde etki eden bağımsız bir öngördürücü olduğu tespit edilmiştir. Sonuç: Çalışmamızda hem vaka hem de kontrol gruplarında, literatürde belirtilen normal değerlerin altında bir GLS değeri bulunmuştur. Bu durum, vasküler risk faktörlerinin GLS’de anlamlı bir düşüşe yol açtığını göstermektedir ancak vaka grubunda GLS değerinin kontrol grubuna göre anlamlı derecede yüksek olması, inmenin GLS değerini azaltan değil artıran bir bağımsız değişken olduğunu göstermektedir. EF’nin her iki grupta aynı olması GLS’nin inme patofizyolojisinde EF’den daha hassas bir ölçüm olduğunu ve GLS artışının penumbrayı korumayı amaçlayan kompansasyon mekanizmalarına katkı sağlayabileceğini düşündürmektedir.
  • Öğe
    Acil servise göğüs ağrısı şikayeti ile başvuran hastaların esı triajı ve EDACS değerlendirmelerinin yapay zeka ile karşılaştırılması
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Çınar, Mehmet Okan; Koçak, Sedat
    G􀵴r􀵴ş Ac􀵴l serv􀵴se göğüs ağrısı 􀵴le başvuran hastalarla yapılan bu çalışmada ac􀵴l serv􀵴slerde yaygın olarak kullanılan b􀵴r tr􀵴aj s􀵴stem􀵴 olan Emergency Sever􀵴ty Indeks (ESI) tr􀵴aj kategor􀵴s􀵴n􀵴n ve Emergency Department Assessment of Chest Pa􀵴n Score (EDACS) kard􀵴yak r􀵴sk grubunun yapay zeka algor􀵴tmalarıyla karşılaştırıp l􀵴teratüre katkı sağlamak amaçlanmıştır. Gereç Yöntem Bu çalışma, 01 Ağustos 2024 􀵴le 01 Ocak 2025 tar􀵴hler􀵴 arasında Necmett􀵴n Erbakan Ün􀵴vers􀵴tes􀵴 Er􀵴şk􀵴n Ac􀵴l Serv􀵴s􀵴’nde, göğüs ağrısı olan 18 yaş üstü hastalar üzer􀵴nde tek merkezl􀵴, prospekt􀵴f ve kes􀵴tsel b􀵴r tasarımla toplam 396 hasta üzer􀵴nde gerçekleşt􀵴r􀵴lm􀵴şt􀵴r. Gebel􀵴k durumu, travmaya bağlı göğüs ağrısı, kend􀵴 􀵴steğ􀵴yle taburcu olan ve çalışma 􀵴ç􀵴n onam vermeyen hastalar çalışmaya dah􀵴l ed􀵴lmem􀵴şt􀵴r. Çalışma kapsamında, ayaktan ve ambulans 􀵴le ac􀵴l serv􀵴se başvuran hastaların v􀵴tal bulguları, demograf􀵴k özell􀵴kler􀵴, ESİ tr􀵴aj kategor􀵴ler􀵴, EDACS göğüs ağrısı r􀵴sk kategor􀵴s􀵴 ve ac􀵴l serv􀵴s sonlanımları hasta tak􀵴p formuna kayded􀵴lm􀵴şt􀵴r. Ayaktan başvuran hastaların tr􀵴ajını tr􀵴aj görevl􀵴ler􀵴, ambulansla gelen hastaların tr􀵴ajını 􀵴se hek􀵴mler gerçekleşt􀵴rm􀵴şt􀵴r. Toplanan ver􀵴ler, standart b􀵴r met􀵴n formatında düzenlenerek ChatGPT-4o’ya b􀵴rb􀵴r􀵴nden bağımsız olarak sunulmuş ve s􀵴stemat􀵴k b􀵴r şek􀵴lde hasta tak􀵴p formuna kayded􀵴lm􀵴şt􀵴r. Bulgular Çalışma grubunun yaş ortalaması 51,9±17,6 yıl olup katılımcıların %56,6’sı erkekt􀵴r. Hastaların %78,3’ü ayaktan başvurmuştur. Tr􀵴aj görevl􀵴s􀵴, ayaktan başvurup taburcu ed􀵴len hastaların %57,8'􀵴n􀵴 ESİ Kategor􀵴-2 olarak değerlend􀵴r􀵴rken bu oran yapay zekada %29,1, EDACS ver􀵴s􀵴 ver􀵴len yapay zekada 􀵴se %18,4'tür (p<0,001). Hek􀵴m ve yapay zeka, ambulansla ac􀵴l serv􀵴se başvurup taburcu ed􀵴len hastalarda benzer oranlarda ESİ Kategor􀵴- 2 olarak değerlend􀵴rme yaparken; EDACS ver􀵴s􀵴 ver􀵴len yapay zeka, hastaların %15'􀵴n􀵴 ESİ Kategor􀵴-2 olarak değerlend􀵴rm􀵴şt􀵴r (p<0,001). Kr􀵴t􀵴k hastaların ayırt ed􀵴lmes􀵴nde yapay zeka, hek􀵴m 􀵴le benzer b􀵴r performans serg􀵴lem􀵴ş olup aralarında anlamlı b􀵴r fark saptanmamıştır (p=0,772). Yapay zekaya, kard􀵴yak r􀵴sk gruplaması yapması 􀵴ç􀵴n EDACS 􀵴le aynı ver􀵴ler ver􀵴ld􀵴ğ􀵴nde hastaları daha yüksek r􀵴sk grubunda değerlend􀵴rme eğ􀵴l􀵴m􀵴nde olduğu gözlemlenm􀵴şt􀵴r (p<0,001). Sonuç Yapay zeka tabanlı s􀵴stemler􀵴n, hastaları ver􀵴 tabanlı anal􀵴z yeteneğ􀵴 ve s􀵴stemat􀵴k değerlend􀵴rme özell􀵴kler􀵴 sayes􀵴nde tr􀵴aj görevl􀵴ler􀵴 ve hek􀵴mlere kıyasla hastaların kl􀵴n􀵴k sonlanımıyla daha örtüşen b􀵴r hasta tr􀵴ajı yaptığı gözlenm􀵴şt􀵴r. Bu b􀵴lg􀵴ler ışığında yapay zeka tabanlı s􀵴stemler􀵴n ve EDACS’ın ac􀵴l serv􀵴s tr􀵴ajında kullanılab􀵴l􀵴rl􀵴ğ􀵴, hasta sonuçlarını 􀵴y􀵴leşt􀵴rme ve kaynakları ver􀵴ml􀵴 kullanma potans􀵴yel􀵴 açısından önem taşımaktadır.
