Sayı 2 (1986)
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Güncel Gönderiler
Öğe Türkiye'de genel ve özel din sosyolojisi ile ilgili bir bibliyografya denemesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, 1986) Bayyiğit, MehmetSosyoloji, XIX. yüzyıl sonlarıyla XX. yüzyılın başında kendini felsefi görüşlerden sıyırarak bağımsız bir ilim haline gelir. Tecrübî bir ilim olarak sosyoloji, toplumları ve sosyal olayları metodolojik ve sistematik olarak inceleme iddiasındadır. Batı'da sosyolojinin felsefi bir geleneği vardır. Sosyoloji, felsefi düşüncenin toplum olayları üzerine eğilmesi sonucu doğmuştur. Bizde ise, İbn-i Haldun'un tesiriyle sosyolojinin ilk habercileri tarihçiler olmuştur. Kâtip Çelebi, Naima, Müneccimbaşı, Pirizâde, Ahmet Cevdet Paşa, Mizancı Murat Bey bunun örnekleridir. Özellikle Ahmet Cevdet Paşa, tarihi sosyolojik açıdan ele alan ilk tarihçidir. Türkiye'ye Batılı anlamda sosyoloji, II. Meşrutiyet döneminde Auguste Comte'un kurup, Durkheim'in geliştirdiği sosyoloji okulunun fikirlerini benimseyen Ziya Gökalp ile, Le Play'in kurduğu sosyal ilim (Science sociale) okulunun görüşlerini savunan Prens Sabahattin vasıtasıyla girdi. Sosyolojinin önemli bir bölümünü teşkil eden ''Din Sosyolojisi, bir tecrübe ilmi olarak, sosyoloji ile hemen hemen aynı tarihte yani XX. yüzyılın başlangıcında kurulmuştur.'' Klasik dönem sosyologlarının bir çoğunun, din fenomeni üzerinde önemle durdukları göze çarpmaktadır. Zaten, din sosyolojisinin klasik sayılabilecek çalışmaları da bu dönemin mahsulüdür. Türkiye'ye, sosyoloji ile birlikte din sosyolojisi de Ziya Gökalp ile girmiştir. Ziya Gökalp'in üzerinde önemle durduğu konulardan birisi dindir. İstanbul Dar'ül-fünunu Edebiyat Fakültesinde kurduğu ''İlm-i İçtima'' kürsüsünde, genel sosyoloji yanında ilerlemiş talebeye de özel sosyoloji sahasında, dinî sosyoloji, hukuk sosyolojisi gibi dersler verdiği biliniyor.Öğe Federal Almanya'daki Türk çocuklarının eğitim problemleri(Necmettin Erbakan Üniversitesi, 1986) Tavukçuoğlu, MustafaMüslüman Çocukların ve Gençlerin Durumu Bugün Federal Almanya'da yabancı ailelere mensup 0-18 yaş arası 1,5 milyona yakın çocuk yaşamaktadır. Bunlardan yaklaşık 650.000'i Türk çocukları ve gençleridir. Diğer Müslüman ailelere ait çocuk ve genç sayısı ise yaklaşık 700.000 civarındadır. Bu sonuçla 1985 yılında Almanya'daki İlkokulda okuyan çocuklardan her onda birinin Müslüman çocuğu olduğu hesaplanabilir. Bölgesel dağılım muhakkak ki farklıdır. Nüfusun yoğun olduğu endüstri bölgelerinde Müslüman ailelere mensup çocukların üçte biri veya daha çoğunun geldiği Anaokulları, İlkokullar ve Liseler vardır. Diğer bölgelerde bu oran yok denecek kadar azdır. Pek çok Müslüman aile yıllardan beri Alman'da kalmaktadır. Tarihi tecrübeler etnik, kültürel ve dini azınlıkların birleşmelerinin belli bir zamana ihtiyaç olduğunu göstermektedir. Bu zamana ulaşmak için birçok neslin geçmesi gerekir. Bu ise zor gerçekleşebilen bir olaydır. Daha çok sayıdaki Müslüman topluluğun varlığı, kendileri ve Alman toplumu için birçok problemleri ve görevleri de beraberinde getirmektedir. Tamamen farklı değerler ve gelenekler içinde yaşayan insanlar, karşılıklı hoşgörüyü ve bir toplum içinde beraberce yaşamayı öğrenmelidirler. Fakat bu sorun çabuk halledilememekte ve bu meseleye bugün bile yetkililer cevap verememektedir. Bundan da öte, Müslüman çocukların ve