  • Öğe
    Yetişkinlerin sağlık okuryazarlığı düzeyinin sağlıklı yaşam farkındalığı ve başarılı yaşlanma üzerine etkisi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Soıytürk, Fatma Yaprakçı; Demirbaş, Nur
    Amaç: Yaş almak ve yaşlanmak kaçınılmaz bir olaydır ve hem dünyada hem de ülkemizde yaşlı nüfus giderek artmaktadır. Toplumların yaşlanmasıyla beraber, kronik hastalıklar, bakım ve sağlık giderleri de artış göstermektedir. Yaşlı nüfus arttıkça yaşlanmanın da sağlıklı ve başarılı bir şekilde olması giderek önemli hale gelmektedir. Başarılı ve sağlıklı yaşlanmayı etkileyen birçok faktör vardır. Bunlardan birisi de son dönemde gündemde olan sağlık okuryazarlığıdır. Sunulan çalışmada yaşlılıktan bir önceki dönemde bulunan yetişkinlerin (45-65 yaş) sağlık okuryazarlığı düzeyinin, sağlıklı yaşam farkındalığı ve başarılı yaşlanma üzerine etkisinin değerlendirilmesi amaçlandı. Gereç ve yöntem: Tanımlayıcı ve kesitsel nitelikteki bu çalışmaya yüzde on hata payı ilave edilerek en az 415 yetişkinin çalışmaya dahil edilmesi planlandı. Oluşturulan anket formu 45-65 yaş arasındaki yetişkinlere Google Forms ile online ve araştırmacı tarafından yüz yüze görüşme yöntemi ile uygulandı. Oluşturulan anket formunda; sosyodemografik bilgiler, bireylerin sağlık, aktivite, beslenme, sosyal yaşam, manevi inanç, yaşam memnuniyetine ilişkin sorular, Sağlık Okuryazarlığı Ölçeği – Kısa Form, Başarılı Yaşlanma Ölçeği ve Sağlıklı Yaşam Farkındalığı Ölçeği yer almaktaydı. Veriler SPSS (Statistical Package for Social Sciences for Windows) 20.0 programı kullanılarak analiz edildi. p<0,05 değeri istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Bulgular: Çalışmaya katılan 400 katılımcının %52,5 (n:210)’i kadın, %81 (n:324)’i evli, %45,4 (n:182)’ü üniversite/yüksekokul ve üzeri eğitim düzeyine sahipti. Katılımcıların yaş ortalaması 52,33 ± 5,87 (min:45, maks:65) yıl idi. Katılımcıların %24,7 (n:99)’si fiziksel aktivite açısından aktif, %22,7 (n:91)’si yeterli ve dengeli beslenmeye her zaman dikkat ediyordu. Katılımcıların %30,5 (n:122)’i ilgi alanı ile ilgili seminer, konferans vb. eğitime katılmıştı, %36,8 (n:147)’inin hobisi vardı. Katılımcıların eğitim durumları ve SOÖ-KF’den alınan puanlar kıyaslandığında; üniversite/yüksekokul mezunu grubun aldığı puan (33,66 ± 8,07), ilköğretim mezunu grubun aldığı (29,93 ± 8,79), ortaöğretim mezunu grubun aldığı (26,72 ± 6,75) ve lise mezunu grubun aldığı puandan (29,93 ± 8,16) anlamlı olarak yüksekti (sırasıyla p=0,004, p<0,001, p=0,002). Çalışan katılımcıların BYÖ alt boyutlardan ve ölçeğin tamamından aldığı puanlar, çalışmayan katılımcıların BYÖ alt boyutlardan ve ölçeğin tamamından aldığı puanlardan anlamlı olarak yüksekti (p<0,05). Üniversite/yüksekokul mezunu grubun, SYFÖ değişim alt boyutundan aldığı puan (21,01 ± 3,46), ilköğretim mezunu grubun aldığı puandan (19,58 ± 4,39) ve ortaöğretim mezunu grubun aldığı puandan (18,75 ± 4,42) anlamlı olarak yüksekti (sırasıyla p=0,033, p=0,004). SOÖ-KF’den alınan toplam puanlar ile katılımcıların algılanan sağlık durumları, kronik hastalık durumları, kullanılan ilaç durumları, tanı almış psikiyatrik rahatsızlıkları arasında anlamlı fark bulunmaktaydı (p<0,05). Kronik hastalığı olmayanların BYÖ sağlıklı yaşam biçimi alt boyutundan aldığı puan (8,87 ± 1,79) ve BYÖ toplamından aldığı puan (53,43 ± 10,92), kronik hastalığı olanların sağlıklı yaşam biçimi alt boyutundan aldığı puana (8,41 ± 1,74) ve BYÖ toplamından aldığı puana (51,09 ± 10,79) göre anlamlı olarak yüksekti (sırasıyla p=0,012, p=0,035). Yeterli ve dengeli beslenme durumuna her zaman dikkat eden grubun SYFÖ sosyalleşme, sorumluluk, beslenme alt gruplarından ve ölçeğin toplamından aldığı puanlar, yeterli ve dengeli beslenmeye kısmen dikkat eden ve hiç dikkat etmeyen grubun aldığı puanlardan anlamlı olarak yüksekti (p<0,05). BYÖ ve alt boyutlarının tamamından alınan puanlar ile katılımcıların ilgi alanıyla ilgili eğitim, seminer vb. alma durumları, hobi durumları, yaşam kalitesi ve yaşam memnuniyeti durumları arasında istatiksel olarak anlamlı fark vardı (p<0,05). Arkadaşları ile her zaman görüşen grubun SYFÖ sosyalleşme, sorumluluk alt boyutlarından ve SYFÖ toplamından aldığı puanlar, arkadaşları ile ara sıra görüşen grubun aldığı puanlardan daha yüksekti (sırasıyla p=0,007, p=0,046, p=0,011). “SOÖ-KF” ile “BYÖ” karşılaştırıldığında aralarında pozitif yönde orta düzeyde anlamlı korelasyon tespit edildi (r=0,425, p<0,001). “SOÖ-KF” ile “SYFÖ” arasında da pozitif yönde orta düzeyde anlamlı korelasyon tespit edildi (r=0,464, p<0,001). Sonuç: Yapılan çalışmada cinsiyet farkının, birlikte yaşanılan kişilerin ve çocuk sahibi olma durumunun sağlık okuryazarlığını, başarılı yaşlanmayı ve sağlıklı yaşam farkındalığını etkilemediği görüldü. Eğitim düzeyi ile sağlık okuryazarlık puanı arasında pozitif bir ilişki vardı. Eğitim düzeyinin artması hem bağımsız olarak hem de sağlık okuryazarlığını artırarak bireylerin sağlıklı yaşam farkındalığını ve başarılı yaşlanma düzeylerini artırmıştı. Kendi sağlık durumlarını çok iyi ve iyi olarak algılayan katılımcıların sağlık okuryazarlık ve başarılı yaşlanma düzeyleri, sağlık durumlarını orta ve kötü olarak algılayan katılımcılara göre daha yüksekti. Fiziksel aktivite yapan ve beslenmesine dikkat eden bireylerin, sağlık okuryazarlığı, sağlıklı yaşam farkındalığı ve başarılı yaşlanma puanları arasında pozitif bir ilişki vardı. Sosyal olarak aktif olan, hobisi olan, yaşam kalitesini iyi olarak değerlendiren ve yaşamdan memnun olan bireylerin başarılı yaşlanma düzeyleri daha yüksekti. Başarılı ve sağlıklı yaşlanmayı etkileyen birçok faktör bulunmaktadır. Bu konuyla alakalı toplumdaki her kesime görev düşmektedir. Hekimler de bu konuda önemli bir konumdadır. Özellikle aile hekimleri bireylerin hastalık ve tedavi sürecinin yanında, hasta olmadan önce yapılan sağlık taramalarını, sosyal ve kültürel yaşamını, fiziksel aktivite ve beslenme durumunu, kötü alışkanlıklarını, ruhsal durumunu, ailevi özelliklerini de takip edebilir. Başarılı ve sağlıklı yaşlanmak için de gerekli olan bu faktörlerle alakalı olarak, bireyi yönlendirebilir ve bireylere danışmanlık yapabilir
  • Öğe
    Her-2 pozitif meme kanserli hastalarda neoadjuvan kemoterapi sonrası her-2 diskordansı ve prognoz üzerine etkisi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Kul, Ayşe; Araz, Murat
    Amaç: Kadınlarda en sık görülen kanser türü meme kanserd4r. Kansere bağlı ölümler arasında 4k4nc4 en sık görülen kanser türüdür. Meme kanser4 de d4ğer kanser türler4 g4b4 erken tanı aldığında ve tedav4ye erken başlanıldığında tam yanıt alınab4len, ölüm oranlarında azalma sağlanılan, kür sağlanılab4len ve tedav4s4 olan b4r kanser türüdür. Son yıllarda yapılan çalışmalarda yen4 tedav4 modal4teler4 gel4şt4r4lm4şt4r. Lokal 4ler4 meme kanser4nde Neoadjuvan kemoterap4 (NAKT) standart tedav4d4r. NAKT' ye patoloj4k tam yanıt (pCR) sağlamak hastalıksız sağ kalım oranlarının ve hastaların morb4d4te, mortal4te oranlarının azalması açısından onkoloj4k ve kl4n4k olarak öneml4 b4r hal almaktadır. Hastaların tedav4 yanıtını ve prognozlarını bel4rlemek 4ç4n çeş4tl4 b4yobel4rteçler tesp4t ed4lm4şt4r. HER2 bu bel4rteçlerden b4r4d4r. Ant4-HER2 tedav4ler4n HER2 poz4t4f hastalarda kemoterap4ye eklenmes4yle onkoloj4k açıdan anlamlı 4y4leşmeler yapılan çalışmalarda tesp4t ed4lm4şt4r. Son zamanlarda yapılan çalışmalarda Neoadjuvan tedav4 sonrası HER2 değer4nde değ4şmeler4n olduğu tesp4t ed4lm4ş ve bu değ4ş4m4n prognoz üzer4nde etk4s4 çalışmalara konu olmuştur. Bu çalışmada kl4n4ğ4m4zde HER2 poz4t4f meme kanserl4 hastalarda neoadjuvan tedav4 sonrası HER2’dek4 değ4ş4m4 ve bu değ4ş4m4n prognoz üzer4ndek4 etk4s4n4 araştırmayı amaçladık. Yöntem: Çalışmaya Meram Tıp Fakültes4 Hastanes4 Tıbb4 Onkoloj4 Kl4n4ğ4ne 2010-2023 yılları arasında başvuran, HER2 poz4t4f meme kanser4 tanısı konulan ve neoadjuvan tedav4 alan, tedav4 sonrası cerrah4 yapılan 105 hasta dah4l ed4ld4. Hastaların tıbb4 arş4v dosyalarından elde ed4len demograf4k, kl4n4k, patoloj4k, radyoloj4k, laboratuvar tahl4l sonuçlarının özell4kler4 retrospekt4f olarak 4ncelend4. Çalışmada HER2 poz4t4f meme kanser4 tanısı alan hastaların neoadjuvan tedav4 sonrası HER2 değ4ş4m4 ve bu değ4ş4m4n prognoz üzer4ndek4 etk4s4 4stat4st4ksel anal4zler yapılarak değerlend4r4ld4. Bulgular: HER2 + olan ve NAKT alan hastalarda HER2 d4skordansının ve bu d4skordansın prognoz üzer4ne etk4s4n4n araştırıldığı çalışmamızda 105 hasta mevcuttu. Bu hastaların %80’ 4ne neoadjuvan tedav4 olarak trastuzumab ver4ld4ğ4, %81,9’ unda adjuvan HER2 tedav4s4n4 tamamladığı tesp4t ed4ld4. Hastaların %41’ 4nde patoloj4k tam yanıt vardı. Hastaların %14,3’ ünde HER-2 2+, %78,6’ sında HER-2 3+’ t4. Patoloj4k tam yanıt görülmeyen 62 hastanın tanı yaşı ortalaması 52,79 4d4. Patoloj4k tam yanıt görülenler4n k4loları, vücut yüzey alanı ve VKİ’ 4 tam yanıt görülmeyenlerden daha düşük saptandı (p<0,05). Patoloj4k tam yanıt görülmeyenler4n VKİ gruplamasında obez olma oranı anlamlı daha yüksekt4 (p=0,007). Patoloj4k tam yanıt görülmeyenlerde patoloj4k tümör çapı, poz4t4f lenf nodu sayısı daha yüksek saptandı(p<0,001). Hastaların patoloj4k tam yanıt varlığı 4le genel ve progresyonsuz sağkalım süres4 arasında 4stat4st4ksel olarak anlamlı fark saptanmadı (sırasıyla p=0,513; p=0,941). Patoloj4k tam yanıt görülmeyen 62 hastadak4 HER2 değ4ş4m4 4ncelend4ğ4nde hastaların %56,5’ 4nde(n=35) HER2 değ4ş4m4 olmadığı (poz4t4f-poz4t4f), %43,5’ 4nde (n=27) HER2 değ4ş4m4 olduğu (poz4t4f-negat4f) saptandı. HER2 değ4ş4m4 olan ve olmayan hastaların tanı yaşı, k4lo, vücut yüzey alanı, VKİ benzerd4 (p>0,05). HER2 değ4ş4m4 olan ve olmayan hastalarda tanı yaş grubu, VKİ grubu açısından anlamlı farklılık saptanmadı (p>0,05). HER-2 değ4ş4m4 olan ve olmayan hastaların b4yops4de östrojen ve progesteron poz4t4fl4ğ4 görülme oranı, cerrah4 DCIS, LVİ, PNİ varlığı, patoloj4k tümör çapı, poz4t4f lenf nodu sayısı ve cerrah4 k4-67 oranları benzerd4. HER-2 değ4ş4m4n4n hastaların genel sağkalım süres4 üzer4nde anlamlı etk4s4 olmadığı saptandı (p=0,273). HER-2 cevabının progresyonsuz sağkalım süres4 üzer4nde anlamlı etk4s4 olmadığı bel4rlend4 (p=0,491). Sonuç: Neoadjuvan kemoterap4 sonrası hastaların %43' ünde HER2 d4skordansı saptanmıştır. HER2 d4skordansı olanlar ve olmayanlar arasında hastalıksız ve genel sağkalım açısından anlamlı farklılık saptanmamıştır.