gençlerin eğitimi ve yetiştirilmeleri görevi göz önünde bulundurulmalıdır. Özellikle burada doğmuş yabancılardan birçoğu, sosyal münasebetlerin kaynağına Almanya'da ulaşmaktadır. Onlar asıl vatanlarına yabancı kalmaktadırlar. Yabancı çocukların ve gençlerin sayıları fazla olmasına rağmen, onlar yine de Alman toplumunun ve kendi memleketinin normları ve değerleri arasında gerilim içinde yaşamaktadırlar. İslâm'ın ve Hristiyanlığın farklı dini örf ve âdetleri olması nedeniyle bu gerilim onlarda artmaktadır. Her iki kültürdeki inançlar, davranış şekilleri ve prensipler, Müslüman çocukları ve gençlerini çelişkili bir ortama götürmektedir. Onlar bu güç şartlar altında büyümektedirler. Alman okullarında ve eğitim kurumlarında yabancı çocukların uyum meselesi, özel tedbirlerle onların korunması geçen yıllarda ciddi bir şe- kilde ele alınmıştır. Pek çok eğitimci ve öğretmen bu göreve bizzat kendilerini vermişlerdir. Fakat bu gayret tatminkâr olmamış ve ülkedeki ekonomik kriz nedeniyle daha da kötüye gitmiştir. Bu durum özellikle Türk çocukları ve gençlerini de ilgilendirmektedir. Onlardan yalnız bir kısmı ortaokulu ve meslek eğitimini bitirmektedirler. Bugün bile işsiz Türk gençlerinin sayısı hayli yüksektir. Bu çocukların ve gençlerin iş dünyasına girmelerini kolaylaştırmak acil sosyo-politik bir görevdir. Burada büyüyen insanlara Almanya doğumlu hissini uyandırarak, Alman toplumun- da hayat hakkı tanımak, bu uzun vadeli yolda atılan en önemli adım olacaktır.Öğe The emergence of the exact science in Islam(Necmettin Erbakan Üniversitesi, 1986) Kuşpınar, BilâlBefore Islam came to the Arabian Peninsula, the Arabs were living an ordinary life; they had been interested in poetry, oratory, discourses and folk tales not in the preservation of ideas and records in writing. However, the Arabs, like the other nations, possessed some knowledge that they took from the early nations which had lived before. To this knowledge, they added some new knowledge from their observation, experiences, abilities and traditions. After the rise of Islam, a bright life began to appear in the Arabian Peninsula. Changes were evident from the point of political, economical, cultural and scientific views. Because our subjecmatter is exact science we shall not go into detail, but only in order to have an opinion here an interesting point will be emphasized. The Arabs were burying baby girls alive, for they believed that the girls were lower than boys. Islam came and abolished such habits in order to establish the equality of the sexes. As for the beginning of the exact sciences, it is not possible to determine when they appeared; however, when looked up to the main references of Islamic history it is possible to acquire that the Muslims tried roughly. Chronologically, the history of Muslims can be subdivided into four such as the time of the Prophet, Caliphate, Umayyads and Abbasids.