  • Öğe
    Palmoplantar psöriazis, palmoplantar ekzema ve plak psöriaziste immünohistokimyasal olarak ölçülen IL-17, IL-23, IL-36 ekspresyonlarının ayırıcı tanı ve tedavi seçimine etkisinin belirlenmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Bulut (Kaya), Şeyma; Dursun, Recep
    Amaç Psör􀵴az􀵴s vulgar􀵴s er􀵴teml􀵴 sedef􀵴 skuamlı plaklarla seyreden kron􀵴k 􀵴nflamatuar b􀵴r hastalıktır ve vücutta klas􀵴k lokal􀵴zasyonları dışında 􀵴ntertr􀵴g􀵴nöz bölgeler, saçlı der􀵴 ve palmoplantar bölge g􀵴b􀵴 özel bölge tutulumları da olmaktadır. Psör􀵴az􀵴s patogenez􀵴ndek􀵴 s􀵴tok􀵴nler􀵴 hedefleyerek etk􀵴 eden b􀵴yoloj􀵴k ajanlar psör􀵴az􀵴s tedav􀵴s􀵴nde çığır açmıştır ancak bu ajanların palmoplantar bölgedek􀵴 etk􀵴nl􀵴kler􀵴 vücuda göre daha yavaş ve geç olmaktadır. Bu sebeple palmoplantar psör􀵴az􀵴s (PPP) patogenez􀵴n􀵴n klas􀵴k psör􀵴az􀵴sten farklı olab􀵴leceğ􀵴 düşünülmekted􀵴r. Palmoplantar bölgede hem psör􀵴az􀵴s hem de ekzema kron􀵴k l􀵴ken􀵴f􀵴ye, h􀵴perkeratot􀵴k ve f􀵴ssürlü plaklarla karşımıza çıkmakta ve bu durumda kl􀵴n􀵴k ayırıcı tanı zor olab􀵴lmekted􀵴r. H􀵴stopatoloj􀵴k olarak bu 􀵴k􀵴 hastalığı ayırt etmek 􀵴ç􀵴n yapılan çalışmalarda küçük nüanslar dışında çoğu h􀵴stopatoloj􀵴k bulgunun 􀵴k􀵴 hastalıkta da ortak görüldüğü tesp􀵴t ed􀵴lm􀵴şt􀵴r. Psör􀵴az􀵴s vulgar􀵴s patogenez􀵴nde çoğunlukla Th17/Th1 hücreler􀵴 ve 􀵴l􀵴şk􀵴l􀵴 s􀵴tok􀵴nler aracılık ederken ekzema patogenez􀵴nde çoğunlukla Th2 hücreler􀵴 ve 􀵴l􀵴şk􀵴l􀵴 s􀵴tok􀵴nler aracılık etmekted􀵴r. Palmoplantar psör􀵴az􀵴s vücuttak􀵴 psör􀵴at􀵴k plaklara göre tedav􀵴ye daha d􀵴rençl􀵴 b􀵴r bölge olup ayrıca palmoplantar egzema 􀵴le kl􀵴n􀵴k ve h􀵴stopatoloj􀵴k olarak çok karışan b􀵴r ant􀵴ted􀵴r. Çalışmamızda 􀵴mmünoh􀵴stok􀵴myasal olarak IL-17, IL-23 ve IL-36 sev􀵴yeler􀵴n ölçümü 􀵴le hem palmoplantar psör􀵴az􀵴stek􀵴 tedav􀵴 d􀵴renc􀵴n􀵴n sebeb􀵴 araştırılmış hem de bu s􀵴tok􀵴nler􀵴n palmoplantar ekzema 􀵴le ayırıcı tanısına katkısının araştırılması amaçlanmıştır. Çalışmamız aynı hastanın akral ve non-akral bölgedek􀵴 plaklarından aynı anda alınan b􀵴yops􀵴 materyal􀵴nde 􀵴mmünoh􀵴stok􀵴myasal olarak IL-17, IL- 23 ve IL-36 ekspresyonunu değerlend􀵴ren 􀵴lk çalışma olacaktır. Böylece palmoplantar psör􀵴az􀵴s ve vücuttak􀵴 plak psör􀵴az􀵴s lezyonlarının 􀵴mmünopatogenez􀵴ndek􀵴 farklılıkların v tesp􀵴t ed􀵴lmes􀵴 amaçlanmaktadır. Ayrıca palmoplantar psör􀵴az􀵴s ve palmoplantar egzamanın (PPE) ayırt ett􀵴r􀵴c􀵴 h􀵴stopatoloj􀵴k özell􀵴kler􀵴 ve bu 􀵴k􀵴 hastalıktak􀵴 􀵴mmünoh􀵴stok􀵴myasal IL- 17, IL-23, IL-36 ekspresyonlarında farklılık olup olmadığının tesp􀵴t ed􀵴lmes􀵴 de amaçlanmaktadır. Gereç ve yöntem Çalışmaya Ocak 2020- Şubat 2024 tar􀵴hler􀵴 arasında Necmett􀵴n Erbakan Ün􀵴vers􀵴tes􀵴 Tıp Fakültes􀵴 Hastanes􀵴 Dermatoloj􀵴 Anab􀵴l􀵴m Dalına başvuran kl􀵴n􀵴k ve h􀵴stopatoloj􀵴k olarak doğrulanmış 25’􀵴 yalnızca PPP, 25’􀵴 PPE ve 23’ü palmoplantar psör􀵴az􀵴s yanında vücutta eşl􀵴k eden plak psör􀵴az􀵴s􀵴 olan toplam 73 hasta retrospekt􀵴f dah􀵴l ed􀵴ld􀵴. Hasta dosyaları taranarak ve hastalara telefonla ulaşılarak hastaların demograf􀵴k ve kl􀵴n􀵴k bulguları elde ed􀵴ld􀵴. B􀵴yops􀵴 sırasında çek􀵴len fotoğraflardan hastalık ş􀵴ddet skoru hesaplandı. H􀵴stopatoloj􀵴k değerlend􀵴rme 􀵴ç􀵴n patoloj􀵴 arş􀵴v􀵴ndek􀵴 Hematoks􀵴len-Eoz􀵴n 􀵴le boyalı preperatlar kullanıldı. İmmünoh􀵴stok􀵴myasal 􀵴nceleme 􀵴ç􀵴n paraf􀵴ne gömülü doku bloklarından üç m􀵴kron kalınlığındak􀵴 doku kes􀵴tler􀵴 alındı ve IL-17, IL-23, IL-36α ant􀵴korları 􀵴le boyandı. İmmünoh􀵴stok􀵴myasal boyalı preparatlar tek patolog tarafından Olympus BX46 ışık m􀵴kroskobunda 􀵴ncelend􀵴. IL-17, IL-23 ve IL-36α ekspresyonları, ep􀵴dermal ve dermal alanlar 􀵴ç􀵴n ayrı ayrı 􀵴mmünoh􀵴stok􀵴myasal boyanma skoru hesaplanarak değerlend􀵴r􀵴ld􀵴. İmmünoh􀵴stok􀵴myasal boyanma skoru 􀵴se 􀵴mmün boyanmanın yoğunluğu ve poz􀵴t􀵴f boyanan hücreler􀵴n sayısı puanlanıp (kerat􀵴nos􀵴tler, lenfos􀵴tler, endotel hücreler􀵴 ve f􀵴broblastlar) çarpılarak elde ed􀵴ld􀵴. Bulgular Akral bölgedek􀵴 psör􀵴at􀵴k plaklarda non-akral bölgelere göre dermal IL-17 ve IL-36 boyanma skorları daha düşüktü ve 􀵴stat􀵴ksel anlamlılık mevcuttu. IL-23 ekspresyonu da akral bölgede daha düşüktü ancak 􀵴stat􀵴ksel anlamlılık saptanmadı. PPE hastalarında PPP hastalarına göre daha yüksek dermal IL-17 ve IL-23 ekspresyonu saptandı. PPE ve PPP hastalarında dermal IL-36 ekspresyonu benzer oranlardaydı. Her üç s􀵴tok􀵴n􀵴n de ep􀵴dermal ekspresyonları her üç grupta da benzer oranlardaydı. PPP ve PPE h􀵴stopatoloj􀵴k ayırıcı tanısında konfluen parakeratoz, h􀵴pogranüloz, regüler psör􀵴az􀵴form h􀵴perplaz􀵴, rete sırtlarında anastomoz, pap􀵴ller derm􀵴ste d􀵴late ve tortuöz kap􀵴llerler g􀵴b􀵴 bulgular PPP’de daha fazla görülmekteyd􀵴. Sonuç IL-17, IL-23 ve IL-36 ekspresyonlarının palmoplantar alanda vücuda göre düşük olmasının, bu bölgelerdek􀵴 psör􀵴az􀵴s plaklarının b􀵴yoloj􀵴k ajan tedav􀵴ler􀵴ne vücuttak􀵴 plaklara göre neden daha az yanıt verd􀵴ğ􀵴n􀵴n b􀵴r açıklaması olab􀵴leceğ􀵴 düşünüldü. PPE grubunda IL-17 ve IL-23 ekspresyonunun PPP grubuna göre daha yüksek olmasının bu s􀵴tok􀵴nler􀵴n ekspresyonunun hastalık ş􀵴ddet􀵴, süres􀵴 ve maruz kalınan ajan g􀵴b􀵴 sebeplerden etk􀵴lenmes􀵴ne bağlı olab􀵴leceğ􀵴 ve ayırıcı tanıda kullanılmalarının uygun olmayacağı sonucuna varıldı. PPP ve PPE h􀵴stopatoloj􀵴k ayırıcı tanısında konfluen parakeratoz, h􀵴pogranüloz, regüler psör􀵴az􀵴form h􀵴perplaz􀵴, rete sırtlarında anastomoz, pap􀵴ller derm􀵴ste d􀵴late ve tortuöz kap􀵴llerler g􀵴b􀵴 bulgular PPP’de daha fazla görülse de bu 􀵴k􀵴 hastalığı ayırt edecek kes􀵴n tanı kr􀵴terler􀵴 olarak bel􀵴rlenemeyeceğ􀵴 sonucuna ulaşıldı.