Öğe Nübüvvetin ilmi icazı(Necmettin Erbakan Üniversitesi, 1986) Itr, Nureddin; Saklan, Bilal; Saklan, BilalResulullah (s.a.v)'ın büyük mucizelerinden bir kısmı da onun ilmî mucizeleridir. Bunların mucize oluşu, Peygamber (s.a.v)'in okuma yazma bilmediği gibi, hiç bir kimseden de din ve dünya ile ilgili ilim almamasından kaynaklanmaktadır. Yarımadadaki kavmi de ümmî olup, kaynakların bize bildirdiğine göre, bölgede okuma yazma yok denecek kadar azdır. Bununla beraber O, ilimle gelmiş, ma'rifetle gönderilmiştir. Öyle ki, kendisine ilk inen âyet-i kerîmeler, ''Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku. Rabbin nihayetsiz kerem sâhibidir. Ki O, kalemle (yazı yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini O öğretti.'' (Alak 1-5) olmuştur. Bu yüce Peygamberin (s.a.v.) mucizelerinden birisi de; O'nun, berrak ve köklü davetinde doğru düşünceyi ve yaratılışın su götürmez ger- çeklerini gösteren akli deliller getirmesidir. Nitekim, Kur'an-ı Kerim de yaratılışın gerçeklerinden vukuf ile bahsetmekte ve insanlara noksan sıfatlardan münezzeh olan Rablerini tanıtıcı doğru şahitler getirmektedir. Bundan dolayı insanlık asırların geçmesine, ilmin ilerlemesine rağmen Kur'an-ı Kerim'in tesbit etmiş olduğu yaratılışın genel kaidelerinin dışına çıkamamıştır. Bu durum, Kur'an-ı Kerim'in yalnızca Allah'tan sâdır olduğunu gösterdiği gibi, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ilminin de yine yalnızca Allah'tan geldiğini göstermektedir.Öğe Okulda ruh sağlığı(Necmettin Erbakan Üniversitesi, 1986) Büyükkaragöz, S. SavaşBeden sağlığı, vücudu meydana getiren organlardan her birinin normal ve sağlam olması, organların birbirleriyle uyumlu bir bütün halinde çalışması, insanın çevre değişkenlerine uyabilmesi gibi üç ana şartın bir sonucudur. Bunlar var olduğu müddetce insan bedensel bir rahatlık içindedir. Ancak, sadece bedenen sağlıklı olmanın, insanın rahat ve huzur içinde yaşamasına yeterli olmadığı, insanın fizyolojik hayatı yanında onunla karşılıklı etkileşim halinde bir de psikolojik hayatımızın olduğu gerçeği vardır. İnsanın, eksiksiz bir sağlığa yani beden sağlığı yanında ruh sağlığına da erişebilmesi için, hem çevre şartlarının, fiziki ve sosyal yönlerden geliştirilmesi, hem de kişiliğimizin hissi, fikri ve sosyal yönlerden olumlu tavır ve alışkanlıklarla pekiştirilmesi gerekmektedir. Bu pekiştirmenin gerçekleştirilmesinde ruh sağlığı bilgisine ihtiyaç vardır. Çünkü ruh sağlığı bilgisinin konusu, kişinin olumlu olarak hayata uyum sağlaması ile ilgili şartların araştırılması, kişinin iç dünyası ve çevresi ile barış içinde olduğu dengeli bir kişiliğin gerçekleştirilmesidir. Ruh sağlığı nedir? sorusuna Dünya Sağlık Teşkilatı (W.H.O.)'nın tanımıyla cevap verirsek: Ruh sağlığı, insanın öteki insanların ruh sağlığı ile uyuşabilen ölçüde, vücut, zekâ ve duygu bakımından en uygun bir şekilde gelişebilmesinde bir toplumun gerekli ortamı hazırlamasıdır. Bir başka deyişle ruh sağlığı, insanın hayatta rastladığı değişikliklere ve problemlere, tatmin edici bir şekilde uyum sağlatabilme yeteneğidir. Ruh sağlığı ile, iyi bir ruh sağlığını devam ettirme ve besleme kastedilmektedir. Ruh sağlığı açısından, toplumda aileden sonra okul en önemli bir kurumdur. Bu yazıda okulun ruh sağlığına etkileri, okul ortamı öğretmenin kişiliği, programlar ve sınavlar açısından ele alınacaktır.Öğe İlk iki asırda fıkıh(Necmettin Erbakan Üniversitesi, 1986) Uzunpostalcı, MustafaEn son ilâhî din olan ''İslâm Dini'' bugüne kadar bozulmadan gelmiştir. Bundan sonra da kıyamete kadar bu durumunu sürdüreceğinde şüphe yoktur. Ancak her devirde İslâm Dini'ni farklı anlayanlar çıkmıştır. Bu farklı anlamalar ve onu farklı yorumlamalardan ortaya çıkan görüşlerin az veya çok taraftar bulduğu da bir gerçektir. Bazan bu görüşler Müslümanların büyük çoğunluğu tarafından benimsenip uzun yıllar yaşanmış ve geliştirilerek yaşatılmış, bazan da bunların taraftarları zaman içinde tükendiği için, bu görüşler tarihe karışmışlardır. Taraftar bulup asırlarca yaşayan ve bir ''mezhep'' haline gelen görüşlerin sahipleri, aralarındaki az veya çok, fakat esasta değil de teferruattaki farklılıklar sebebiyle birbirlerine karşı ithamkâr davranmadıkları halde, zaman zaman bu farklı düşüncelerin taraftarları birbirlerine karşı ters davranışlarda bulunmuşlar, çeşitli şekillerde birbirlerini itham da etmişlerdir. Şüphesiz bu ayrı düşüncelerin esas kaynağını ''sahâbe'' ve ''tâbiîn'' devirleri âlimlerinin düşünce ve anlayışları teşkil etmiştir. Eğer bunların farklı düşünceleri bir delile dayanıyorsa o zaman ayrı düşüncelerin insanlarının birbirlerini itham etmeleri gerekmez. Fakat bir delile dayanmıyorsa o vakit durumu buna göre değerlendirmek gerekecektir. Bu sebeple bu devirlerdeki farklı anlayışlar ve bunların sebepleri iyi bilinmelidir. Diğer İslâmî ilimlerde de olduğu gibi, ''Fıkıh'' ilminin de ilk anlayış örneklerini ilk tatbik şekillerini ''sahâbe'' ve ''tâbiin'' devirlerinde bulacağımız şüphesizdir. Bu bakımdan biz de konuyu bu açıdan değerlendirerek, Hz. Peygamber a.s. Efendimiz hayatta iken ''Fıkh''ın durumu ne idi ve sonraki devirlerde ne oldu? Bunu ortaya koymak istiyoruz.Öğe Hz. Peygamber'in müşriklerle yaptığı bazı andlaşmalar(Necmettin Erbakan Üniversitesi, 1986) Kapar, Mehmet AliHz. Peygamber'in İslâm'ı tebliği sırasında Mekke ve Medine'de muhtelif din mensuplarıyla münasebeti olmuştur. İslâm bir sulh dini olduğu için Rasûlüllah da muhataplarını İslâm'a davette daha çok andlaşma yolunu tercih etmiştir. Arabistan toplumunun ekseriyetle müşriklerden meydana geldiği dikkate alınırsa Hz. Peygamber'in de nübüvveti boyunca en çok müşriklerle meşgul olduğu görülür...Öğe Ma'ruf er-Rusafi'nin Arap dili ve edebiyatıyla ilgili eserleri(Necmettin Erbakan Üniversitesi, 1986) Matlub, Ahmed; Uzun, Tacettin; Uzun, TacettinMa'ruf b. Abdulğanî er-Rusafi, çağında Irak ve Arapların büyük şairidir. O, Şiiriyle Arap milletinin elem ve emellerini dile getirmiş, bütün sevinç ve kederleriyle hayatı tasvir etmiştir. 1877 yılında Osmanlıların idaresindeki Bağdad'da doğmuş, 16 Mart 1945 cuma sabahı yine Bağdad'da ölmüştür. Hayatı boyunca çok tatlı ve mükemmel şiirler yazmıştır. Er-Rusafi, mükemmel şiir yazmakla meşhur oluşunun ve çağdaş Arap şairlerinin bıraktıkları divanların en büyüğü sayılan divanının yanında çeşitli konulardaki telif ve incelemeleriyle de tanınmıştır.Öğe Fıkhi mirasımızı yeniden nasıl gözden geçirmeli ve ele almalıyız?(Necmettin Erbakan Üniversitesi, 1986) Işıcık, YusufYûsuf el-Kardâvî'den. Hukukî mirasımızı yeniden gözden geçirmek, fikhi mezhepler ve görüşler arasında yasama ve yargı'ya elverişli olanlarını tercih etmek ve çağımızda bunlara göre fetvalar vermek sözüyle, rastgele ve körü körüne bir seçimi kasdetmiyorum. Yine, delil ve rivayetler'in desteklediği, akıl ve kıyasın te'yid ettiği sağlam görüşleri bir tarafa bırakıp, mezheplerin ruhsatları ve âlimlerin zellelerini araştırarak, umûmun keyfine en uygun olanlarını almayı kasdetmiyorum. Birçoğu, İslâmın kontrolü dışında ortaya çıkmış bulunan halihazırki vâkıaları, her türlü çörü-çöpüyle meşrû gösterecek tarzda bir tercihi de kasdetmiyorum. Şunda şüphe yoktur ki, fikhî mîrâsımızın ihtiva ettiği hükümlerin hepsi aynı derecede değildir. Çünkü, bu hükümlerden