  • Öğe
    Pulmoner emboli şiddeti ve mortalitesini öngörmede qanadli skoru ve modifiye şok indeksinin rolü
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Karaçadır, Oğuz; Küçükceran, Kadir
    Giriş: Pulmoner emboli, venöz sistemde meydana gelen trombüsün pulmoner arteryel sisteme embolize olmasıdır. Akut başlangıçlı bir tablo olup ciddi kalp yetmezliği ve ölümle sonuçlanabilir. Hastane içi ölüm oranı %4, 30 günlük mortalitede %13’tür. Hastalığın şiddetini ve mortlite riskini öngörecek yeni paramatrelere ihtiyaç vardır. Bu neden ile çalışmamızda acil servise başvuran pulmoner emboli hastalarının hastalık şiddetini, hastane içi mortalite ve 7 günlük erken mortaliteyi öngörmede Qanadli skoru ile Modifiye Şok İndeksinin rolünü göstermeyi amaçladık. Gereç ve yöntem: ENLIL HBYS sistemi kullanılarak 1 Mart 2019 - 29 Şubat 2024 tarihleri arasında hastanemiz acil servisinde 18 yaş ve üstü PBTA çekilen 3401 hasta saptandı. 3401 hastadan 574 taneside PE saptandı. PE tanısı alan hastalardan travma nedeniyle başvuran 7 hasta, sistemde eksik verisi olan 1 hasta çalışmadan çıkarıldı. Çalışma 566 hasta ile gerçekleştirildi. Çalışmaya dahil olan hastalar retrospektif olarak incelendi. Hastaların PESI, sPESI, Şok İndeksi, Modifiye Şok İndeksi, Qanadli Skoru parametreleri hesaplandı. Bunlara ek olarak SI ve MSI’ne yeni bir çarpan olarak hastanın 1/arteriyel oksihemoglobin saturasyonu yüzdesi eklenip SI*1/SpO2 ve MSI*1/SpO2 skorları hesaplandı. Hasta grupları şiddetli/şiddetli olmayan ve mortal/mortal olmayan olarak gruplandırıldı. Şiddetli/şiddetli olmayan grup için PESI skorlaması referans alındı, PESI skorlamasından 85 puan ve altı hesaplananlar düşük, 86 puan ve üstü hesaplananlar yüksek risk kabul edildi. Mortal/mortal olmayan gruplar hastane içi mortalite var/yok ve 7 günlük mortalite var/yok şeklinde gruplandırıldı. Verilerin istatistiksel analizi IBM SPSS Version 25.0 (Armonk, NY: IBM Corp) programı kullanılarak gerçekleştirildi. Mortaliteyi (0-7 gün / hastane içi ) ayırt etmede araştırdığımız PESI, sPESI, SI, SI*1/SpO2, MSI, MSI*1/SpO2 ve QANADLI parametrelerinin belirleyiciliği ROC analizleri ile değerlendirildi. Şiddeti ayırt etmede araştırdığımız SI, SI*1/SpO2, MSI, MSI*1/SpO2 ve QANADLI parametrelerinin belirleyiciliği ROC analizleri ile değerlendirildi. İstatistiksel anlamlılık p<0,05 ve p<0,001 düzeyinde kabul edildi. Bulgular: Hastaların ortalama yaşı 69,11 ± 15,77 yıldır. Vakaların 296’sı (%52,3) kadın, 270’i (%47,7) erkektir. Vakaların 443’ü (%78,3) yüksek risk, 123’ü (%21,7) düşük risktir. Vakaların %11,1’i 0-7 gün içinde mortaldir. Hastane içi mortalite oranı %22,1’dir. 0-7 gün içinde mortal olan grubun ortalama PESI, sPESI, SI, SI*1/SpO2, MSI ve MSI*1/SpO2 düzeyleri mortal olmayan gruptan istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek bulundu (p<0,001). 0-7 gün içinde mortal olan grubun QANADLI skoru, mortal olmayan gruptan istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek bulundu (p=0,005). 0-7 gün mortaliteyi ayırt etmede ROC analizi sonucunda PESI (AUC 0,807; p<0,001), sPESI (AUC 0,723; p<0,001), SI (AUC 0,775; p<0,001), SI*1/SpO2 (AUC 0,784; p<0,001), MSI (AUC 0,772; p<0,001), MSI*1/SpO2 (AUC 0,784; p<0,001) ve QANADLI (AUC 0,607; p 0,005) değerleri hesaplandı. Hastane içinde mortal olan grubun ortalama PESI, sPESI, SI, SI*1/SpO2, MSI, MSI*1/SpO2 ve QANADLİ skoru düzeyleri mortal olmayan gruptan istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek bulundu (p<0,001). Hastane içi mortaliteyi ayırt etmede ROC analizi sonucunda PESI (AUC 0,802; p<0,001), sPESI (AUC 0,762; p<0,001), SI (AUC 0,765; p<0,001), SI*1/SpO2 (AUC 0,796; p<0,001), MSI (AUC 0,767; p<0,001), MSI*1/SpO2 (AUC 0,800; p<0,001) ve QANADLI (AUC 0,655; p<0,001) değerleri hesaplandı. PESI yüksek risk grubun ortalama sPESI, SI, SI*1/SpO2, MSI ve MSI*1/SpO2 düzeyleri PESI düşük risk grubundan istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek bulundu (p<0,001). PESI risk kategorilerini ayırt etmede ROC analizi sonucunda SI (AUC 0,632; p<0,001), SI*1/SpO2 (AUC 0,708; p<0,001), MSI (AUC 0,647; p<0,001), MSI*1/SpO2 (AUC 0,725; p<0,001) ve QANADLI (AUC 0,727; p<0,001) değerleri hesaplandı. Sonuç: PE tanısı alan hastaların şiddeti ve mortaliteyi değerlendirmede hastanın kliniği ve vital bulguları önemlidir. Acil serviste PE hastalarının hızlı yönetimi için vital bulgular üzerinden kolaylıkla hesaplanacak olan MSI*1/SpO2 skoru, embolinin o hastada oluşturduğu patofizyolojik etki ve klinik ciddiyeti ön görmede değerlidir. PE tanısı alan hastalarda şiddeti ve mortaliteyi ön görmede MSI*1/SpO2 skoru değerlidir. Qanadli skoru şiddeti ön görmede değerlidir, fakat MSI*1/SpO2 skoru mortaliteyi ön görmede Qanadli skorundan daha güçlüdür.