bazılarının kaynağı doğrudan doğruya naslardır. Bazılarının kaynağı icmâ'dır. Bazılarınınki ise, kıyas yahut istihsan yahut maslahat yahut örf yahutta hakkında nas bulunmayan konularda geçerli olan diğer ictihad kaynaklarıdır. Fukahâ'nın birbirlerinden farklı olarak alıp kabul ettikleri fıkhi prensiplerden kimisi bir hükme müsbet deyip kabûl ederken, kimisi aynı hükmü olumlu görmez ve kabul etmez. Kimisi bir meselenin hudutlarını oldukça geniş tutarken, kimisi aynı meseleyi oldukça dar bir çerçeve içerisinde ele alır. Kaynağını nasların teşkil ettiği hükümlere gelince, bunların dayandığı nasların hepsi aynı derecede değildir. Şöyle ki, bu nasların bazıları sahih olduğu halde sarih (hangi anlama geldiği açık) değildir. Bazıları ise, sarih olmakla birlikte sahih değildir. İcmâ ile sâbit olan meselelere gelince, bu meselelerin temel kaynağını teşkil eden icmâların, kimisi sahâbe icmâı, kimisi de onlardan sonra gelenlerin icmâıdır...Öğe Hz. Peygamber'in ümmiliği(Necmettin Erbakan Üniversitesi, 1986) Önkal, AhmetHz. Peygamber'in hayatı boyunca okuma ve yazmayı bilip bilmediği, ta öteden beri tartışılmış bir meseledir. Elimizde bu konuya kesin ve son çözüm şeklini getirecek sarîh bir nass bulunmadığından bu tartışmalar günümüze kadar uzayıp gelmiş, âlimler arasında bazen oldukça sert münakaşalar cereyan etmiş, bu yüzden taraflar arasında ağır suçlamalar ve aşırı ithamlar yapılmış, bu arada özellikle müsteşrikler tarafından konu ve bu tartışmalar fırsat bilinerek İslâm'a ve O'nun peygamberine hücum ve iftiralarda bulunulmuştur. Yani çoğu kez, tartışma zemini olan bu meseleye peşin his ve hükümlerle yaklaşılmış, bunun tabiî bir neticesi olarak da peşinen kabul edilen bir sonuca varılmıştır. Biz, gözleri önünde belki de her gün vahyin yazılması, mektuplar, emirnâmeler, sulh antlaşmaları gibi binlerce yazışma cereyan etmiş bir peygamber ve âdeta okuma-yazma seferberliği ilân etmiş bir devlet başkanı olarak Rasûlüllâh'ın okuma yazmaya vâkıf olup olmadığı meselesini, tarihte bir hayli tartışma ve suçlamalara sebep teşkil etmiş nazik bir konu olmasına rağmen -katiyetle kesin ve değişmez bir neticeye varma iddiası taşımaksızın- objektif bir şekilde araştırmaya şâyân görüyoruz.Öğe Kur'ân'da nesh meselesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, 1986) Şimşek, Mehmet SaitSon peygamber Muhammed (s.a.v.) in en büyük mucizesi Kur'an'dır. Mucize olmasının yanında insana yüklenmiş sorumluluklarının talimatını ve insan eğitimini de içerir. Bu nedenle diğer mucizelerden farklıdır. Ayrıca ötekiler gibi geçici değil, kıyamete kadar kalıcıdır. O gün meydan okuduğu gibi bugün de meydan okumaktadır. Meydan açık. Benzerini getireceğini evham eden buyursun çabalasın. En azından bir sûresine benzer getirsin. Kur'an'ın inişi yirmi üç yıla yakın devam etmiştir. Her inen âyet veya âyetler gurubu vahiy kâtipleri tarafından yazılıyordu. Her Ramazan ayında o yıla kadar inmiş olan âyetleri Resûlüllah (s.a.v.) Cebrail'le birlikte gözden geçiriyordu. Bazen yıllar önce inen birkaç âyet, yıllar sonra inen kimi âyetlerle birleşerek bir sûreyi teşkil ediyordu. Bir sûrenin tamamlanması dokuz yıl sürebiliyordu. Kur'an, böyle böyle ve ayni zamanda her biri bir konuyu hedef alan 114 sûre ile tamamlanmış oldu. Yirmi üç yıl devam eden bu süreç içerisinde Kur'an'ın ne belağat ve fesahatinde, ne verdiği haberlerde, ne hükümlerinde ne de diğer husûslarda bir çelişkiye rastlamak mümkündür.