  • Öğe
    2020-2023 yılları arasında N.E.Ü hastanesiadli tıp polikliniği' ne trafik kazasınedeniyle adli rapor düzenlenmesi içinbaşvuran olguların retrospektifincelenmesi
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Şen, Ahmet Ruşen; Demirci, Şerafettin
    Giriş ve amaç: Trafik kazaları, dünya çapında yaralanmalara, ölümlere ve sakatlıklara sebep olan küresel bir halk sağlığı problemidir. Trafik kazaları özellikle çocuk ve genç yaş bireylerin ölümlerinin en büyük sebebi durumundadır. Bu çalışmada, Necmettin Erbakan Üniversitesi Hastanesi Adli Tıp Anabilim Dalı Polikliniği’ne trafik kazası sonrası haklarında adli rapor düzenlenmesi amacıyla yönlendirilen hastaların tıbbi kayıtları değerlendirilmiştir. Bu belgelerden elde edilen verilerden, olguların demografik özellikleri, kaza tarihleri, trafikte bulunma şekilleri, koruyucu ekipman kullanımı, alkol kullanımı ve yaralanan vücut bölgelerinin değerlendirilmesi yapılarak yaralanmaların Türk Ceza Kanunu’ nda Tanımlanan Yaralama Suçlarının Adli Tıp Açısından Değerlendirilmesi Rehberi parametrelerine göre incelenmesi gerçekleştirildi. Çalışmadan elde edilen bulgular doğrultusunda literatüre katkı sağlayarak trafik kazalarının bireyler üzerinde ki etkilerinin belirlenmesi ve trafik kazalarının önlenebilmesi için yapılması gereken tedbirlere yönelik farkındalık oluşturulması amaçlanmıştır. Gereç ve yöntem: Bu çalışma verileri, adli makamlar tarafından 01 Ocak 2020 – 31 Aralık 2022 tarihleri arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Hastanesi Adli Tıp Anabilim Dalına trafik kazası ile yaralanma sonucu adli rapor düzenlenmesi için yönlendirilmiş 711 olgunun acil servis epikrizleri, genel adli muayene raporları, konsültasyon notları, çekilen direkt grafi ve bilgisayarlı tomografi görüntüleri, laboratuvar testleri, epikriz notları ve poliklinik kontrol muayenelerine ait kayıtları ve Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Polikliniği arşivi ile hastanemiz ENLİL (hastane otomasyon sistemi) ve PACS (dijital görüntüleme sistemi) sistemlerinden faydalanılarak geriye dönük olarak değerlendirilmiştir. Bulgular: Trafik kazası sonucu yaralanan olguların 501’i (%70,5) erkek, 210’u (%29,5) kadın olarak belirlenmiştir. Olguların 168’i (%23,6) <18 yaş, 142’si (%20,0) 19-27 yaş grubundaydı. Trafik kazalarının mevsim olarak en fazla sonbahar mevsiminde, ay olarak ise en fazla %13,6’lık oran ile Temmuz ayında gerçekleştiği ve gün olarak %15,8 ile en fazla Cuma günü gerçekleştiği görüldü. Kaza türü olarak %41,5’inin araç içi trafik kazası, %47,7’sinin araç dışı trafik kazası olduğu saptandı. Araç içi trafik kazası olgularının %79,0’ının (n=233) otomobil ile, araç dışı trafik kazası olgularının ise %44,2’sinin (n=150) motosiklet ile gerçekleştiği görüldü. Olgularda en sık yaralanan bölge %58,1 ile baş/boyun bölgesi olarak saptandı. Kafa içi organlar tüm olgularda en fazla yaralanan organ olarak tespit edildi. Tüm olgularda yaralanmaların %26,4’ünün basit tıbbi müdahale ile giderilebilir nitelikte olduğu, %30,8’inde yaşamsal tehlike oluşturacak nitelikte olduğu görüldü. Tüm olguların %65,8’inde kemik kırığı geliştiği, araç dışı trafik kazası olgularında daha fazla kemik kırığı geliştiğinin ve kırıkların daha ağır nitelikte olduğunun tespit edildi. Tüm olgularda en fazla kırılan kemiğin kosta kemikleri olduğu görüldü. Sonuç: Trafik kazalarına bağlı yaralanma ve ölümlerin azaltmak için ülke çapında trafik eğitim seferberliği başlatılmalı ve çocukluk çağından itibaren trafik eğitimi verilerek trafik kültürü oluşturulmalıdır. Trafik kazalarının daha sık gerçekleştiği dönemlerde denetimler artırılarak trafik kurallarına uyum artırılmalıdır. Karayolu trafik yükünü azaltmak için demir yolu, hava yolu ve deniz yolu ulaşımı teşvik edilmelidir. Trafik güvenliğinin artırılması için ileri güvenlik sistemleriyle donatılmış yeni araçların kullanımı teşvik edilmelidir. İncinebilir yol kullanıcılarının kask ve koruyucu ekipman kullanımı, araç içi sürücü ve yolcuların emniyet kemeri kullanımı, çocuk koltuğu kullanımı sağlanmalıdır. Ülke genelinde bisiklet yollarının daha yaygın olması yönünde çalışmalar yapılmalıdır.
  • Öğe
    Annelerdeki Sosyal Medya Bağımlılığının Çocuk Anne İlişkisine Etkisinin Araştırılması
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Emre, Mustafa; Küçükceran, Hatice
    Amaç: Hayatımızda çok hızlı yer edinen sosyal medya yaşamın bir parçası haline gelmiştir. Sosyal medyanın bilinçsiz kullanımıyla sosyal medya bağımlılığı da artmaktadır. Bağımlılığın artması tüm ilişkileri olumsuz etkilemektedir. Bu ilişkilerden belki de en önemlisi anne çocuk ilişkisidir. Bu çalışmada sosyal medya bağımlılığı olan annelerin çocukları ile ilişkilerinin değerlendirilmesi amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Tanımlayıcı nitelikteki bu çalışmaya, evrendeki birey sayısı bilinmediği için, %5 hata payı, %95 güven aralığı ile en az 385 kişi dâhil edilmesi gerektiği hesaplandı. Çalışmada eksiksiz doldurulan 401 anket formu analiz edildi. Oluşturulan anket formu, annelerin yoğun olarak bulunduğu Necmettin Erbakan Üniversitesi (NEÜ) Tıp Fakültesi hastanesinde bekleme alanlarında yüz yüze görüşme yöntemiyle uygulandı. Anket formu; sosyodemografik özellikler, anne sosyal medya kullanım süresi ve çocuğun ekran maruziyetiyle ilgili soruları içermekteydi. Ayrıca Bergen Sosyal Medya Bağımlılık Ölçeği (BSMBÖ), Çocuk Ana-baba İlişki Ölçeği (ÇAİÖ) ankette yer aldı. BSMBÖ altı ifadeden oluşmakta ve alınan puanlar arttıkça annelerin sosyal medya bağımlılık düzeyi artmaktadır. ÇAİÖ ‘çatışma’ ve ‘olumlu ilişki’ olmak üzere iki alt boyuttan oluşmakta ve alınan puanlar arttıkça anne-çocuk ilişkisinin olumsuz olduğunu ifade eden bir ölçektir. Statistical Package for Social Sciences for Windows (SPSS) 20.0 programı kullanılarak analiz edildi. p<0,05 değeri istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Bulgular: Çalışmaya katılan bireylerin yaş ortalaması 34,2±4,4 (min=24; maks=47) yıl olup, %52,4’ü (n=210) 34 yaş ve altındaydı. Katılımcıların %81’i (n=325) ailelerini çekirdek aile olarak tanımladı ve %95,0’ı (n=381) eşiyle birlikte yaşıyordu. Annelerin %55,4’ünün (n=222) eğitim durumu yüksekokul/üniversiteydi, %49,4’ü (n=198) çalışıyor ve %57,6’sı (n=231) gelir düzeyini gelir gidere eşit olarak belirtti. Katılımcıların çocuklarının %39,7’si (n=159) 6 yaşındaydı, %76,8’i (n=308) erkekti ve %76,3’ü (n=306) okula/kreşe gitmekteydi. Çocukların %74,5’ine (n=299) evde anneleri bakım veriyordu. Çalışmaya katılan annelerin %81,8’i (n=328) sınırsız internet bağlantısına sahipti ve ortalama sosyal medya kullanım süresi 2,08±1,38 (min=0,20; maks=12) saat/gün idi. Annelerin %63,3’ü (n=254) sosyal medya kullanımlarının aile ilişkisini etkilemediğini düşündüğünü, %50,4’ü (n=202) çocuklarına yemek yerken telefon/tablet izletmediğini ve %38,6’sı (n=155) çocuğuna sıklıkla kitap okuduğunu belirtti. Yaşı 34 ve altı olan, çalışan, eğitim durumu üniversite olan ve sınırsız internet bağlantısına sahip olan katılımcıların BSMBÖ puanları anlamlı olarak daha yüksekti (p<0,05). İlk çocuğu olan, tek çocuğu olan, çocuğu erkek cinsiyette olan ve yemek yerken çocuğuna telefon/tablet izleten annelerin BSMBÖ puanları anlamları olarak daha yüksek bulundu (p<0,05). Çocuğuna sıklıkla kitap okuyanların ÇAİÖ toplam (51,30±10,18) ve olumlu ilişki alt boyut (20,03±3,65) puanı ile hiçbir zaman kitap okumayanların ÇAİÖ toplam (57,06±9,59) ve olumlu ilişki alt boyut (22,60±5,96) puanları arasında anlamlı fark tespit edildi (sırasıyla p=0,012, p=0,006). Çocuk dijital ekran süresi ile ÇAİÖ toplam puanı (r=0,142), olumlu ilişki alt boyutu (r=0,113), çatışma alt boyutu (r=0,112), BSMBÖ (r=0,142) arasında pozitif yönde zayıf düzeyde anlamlı kolerasyon olduğu tespit edildi (sırasıyla, p=0,04, p=0,023, p=0,025, p=0,004). BSMBÖ’den aldıkları puanlar ile ÇAİÖ toplam puanı (r=0,238), çatışma alt boyutu (r=0,270), arasında pozitif yönde zayıf düzeyde anlamlı kolerasyon olduğu saptandı (p<0,001). Sonuç: Sunulan çalışmada yaşı daha genç, üniversite mezunu ve sınırsız internete sahip annelerin sosyal medya bağımlılıklarının fazla olduğu bulundu. Sosyal medya bağımlılığının anne çocuk ilişkisini olumsuz yönde etkilediği görüldü. Bu olumsuz etkiden korunmak için bütüncül yaklaşımıyla aile hekimleri; sadece çocuğu değil aile bireylerini de değerlendirmeli, oluşabilecek problemler açısından bilgi vermeli ve sosyal medyanın bilinçli kullanımı için aileleri uyarmalıdır.
  • Öğe
    Çölyak hastalığı olan çocuklarda ekstraintestinal bulguların değerlendirilmesi ve prevalansı
    (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2025) Doğan, Methiye; Yücel, Aydın
    Çölyak hastalığı (ÇH), genetik olarak duyarlı bireylerde glutene maruziyet sonrası immünolojik mekanizmaların tetiklenmesi ile ince bağırsakta inflamasyona sebep olan, gastrointestinal ve ekstraintestinal bulguların görülebildiği kronik bir rahatsızlıktır. ÇH’de geçmiş yıllara göre hem en sık görüldüğü yaş ileriye kaymış hem de tanı şekli gastrointestinal sistem (GİS) semptomlarından çok ekstraintestinal semptomlara değişmiştir. Bunun en önemli sebeplerinden biri ÇH’de ekstraintestinal bulguların farkındalığının artmasıdır. Öyleki ÇH’de tek başvuru şikayeti ekstraintestinal semptomlar bile olabilmektedir. Çalışmamızda ekstraintestinal bulguların ÇH’deki önemini göstermek için ÇH’de ekstraintestinal bulguların sıklığını tespit edip, hastalarımızdaki ekstraintestinal bulgularla ÇH’nin klinik ve laboratuvar bulguları arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarmayı amaçladık. Çalışmaya 6 ay ile 18 yıl aralığında, Ocak 2008 ile Ocak 2023 tarihleri arasında biyopsi ile çölyak tanısı almış, en az bir yıl düzenli poliklinik takiplerine gelen 176 hasta dahil edildi. Hastaların başvuru yaşı, cinsiyet, başvuru anındaki boy ve kilo gibi demografik bilgileri, başvuru şikayetleri, tanı anındaki ve takipteki ekstraintestinal bulguları, laboratuvar bulguları, genetik tahlil sonuçları, biyopsi sonuçları ve diyete uyumları retrospektif ve kesitsel olarak değerlendirildi. Hastaların %70,5’i (n=124) kız, %29,5’i (n=52) erkekti. Hastaların tanı anında yaş ortancası 109,5 ay, %97,2’si iki yaş üstünde idi. Hastaların tanı anında nütrisyon durumlarına bakıldığında %52,2’si normal, beş yaş altındaki hastaların %26,7’si hafif malnütre, beş yaş üstü hastaların %24’ü hafif malnütre, %11’i orta derece malnütre, %4’ü ağır malnütre idi. Hastaların tanı anında %34,1’i sadece ekstraintestinal semptomlarla, %30,1’i sadece GİS semptomlarıyla başvurdu, %13,1’inde hem ekstraintestinal hem gastrointestinal semptomlar vardı. Hastaların %22,7’si ise herhangi bir şikayeti olmadan tarama ile tanı aldı. Hastaların tanı anındaki ve takipteki ekstraintestinal bulguları incelendiğinde tanıda %79 hastanın, takipte %60,8 hastanın ekstraintestinalekstraintestinal bulgusu vardı. Tanıda görülen ekstraintestinalekstraintestinal bulgular sırasıyla; hematolojik hastalık (57,6), endokrinolojik hastalık (%43,9), kas-iskelet hastalığı (%29,5), hepatolojik hastalık (%12,9), dermatolojik hastalık (%4,3), nöropsikiyatrik hastalık (%3,6) idi. Takipte görülen ekstraintestinalekstraintestinal bulgular sırasıyla; hematolojik hastalık (%64,5), kas-iskelet hastalığı (%31,8), endokrinolojik hastalık (%15,0), dermatolojik hastalık (%9,3), nöropsikiyatrik hastalık (%9,3) ve hepatolojik hastalık (%0,9) idi. Sonuç olarak atipik ÇH tipik ÇH’den daha sıktı. ÇH’de ekstraintestinal ve gastrointesinal şikayetlerle başvuru oranları benzerdi. Ekstraintestinal bulgular tanıda ve takipte yüksek sıklıkta görüldü. Glutensiz diyet ile ekstraintestinal bulguların takipte ortaya çıkması arasında anlamlı ilişki mevcuttu. Bu sonuçlara dayanarak ÇH ile ekstraintestinal bulgular arasında güçlü bir ilişki olduğunu gösterdik.