Öğe İslam ahlâkı ve özellikleri(Necmettin Erbakan Üniversitesi, 1986) Erdem, Hüsameddinİslâm, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini ayıramayan, kendi yaptığı putlara taparak Allah'a eş koşan, haksızlık, zûlüm ve her çeşit ahlaksızlığın yaygın olduğu bir cemiyet içinde doğmuş ve ''CAHİLİYYE DEVRİ'' diye nitelendirilen bu çağı ''SAADET DEVRİ''ne dönüştürmüştür. Bu inkılâbın gerçek kahramanı ve en büyük ahlâk numunesi de Hz. Muhammed (S.) olmuştur. Hz. Muhammed (S.) İslâm ahlâkının en büyük temsilcisidir; ama O, hiç bir zaman, bu ahlâkın kaidelerini kendi kafasından ve rastgele koymadığı gibi, bütün insanlığı ilgilendiren yaşayış ve davranış ilkelerini ilâhî emre ve vahye dayandırmıştır. Hz. Peygamber zamanında sistemli bir İslâm Ahlâkından, bir ''Ahlâk Felsefesi''nden söz edilememekle beraber, mükemmel bir ahlâkî yaşayışın olduğunu ve bu ahlâkın da iman ile iç içe bulunduğunu söyleyebiliriz. Çünkü ahlâk, kanaatımızca, İslâm'ın bir parçası değil, O'nun özü ve bütün bünyesine yayılan ruhudur. Müslümanların inanç, amel ve fikir hayatına yön veren tek gerçek kaynak da Kur'ân prensipleridir.Öğe Hâcegizâde Mustafa Efendi’nin el-Metâlibu’l-Âliye’si üzerinde bir inceleme(Necmettin Erbakan Üniversitesi, 1986) Cilacı, OsmanTam adı, el-Metâlibu'l-âliye fi beyân-i ahvâli'l-kütübi'l-erbaati'l-ilâhiyye olan bu eser, Hâcegizâde Mustafa b. Muhammed Efendi'nindir. Lügatte Hâce, efendi, ağa, başkan, kâhya, evin büyüğü, mal sahibi ihtiyar, koca, yaşlı, zengin, bay, hâkim, âlim, müderris yeni Farsçada X. asırdan beri efendi, sahip, kâtip, tüccar vb. mânâlara gelmektedir. Garp Türkçesinde «Hoca» şeklinde telaffuz edilen ''Hâce'' kelimesini Araplar, zengin ve hıristiyan tüccarlar hakkında kullandıkları gibi, efendi karşılığında da kullanmışlardır. ''Hâceği'' sözü ise, eskiden bazı gedikli tüccarlara verilen bir ünvan olarak bilinmektedir. Klasik Arapçaya ve şarkî Arap lehçelerine de ''efendi'' mânâsına ''Havvâce'', ''Havvâce'', ''Havace'' şekillerinde geçen bu kelimenin müştak şekli olan ''Hâcegî'' kelimesine, Osmanlı Türkçesinde olduğu gibi ''tâcir'' mânâsında olarak Sicilya vesikalarında da tesadüf edilmektedir. Efendilik, hoca olma durumu, tüccar, hoca kişi karşılığında da ''Hâcegî'' sözü kullanılmaktadır.Öğe İbn Haldun'a göre Allah'ın sıfatları ve kader(Necmettin Erbakan Üniversitesi, 1986) Wolfson, Harry Austryn; Toprak, Süleymanİbn Haldun, kelâm ilmine Allah'ın birliği ve Allah'ın kudretine dair iki tartışma konusu ile başlar. Onun gayesi, Allah'ın birliğine iman etmek ile O'nun hakiki, mânevî ve ezeli sıfatlarının varlığına iman etmenin birbirine zıt olmadığını ve Allah'ın kudretine yani kadere iman etmek ile insanı fiillerinden dolayı sorumlu tutmanın ilâhî adalet ile çelişmediğini göstermektir. Bu iki mesele İslâm Felsefesinin de belirgin konularıydı. İbn Haldun bu iki problemi birlikte ele alarak bir delil ile çözmeye çalışır. Onun bu problemleri çözmeye çalıştığı ortak delil kısaca şöyle izah edilebilir. Felsefe tarihi boyunca Allah'ın kudreti ve birliği, Allah'ın varlığı hakkındaki delillerden çıkarılan tabiî sonuçlar olarak incelendi. İbn Haldun şöyle der: Allah'ın varlığı hakkındaki delilleri inceleyerek, Allah'ın nasıl bir kudreti ve birliği olduğunu görelim. Nihayet böyle bir birliğin ilâhî sıfatlarla uygun olup olmadığını ve böyle bir kudretin de ilâhî adaletle uyup uymadığını görelim. Böylece kelâma dair tartışmasının hemen başında Allah'ın birliğinin iman esaslarının özü olduğunu söyleyip en kestirme yoldan Allah'ın birliğini isbat edeceğini beyan ettikten sonra Allah'ın birliği konusuna değil de Allah'ın varlığı konusuna geçer.Öğe Yavuz Sultan Selim'in Şam'da yaptırdığı ilk Osmanlı vakfı ve vakfiyesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, 1986) Ceylan, İbrahimOsmanlı vakıf müesseselerinden bilhassa Harameyn ve Suriye vakıfları hakkında şumüllü bir araştırma maalesef yok gibidir. Bunun nedeni kaynak ve dökümanların olmayışından ziyade, mezkür konu üzerinde bilim adamlarımızın bigâne kalmış olmalarından olsa gerektir. Halbuki, arşivlerimizde hassaten Başvekalet ve Topkapısarayı arşiv hazinesinde, bu konuyla ilgili yüzlerce elyazmaları (manuscripts) ve çeşitli tarihi vesikalar mevcuttur. Bu nedenle, Ortadoğunun merkezi sayılan Harameyn (Mekke-Medine) ve Suriye'deki vakıflar hakkında derin bir ilmi çalışmaya cidden büyük ihtiyaç vardır. İtiraf edelimki bu bir kişinin değil, entellektüel seviyede bir ilim heyetinin işidir. Buhususta anakaynak ve materyaller boldur. Mevcut, sanat ve mimari eserler, camii, mescit, mektep, medrese, han, hamam, imarethaneler, kervansaraylar, sebil ve çeşmeler, vakfiye veya vakıf-nameler, kitabeler, şeriye sicilleri, tahrir veya tapu defterleri, evkaf kütük kayıtları, muhasebe, tamirat, inşaat, temlik, tayin ve tevcihat defterleri, vakıflar hakkında yazılmış kadı raporları, sultanların hüküm ve fermanları, sürre defterleri, muasir tarihler, seyahat nameler, mimarların hatıratı, arkeolojik kazılar, özel araştırma ve etütler vardır... İşte, elimizdeki vakfiye bunlardan biridir. Ümit ederiz ki konumuza bir nebze olsun ışık tutacaktır. Bu araştırma, Yavuz Sultan Selim'in (1512-1520) Şam'da yaptırdığı ilk Osmanlı vakfına ait bir vakfiye'nin tanıtılması ve vakfın kuruluşu hakkında kısa bir etüttür.Öğe Mütevatir hadislere dair üç eser üzerinde bir inceleme(Necmettin Erbakan Üniversitesi, 1986) Ayvallı, RamazanBu makalemizde, el-İmâm el-Hâfiz Celâlüddîn Ebu'l-Fadl Abdurrahman b. Ebî Bekr es-Suyûtî'nin ''el-Ezhâru'l-Mütenâsire fi'l-Ehâdisi'l-Mütevâtire''; eş-Şeyh el-İmâm el-Fakih el-Muhaddis el-Allâme el-Muhakkık Ebû Abdillah Muhammed b. Ebi'l-Feyz Ca'fer el-Haseni el-idrîsî el-Kittani'nin ''Nazmu'l-Mütenâsir fi'l-Hadisi'l-Mütevâtir'' ve Abdülazîz b. Muhammed İbni's-Siddik el-Ğamârî'nin ''İthâfu Zevi'l-Fedâili'l-Müştehire bimâ Vaka'a mine'z-Ziyâdeti fi Nazmi'l-Mütenâsir ale'l-Ezhâri'l-Mütenâsire'' isimli eserleri üzerinde duracağız.Öğe Zahirde birbirine muhalif olan hadislerden birinin diğerine tercihi mes'elesi(Necmettin Erbakan Üniversitesi, 1986) Ayvallı, RamazanKelâm-ı ilâhî olan Kur'ân-ı kerîmi hem tebliğ, hem tatbik, hem de beyân etme vazifesiyle vazifelendirilen Hazret-i Peygamber aleyhisselâm'ın, Kur'ân-ı Mübîn hakkındaki açıklamaları, dâimâ âyet-i kerîmelerin ruhuna uygun olmuştur. Hadis-i şeriflerle Kur'ân-ı Kerîm arasında tezâd olmadığı gibi, hadislerin kendi aralarında da aslında tenâkuz yoktur. Hal böyle iken, birbirine zıd iki haber vârid olursa, bunlardan birinin hadis-i şerif, diğerinin mevzû bir haber olduğu düşünülür. Eğer iki haberden birinin uydurulmuş olmasi mevzû- bahs değil ve her ikisi de sahih haber ise, bu takdirde aralarında tezâd ve tenâkuz bulunan iki haberden birinin mensûh, diğerinin nâsih olduğu hâtıra gelir. Onlardan birinde nesih de söz konusu değilse, birinin âmm, diğerinin hâss olduğu ya'ni birindeki mutlak hükmün diğeriyle takyîd veya umûmî hükümden husûsî bir hükmün istisna edildiği düşünülebilir. Şayet, bunlar da bahse konu değilse, ikisinden birinin seçilip alınması, birinin diğerine tercih edilmesi durumu ortaya çıkar. Bir hadisin, diğerine tercihi sırasında gözetilmesi gereken birçok husûs vardır. Bunların bilinmesi, ilimle meşğul olan her kişi için lüzûmludur. Bu bakımdan biz, bu makalemizde hadislerin yekdiğerine tercihi konusunu ele alacağız.Öğe Kur'an-ı Kerîm'deki yeminler (Aksamu'l-Kur'an)(Necmettin Erbakan Üniversitesi, 1986) Turan, AbdulbakiYeminden maksat, yemin eden kişinin haber verdiği bir hükmü yeminle te'kid etmesidir. Yemin, hatiplerin, şairlerin, filozofların, emir sahibi zatların, hatta lâalettayin herkesin baş vurduğu bir te'kid ve teyid vasıtasıdır. Hadis-i şeriflerde, sahabenin sözlerinde de yeminlere sık sık rastlanmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'e, gelince; Mekki ve Medenî âyetlerde, sarih ve gayrı sarih olmak üzere, 460 tan fazla kasem yer almaktadır. Yemin 84 surede geçer. Bu surelerin 66 si Mekkî'dir. Mekki surelerde kasem ihtiva eden âyetlerin sayısı 350 nin üzerindedir. Kasem 18 Medenî surede yer almaktadır. Bu Medenî surelerde kasem ihtiva eden âyetlerin sayısı ise; 110'dur. Biz bu çalışmamızda Allah Taalâ'ya ait olan kasemler üzerinde durduk.Öğe İnci gerdanlıklar(Necmettin Erbakan Üniversitesi, 1986) Muhammed, Şemsu’l-Hak Azîmâbâdî Ebu’t-Tayyib; Koçkuzu, Ali Osman; Koçkuzu, Ali OsmanBu küçük risâle, bazı dostların (istek belirten) îmâ ve işaretlerine dayanılarak kaleme alınan; kadınlara yazı öğretmenin dinimizce bir sakıncası olmadığına dair bir eserdir. Farsça kaleme alınmış olan bu risâlenin yazarı Hindli âlim Muhammed Şemsu'l-Hak Azimâbâdi (1273/1858), çevireni Ali Osman Koçkuzu (2020)' dur.Öğe Türklerde Hızır inancı(Necmettin Erbakan Üniversitesi, 1986) Aydın, MehmetBütün Türk dünyasında canlı olarak yaşatılan inançlardan birisi Hızır inancıdır. Hıdrellez günü ile her yıl hafızalarda tazelenen Hızır figürü, şüphesiz, Türk insanının sahip olduğu çok önemli çok tarihi bir inanç olarak Türk vicdanında yaşamış ve hâlâ da yaşamaya devam etmektedir. Türk milleti, bütün harsında bu inancın izlerini göstermiştir. Türk edebiyatından, Türk destanına, Türk masallarına, Türk tasavvuf edebi ürünlerine varıncaya dek, şairi, edibi, köylüsü, şehirlisi, genci ve ihtiyarıyla bu inançta bütünleşen Türk insanı, Hızır figürünü hafızasında yaşatmış, Hızıra tahsis edilen günde gerçekleşmesini beklediği ümitlerini onun .sahip olduğu manevi gücüne havale etmiştir. Şüphesiz Türklerin, Hızır inancına bu denli sahip çıkmalarında İslâmiyet'i kabulleri ana etken olarak görülecektir. Çünkü İslâmiyet'i kabul ettikten sonra, onu bütün benliklerine sindiren Türkler. İslami hayat anlayışına göre hayatlarını şekillendirmişlerdir. Tüm varlıkları ile İslam'a teslim olan, hayatlarını, sanatlarını, İslâm'ın emrine veren yüce Türk milleti, İslâm'ın Tevhid inancını zedelemeden, bazı unsurları da İslâmla beraber yaşatmaya devam etmiştir. Şüphesiz Türklerin, Hızır inancı konusunda sahib olduğu bazı unsurların, gerek İslâmi ·çevrelerden intikal ettiğini ve gerekse daha önceki kültürlerden birer kalıntı olarak geldiğini de kabul etmek zorunda olduğumuzu belirtmekte yarar vardır.